Sağduyunun sorusu: Saldırı kime yaradı?
0 0 0000 00:00 tsi
Sağduyu, adı üzerinde bir duyudur. Sağlam bir bilgiye, araştırmaya dayanmadan doğru ile yanlış arasındaki farkı ayırt etmek için müracaat ettiğimiz insanî yeteneğimizdir.
Bu duyunun çalışıp çalışmadığını kontrol etmek için vicdanımıza, yani toplumun sağlamlığı kanıtlanmış yargılarına müracaat ederiz. Sağduyu, öfkenin, kinin, düşmanlığı gölgelediği, işlemez hale getirdiği aklımızın iş göreceği bir alan açmak demektir.
Danıştay 2. Daire üyelerine yapılan lanetli saldırı hakkında, öfkenin üzerine çıkarak sağduyunun bize doğru yolu göstereceği başlangıç sorusu şu olmalıdır: Bu saldırıdan kim kazançlı çıkar? Başörtüsü mağdurları mı? Dindar kitleler mi? Barış ve istikrar içinde refah ve huzuru arayan toplum mu? Her iktidar gibi, idarî yargının elini kolunu bağladığını iddia eden hükümet mi? Güç savaşı veren komplocular mı? Türkiyeyi karıştırıp zayıflatarak, çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışan dış güçler mi?
İnatla, ısrarla cevabını aramamız gereken soru bu. Olayın gerçek yüzünün anlaşılabilmesi, nihaî hükmün verilebilmesi için zamana ihtiyaç var. Acılar, öfkeler ortada iken saldırının ve saldırganın niteliğine dair spekülasyonlar yanlış yerlere bizi sürükleyebilir. Bu aşamada ortak sorumluluğumuz, yargıya yapılan bu saldırının toplumun bütününe yapılmış bir saldırı olduğu bilincini kuvvetlendirmek ve sağduyunun sorduğu sorunun izini takip etmektir.
Yargıya yapılan saldırı, halka yapılmış de mektir
Adaletin gözü bağlıdır. Terazinin doğru tartmasının şartı, kimi yargıladığına bakmadan, yargıcın sadece hakkı teslim etmesidir. Bu yüzden yargıçlar mesleklerini icra ederken pek fazla ortalıkta dolaşmazlar, konuşmazlar ve kanaat bildirmezler. Hukuk bilgilerini, birikimlerini ve vicdanlarını kararlarına yansıtırlar. Ciddiyet, sabır ve titiz bir inceleme gerektiren olaylarda, yargıçların mahkeme duvarları ile sınırlı kalan sesleri, ancak haber değeri taşıdığı zaman halka ulaşır. Sansasyonel olaylarda ağzı olan herkes konuşur, hükmü verecek olanın yani yargının sesi duyulmaz. Bu yüzden adaleti dağıtanlar, mesleklerini icra ederken en savunmasız, en fazla önyargıya marûz meslek grubudur.
İdarî yargı, özelleştirmelere taş koyarken, laiklikle ilgili kararlar verirken gündeme giriyor. Ama binlerce dava ile uğraşan bu uzmanlaşmış yargının, mesaisinin kahir ekseriyetini neye harcadığını işimiz düşmediyse çoğumuz bilmeyiz. Halbuki, devlet gücünü hukuk içinde tutmak sadece güçlü bir idarî yargı ile mümkündür. Adlî yargı, bizim kendi aramızdaki anlaşmazlıkları çözmek, birisi bize zarar verdiği zaman, savcının bizim adımıza zarar vereni yargıya getirmesi ile bizim hakkımızı korumak için vardır. Ya bize haksızlık eden devlet erkini ve gücünü kullanan, resmî sıfat taşıyan birileri olursa? Başvuracağımız, hakkımızı arayacağımız yer idarî yargıdır. Bizi, tek tek bireyleri, doğrudan halkı devletin hukuk dışı eylem ve işlemlerine karşı korumak, idarî yargının işidir.
Bizim idarî yargımız bu görevi hakkıyla yerine getiriyor mu? Fazlasıyla. Yerleşmiş iki gelenek, bizim idarî yargımızı nitelemeye yeterli. Birincisi, idarî yargımız, bireyle devlet arasındaki uzlaşmazlıkları çözerken otomatik olarak bireyin yanında yer alır. İkinci olarak etkili ve hızlı çalışır: Bir şekilde idarî yargıya şikayetinizi iletebilirseniz, idarî yargıç başvurunuzdaki eksiklere bakmadan, usûl hatalarına dikkat etmeden yargılamayı başlatır. Bir avukata ihtiyaç duymadan davanızı sonuna kadar gördürebilirsiniz. İdarenin eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunu denetleyen, kısaca devlet erkini kullanan idare ile vatandaş arasındaki ihtilafları çözen idarî yargı, vatandaşı devlet karşısında korumak için vardır.
