En Sıcak Konular

Nasrallah: İsrail efsanesini yerle bir ettik

0 0 0000 00:00 tsi
Nasrallah: İsrail efsanesini yerle bir ettik Lübnan'da bundan sonra neler olacak? İsrail Suriye'ye saldıracak mı?İsrail-Hizbullah savaşının bölge dengeleri açısından anlamı ne? İşte Hasan Nasrallah'ın cevapları:

Lübnan'da yayımlanan es-Safir gazetesinin Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile yaptığı uzun mülakatı yayımlamaya başlıyoruz. Nasrallah, İsrail ile Hizbullah arasında 34 gün süren savaşın bittiği 14 Ağustostan bu yana ilk kez yazılı basına mülakat veriyor. Aşağıda röportaja, es-Safir gazetesinin sahibi ve genel yayın yönetmeni Talal Selman ve muhabir Hüseyin Eyüb'ün yazdıkları giriş yazısını ardından röportajı okuyacaksınız...

Hasan Nasrallah ile beş saat:

"Mütevazi dairenin girişinde bizleri o bildik güleç yüzüyle karşılıyor Seyyid Nasrallah. Önce Talal Selman ilerleyip onu sıcak bir edayla kucaklıyor. Ondan sonra ben: "Allah sizleri korusun! Sizleri selamette kılan Allah'a hamdolsun" diyerek ilerliyorum. O ise, şehit olan annem için bana baş sağlığı diliyor ve: "Sizleri de selamette kılan Allah'a hamdolsun" diyor. Elimi sıcak bir ilgiyle tuttuktan sonra, Hizbullah kanadındaki basın sorumlusu değerli dostumuz Dr. Hüseyin Rehhâl'ı da kucaklayarak hoş geldiniz faslını tamamlıyoruz.Sonra oturuyoruz. Ayrılık bir garip oluyor. Dört kişiyiz ve sade bir odadayız. Seyyid Nasrallah'ın tebessümle dile getirdiği: "Ben de sizler gibiyim. Beni de aldılar ve onlarca defa hiç bilmediğim yerlere getirdiler. Şu an içinde bulunduğumuz yeri dahi bilmiyorum" cümleleri bir an için odadaki sessizliği dağıtıyor.

Nasrallah'ın Lübnan'da ve dünyadaki olayları dikkatli ve tafsilatlı bir şekilde takip ettiği anlaşılıyor. Belirttiğine göre savaşın başladığı ilk günden itibaren bütün mesaisini askerlerine ayırmaya karar vermiş; siyaset, basın, insanî yardım vs.. önemli işleri Hizbullah'ın diğer liderlerine bırakmış.Askeri operasyonları planlandığı ve savaştan önce hazırlanmış olan odada, olayları takip etmeyi sağlayacak ekipman, 24 saat kesintisiz elektrik, Hizbullah'ın direniş kanadıyla irtibatı sağlayan özel iletişim ağı, televizyonların, basının, özellikle de İbranice basının günlük takibi ve Sefir gazetesi yazarı olan arkadaşımız Hilmi Musa'nın yazılarının takibi önceden düşünülmüş ve gerekli şartlar oluşturulmuş.

Çehresinden kahır, çile ve hüzün yayılıyor; işgalin ve yalnız bırakılmışlığın verdiği ıstırap kendini açık bir şekilde hissettiriyor. Buna karşın ülkesine ve direnişçilere olan güçlü inancı da bütün açıklığıyla kendini gösteriyor. Savaş esnasında olup biten her şey, Hizbullah'ın askeri kanadında yer alan herkes tarafından ilinmiyormuş. Ani gelişmeler herhangi bir aksaklık olmasın diye kendi seyrine bırakılmış. Savaş bittiğinde ve zaman gelip çattığında Hizbullah'ın ve direnişin yüzde yüz sağlam kaldığı anlaşılmış. İsrailliler Hizbullah'ın lider kadrosu veya o seviyedeki herhangi bir birimi vurabilmiş değiller. Hatta uydudan yayın yapan, günde binlerce telefonun gidip geldiği bir yer olan ve kısmen uluorta ayılabilecek Menar televizyonunu bile hedef alamamışlar. İsrailliler, direnişçilerin dörtbin adet füze kullandığını belirtirken, direniş liderleri bu rakamın sekiz bin olduğunu söylüyorlar.

Acaba neden İsrailliler bu farkı kasıtlı bir şekilde gizlemekte ısrar ediyorlar?

Seyyid Nasrallah bu soruyu şöyle cevaplıyor: "İsrail, askeri noktaların hedef alınması tehlikesinden çekiniyor ve böyle bir şeyi tahmin ediyordu. Dört bin füzenin üstünün örtülmesinin hikâyesi de budur. Direnişçiler Mirun askeri üssünü tamamen yok ettiler. Burası İsrail'deki en önemli stratejik üslerden biridir. Hayfa ve daha ilerisini hedef alan füzelerin hemen hemen hepsi askeri hedefleri vurdu. Elimizde, askeri üsler, kışlalar, havaalanları ve bazı stratejik binaların büyük hasar gördüğüne dair istihbarat bilgileri var.

