Bir kız yurdu gibidir memleket...
0 0 0000 00:00 tsi
90lı yılların ortasında, üniversiteye giderken iki yıl kadar bir süre özel bir vakıf yurdunda kalmıştım.
Ağırlıklı olarak tıp ve eczacılık fakültelerine devam eden öğrenciler için kurulduğu isminden de belli olan bu yurt zamanla sosyal bölümlerden de öğrenci kabul etmeye başlamıştı. Aydın, dindar ve eğitimli ve hekimler yetiştirmeyi hedefleyen vakfın yeni misyonunu (28 Şubat sonrasında hangi modern, çağdaş ve laik sulara savrulduğunu) bilmediğim için ismini vermeyeceğim, fakat bu vakfa bağlı yurdun İslami duyarlılıkları olan kişiler tarafından işletilmesine rağmen, öğrenci alımlarında hiçbir ayrımcılık gözetmediğini yakinen biliyorum. Kapıya gelmiş ve koşulları görüp uygun bulmuş olan her öğrencinin kabul edildiği yurt tam da bu nedenle hepimiz için eşsiz bir birlikte yaşama tecrübesine kapı aralamış oluyordu. Zira hassasiyetleri, huylanmaları, hem
özgürlük hem otorite talep edenleri, laik sistemden yana olduğunu söyleyen ama her fırsatta ruh çağırma seansı düzenleyenleri, hem zayıflamak hem her şeyi yemek isteyenleri ile fena halde Türkiye idi bu kız yurdu. Belki de şöyle: Türkiyeyi yönetmek bir kız yurdunu yönetmek kadar zordu. Kız yurdu demek kafadan heterojenlik demekti çünkü; kız yurdu demek otomatiğe binmiş hassasiyet demekti.
Öte yandan kaldığım yurdun özel yanı yaklaştırıyordu onu Türkiyenin genel durumuna. Bir katta Ali Şeriatinin, bir katta Said-i Nursinin, bir odada Ahmet Altanın bir başka odada Küçük İskenderin okunduğu ama her zaman boş zamanlarını okuyarak değil teybe oryantal bir kaset koyup döktürerek değerlendirenlerin çoğunlukta olduğu, diş macununun kapağını açık bırakmayan uyumlu kişilerin mazlumların hakları için kafa yoran ve o konferans senin bu miting benim dolaşanları tuhaf bulduğu bu yurtta sırayla hemen herkes hassasiyet sahibi olabilir, anbean hemen herkes rahatsızlık kaynağına dönüşebilirdi. Gürültülü bir saat kullanan oda arkadaşınla uzlaşarak rahatsızlık kaynağını çözebilirdin; ama aramızda uyurken horlayan arkadaşın yarattığı sorunu da uzlaşarak çözebileceğini zannedenler vardı, uzlaşmanın çözüm olmadığı yerde tahammülün devreye girmesi gerektiğini anladılar. Annesinin gönderdiği börekleri dolabında saklayan arkadaşların o ana kadar her şeyi paylaşmış olan ve bu bencillik karşısında kendisini aptal gibi hissedip işi öfkeli bir diskurla vaaza ve manifestoya döken arkadaşlarla eşit derecede sorunlu olduğunu da o zamanlarda anlamıştım. Hangi davranış grubunun uzlaşmaya daha yakın olduğunu ise hâlâ kestiremiyorum.
İşin ilginç yanı, Türkiyeye bakıp bakıp o günlere dönmemin nedeni şu ki, hemen her kafadan değişik seslerin çıkabildiği bu yurtta biz, bize verilen ve bizim birbirimize tanıdığımız özgürlükle bir türlü baş edemiyorduk. İnsanların bir yandan özgürlük isteyip bir yandan da var olan özgürlüklerden nasıl rahatsız olabileceklerini, bir yandan kendilerine karışılmamasını dilerken diğer yandan da otorite boşluğundan yakınabileceklerini deneyimleme şansına sahip olduğum ilk yerdi kız yurdu. Ders 1: Özgürlük isteyen bunu kendisi için ve kendi standartlarını paylaşan benzerleri için ister, diğerlerinin özgürlüğünü yönetimin kendiliğinden denetlemesi gerektiğini düşünürdü. Ders 2: Özgürlüğü ne yapacağını nasıl kullanacağını bilmeyenler ise özgürlük talep edenlerden huylanır ve yönetimi bu taleplerin dile getirilmesine izin verdiği için suçlardı. Ders 3: Özgürlük dahil her türden hak talebi talep edene bir sorumluluk yükler.
İşletmeci ve eğitimci müdiremiz sorunları güç kullanarak ve ceza uygulayarak çözmekten yana değildi, her katın sorunu o katın kendi uzlaşı potansiyeli ve kabiliyeti ile çözülsün isterdi. Ama her uzlaşma çabası, elini bizzat taşın altına koymayı gerektirirdi ve bir olgunun adını sorun olarak koyan kat sakinleri dahi çözümün tepeden gelmesini isterler, yönetime yönetimin bile istemediği kadar ciddi bir otorite hamlederek bu gücü kullanmadığı için yönetimi zafiyetle suçlarlardı.
Sonuç: Müdire sertleşti.
Bu haber 314 defa okundu.
Yorumlar
+ Yorum Ekle