Bu özet bilgilerden çıkacak sonuç şudur: İdarî yargı halkı temsil eder. Yargıçlar Türk milleti adına karar verirler. Bu yüzden, Danıştay 2. Daire üyelerine yapılan saldırı, doğrudan doğruya halka yapılan bir saldırıdır. Sağduyunun emri olan bu hususta hepimizin mutabık olması gerekir. Bu saldırı bir rejim ihtilafının üzerindedir; devlete yönelik bir saldırının üzerindedir. Hele hele siyasî kimliklerin, ideolojik görüşlerin çok çok üzerindedir. Yargıya yapılan bu saldırı herkese, tek tek hepimize yapılmış bir saldırıdır. Şayet toplum, kendisi adına iş gören, kendi haklarını koruyan yargıçlara yönelik bu kanlı saldırıyı, bütünüyle kendi varlığına yönelik bir saldırı olarak algılayamazsa, kendisinden de umudu kesmesi gerekir. Bu saldırıyı bir siyasî görüşe mal etmek, saldırıya uğrayanları bir siyasî görüş ile aynîleştirmek bu toplumun huzur içinde birlikte yaşama iradesine ve hukuk devleti mutabakatına haksızlıktır.
Olayın şoku üzerinden fırsatçılık yapmaya yeltenenler, en hafif ifade ile bu haksızlığı yapmaktadır.
Siyasete kan nasıl bulaşır?
Baykalın siyasete kan bulaştı sözü, kan davalarının başlangıç cümlesidir. Demokratik kurallar içinde birbiriyle rekabet edenler arasındaki ilişkiye artık kan bulaştığına göre; bu hükümden, yine Baykalın söylediği gibi siyasî cinayetler döneminin başlayacağı kehaneti çıkabilir. Sansasyonel bir tek eylemle siyasete kan bulaşmaz. Ama siyasete kan bulaştı sözü üzerine ortalık kan deryasına dönebilir.
Siyasî görüş farkına aldırmadan herkesin ve her kesimin ittifakla lanetlemesi gereken bir eylemi, kan davası iması ile iki düşman kesim arasında kanlı rekabetin işareti olarak yorumlamak; saldırıya uğrayan yargıçların şahsında bütünüyle yargıya yönelik bir haksızlık ve saygısızlıktır. Yargı bu ülkenin yargısıdır; kimsenin arka bahçesi değildir. Sağlam bilgilere ve soruşturmalara dayanmadan olay, kişisel anlayışla düzenlenen bir saldırı değil hükmünü vermek Baykal için muhakemesini temellendirecek bir temenniyi ifade edebilir. Siyasetin sertleşmesinden medet ummak, bir dereceye kadar makûl görülebilir; kan üzerinden fırsatçılığa yeltenmek ise affedilmez bir suçtur.
Saldırıyı, Baykalın kestirmeden nitelediği gibi bir yıldırma teşebbüsü olarak tanımlamak da, yargıyı töhmet altına sokuyor. Yargıçlarımızın saldırı korkusu ile vicdanlarına aykırı karar vereceği varsayımı da yargı mesleğine hakaret içeriyor.
Baykalın dayanabileceği tek merkez olarak komplocular kalıyor.
Komplolar, gelişmemiş beyinlerin olan bitenleri açıklamak için kestirmeden neticeye giden açıklama modelleridir. Bu açıklamalarda toplumun tarihi, kültürü, gelenekleri dikkate alınmaz. Her şey bazı gizli güçlerin, gizli örgütlerin kararlarına bağlanır. Basit operasyonlara girişmek, bir yerlere konulan düğmelere basmak güç ve iktidar mücadelesinde sonuç almak için yeterlidir. Elbette bu yöntemlerle sonuç alınmaz. Ama, bu yöntemlerle sonuç alınacağına inananların mevcudiyeti, bu yöntemlerin kullanılması için yeterlidir.
Türkiyede komplo teorilerine meraklı, üstelik komplo ile sonuç alınacağını düşünen ucuz analizciler çok. Ayrıca bunlar içinde bazılarının devleti korumak ve kollamak gibi bir görevi var. Türkün Türke propagandasını psikolojik harekat yani kamu diplomasisi zannedenler toplumu değil ama kendilerini çok ciddiye alıyorlar. Toplumu, hiyerarşik olarak yukarıdan düzenlenebilecek ve yönlendirilebilecek nesneler yığını olarak görenler, kendilerine Güneydoğu halkı üzerinde neden başarısız olduk? sorusunu hiç sormuyorlar. Ekonomik dinamizmi ve geleceğe yönelik umutları ile toplum, reflekslerini seçim sandıklarına taşıyor. Bu refleksleri yok sayarak kanlı zorlamalara girişmek, istikrarsızlıktan medet uman dış güçlere yarar; bu topluma ve devlete değil.
Danıştay Başkan Vekilinin Toplumsal mutabakatı bozanlar suçludur; onlar kendilerini biliyorlar. sözü gibi, anlamını bizim kavrayamayacağımız açıklamaları da meslekî bir acının dışa vurumu olarak yorumlamak doğru olacaktır. Geriye sadece bizim sorduğumuz sorunun cevabı kalıyor: Danıştay 2. Daire üyelerine yapılan saldırıdan kim kazançlı çıktı? Bu soruya, öğretici olması için şu soruyu da ekleyebiliriz: Saldırıya uğrayanlar dışında en çok kimler zarar gördü?
Bu haber 230 defa okundu.
Yorumlar
+ Yorum Ekle