Gazetecinin tövbesi...
0 0 0000 00:00 tsi
Madem konu açıldı, ben de eteğimdeki taşları dökeyim. Konu benim için yeni sayılmaz aslında; hiç yazmadıysam, bugüne kadar, birkaç yüz yazı yazmışımdır.
Gerçi bu yazıların çoğunluğu Andıç'ı sahiplenen arkadaşlarla, o arkadaşların duruşlarıyla ilgiliydi ama, farketmiyor. Hatta, diyebilirim ki, ekmeğimi biraz da bu yazılara borçluyum.
Hep, belli başlı isimlerin, Cengiz Çandar'ların, Mehmet Ali Birand'ların, Akın Birdal'ların mağdur edildiği yazıldı, Andıç'ı sahiplenen eşhas (mesela Ertuğrul Özkök) bu isimlerden özür diledi ama, Andıç'ın bir de göz önünde olmayan, mağdurluklarını şöhrete tahvil etmeyen (yahut edemeyen) mağdurları vardı.
Mahir Kaynak bunlardan biridir mesela.
Mahir Bey'in, ayrılıkçı terör örgütüyle içli dışlı olduğu yazıldı. Hem örgütten emir alıyormuş, hem de açıkça ayrılıkçı görüşleri savunuyormuş. Bir de Mahir Sayın diye biri vardı. Kim olduğunu bilmediğimiz Mahir Sayın da, terör örgütünü öven kitaplar yazıyormuş.
Sahi, kimdi Mahir Sayın?
Bir de tabii (ancak bir "çağrışım şakası" olabilecek isimlendirmeyle) Altan kardeşler... Mehmet Altan ve Ahmet Altan da, tıpkı Mahir Kaynak gibi, hem ayrılıkçı örgütün doğrularını savunuyormuş, hem de "ülkeyi bölmeye matuf" eylemlerin içinde yer alıyormuş.
Kendime önem atfetmek istemem ama, bu satırların yazarı da Andıç mağdurlarındandır... Şemdin Sakık'ı konuşturan generaller, nasılsa, ayrılıkça örgütle ortak hareket eden iki günlük mevkutenin varlığını tespit etmişler... Bu iki mevkute, Milli Gazete ve Akit, terör örgütünden para alıyormuş... Yoksa tersi mi?
Neyse, sonuçta terör örgütüyle ilişki içinde gösterilen, defalarca kurşunlanmış, defalarca kapısına bomba bırakılmış, defalarca "polisli-panzerli" terör baskınlarına maruz kalmış bir gazetede çalışıyordum ve yukarıda adı geçen eşhas gibi, ben de üzerimde "sürecin" ağır baskısını hissediyordum.
Mesela, 28 Şubat'a adlı adınca "darbe" dediğim, demokratik normale müdahale eden memurin takımını eleştirdiğim için hakkımda bir sürü dava açıldı. Çoğunluğu Ağır Ceza'lık...
Suç duyurularını saymıyorum bile...
Kaç duruşmaya girdim çıktım? Uykusuz kaç gece geçirdim? Kaç kez adres değiştirdim? Kaç "uygulama"dan döndüm? Üstelik, arkamda Oli Rehn, Camiel Eurlings gibi değerli Orhan Pamuk okurları, "Bu adamı hapse atarsanız AB'ye giremezsiniz" diyen dayanışmacı hemşireler de yoktu. (Zaten ırak olsunlar!) Üç buçuk yıl kadar da "yasaklı" kaldım. Bir tür gönüllü yasaklılıktı ama, olsun... Hapse girmekten yeğdir.
Peki, bütün bunlar olup biterken, "özgür ve bağımsız basını savunması gerekenler" ne yapıyordu?
Ne yapacaklar... Biri Andıç yazarlarına servis yapıyordu ("Topyekün seferberlik", "Bu kez işi silahsız kuvetler halletsin" ve "Paşa Başkanı hizaya soktu" manşetlerini hatırlayalım), biri Sultan Abdulhamid sansürüne karşı gazetecileri ayaklandırıyordu, eh biri de Andıç metninde adı geçen gazetecileri teşhir (!) ediyordu, yani "alçakları tanıtıyor"du...
Şimdi çıkıp "yanlış yaptık, yapmamalıydık, bir daha olmaz" diyorlar, hatta utangaç bir dille özür filan diliyorlar ama...
Hayır, "Hiçbir kıymeti yok" demek istemiyorum, mutlaka kıymeti vardır da... Bir daha yapmayacaklarının garantisi yok. En azından, bir daha yapmayacaklarına ilişkin inandırıcı bir fotoğraf sunamıyorlar...
Bu haber 248 defa okundu.
Yorumlar
+ Yorum Ekle