Asıl şok ise kara savaşında yaşandı. Hizbullah'ın direniş kanadındakilerin bazıları bile tanksavar füzelerden ve neler yapabileceğinden habersizdiler. Akıllı Kornet (tanksavar) füzeleri 5 km'lik bir mesafeden nokta atışıyla hedefi vurabilir. Füze ilk faktördür. Cesur, fedakâr ve şahadete hazır savaşçı ikinci faktördür. Eğitim ile teknik yetenek üçüncü faktördür. Bu füzeler ilk olarak, İsrail, tanklarını ve askerlerinin cesetlerini Ayta'ş-Şa'b bölgesinden çekmeye başladığında kullanıldı. Öyle ki Ayta'ş-Şa'b bölgesi, İsraillilerin son model diye övüne geldikleri Mirkava-4 tanklarının mezarlığı haline dönüştü. Yapman gereken, sadece dürbünü hedefe ayarlayıp sessiz bir şekilde füzeyi göndermek. Ondan sonra füze usulca ilerleyip hedefini buluyor ve karşıda duran tankı demirden bir hurda yığınına çeviriyor. Bu füzenin özelliği iki başlı olmasıdır. Birincisi tankın zırhını
deler, ikincisi de infilak gücüyle tankı tahrip eder."

Seyyid Nasrallah'ın sözünü kesiyor ve kendisine: "Peki başkan Nebih Berri
(Lübnan Meclis Başkanı) bu bilgilere nasıl ulaşıyordu?" diye soruyorum.
Gülerek cevap veriyor: "Başkan devletin siyasi işlerini yürütüyordu. Ancak
birçok vakitler, bazı yerel basın organları bir veya onlarca köyün düştüğünü, bunun da devlete bağlı subaylar veya Lübnan emniyet güçleri, bazen de İsrailli kaynaklar tarafından haber verildiğini yayıyorlardı. Bunun üzerine hemen bana Nebih Berri'den bir mektup ulaşıyor ve 'söylenildiği gibi Bint-i Cubeyl veya falan köy gerçekten düştü mü' diye soruyordu. Cevap ise genellikle, direnişçilerin doğruluğuna olan tam güvenimden dolayı olumsuz oluyoru. Fakat konuyla ilgili açıklama istekleri ve telefonlar yoğunlaşınca, savaş boyunca bir an için olsun aramızda irtibatın kesilmediği güneydeki operasyon karargâhını arıyor ve gerekli bilgileri alıyordum. Bana, gençler Bint Cubeyl hattında, onlardan falan kişiyle konuşmak isteyip istemediğim soruluyordu. Bir keresinde Ayta'ş-Şa'b bölgesindeki bir direnişçi bana: "İsrail askerlerinin bağırtılarını duymak ister misin?" diye sormuştu.

Seyyid Nasrallah, Başkan Berri'ye göndermiş olduğu ulakla Kornet füzeleri
hakkında tafsilatlı bilgiler ulaştırmış ve ondan Başkan Berri'yi endişelenmemesi gerektiği noktasında tatmin etmesini istemiş. İkinci gün Başkan Berri'ye, basın yoluyla yayılan bu kadar kötü habere rağmen o uzun gülüşünün sebebi sorulmuş, o da şöyle cevap vermiş: "Kesin bilgi benim elimde. Bu andan itibaren şundan kesinlikle emin olun ki benim ayaklarımın sıcaklığı (yani rahat olmam) Ayta, Mirun ve Bint-i Cubeyl'de direnen direnişçilere olan güvenimden dolayıdır."

Seyyid Nasrallah şunu da ekliyor: Füzelere gece dürbünü takmak da mümkün. Bu durumda beş kilometre yerine bir kilometrelik mesafeden herhangi bir tankı
bir dakika içinde vurmanız mümkün. Hizbullah bu füzelerden yaklaşık olarak
150 adet kullandı. Alınan bilgilere göre tahrip edilen tankların sayısı da
150. Bazen direnişçiler bu füzeleri, askeri toplulukları vurmak için
ullanmak üzere komutanlarından izin istemişler. Bir keresinde Debel
bölgesinde kendilerine izin verilmiş ve kullandıkları tek bir füzeyle, bir
evde toplu halde bulunan ve direniş ateşinin kendilerine ulaşmayacağı
rahatlığı içinde olan 13 tane İsrail askerini öldürmüşler.Karadaki direnişe gelince, Hacir vadisi tam anlamıyla İsrail tanklarının mezarlığı haline geldi. Günü geldiğinde direniş olayları anlatılacak. Bu olayların görüntülenmesi açısından basın savaşı da kısmen başarılı oldu diyebiliriz. Buradaki zaaf noktası sadece füzelerin atıldığı yerlerin görüntülenebilmiş olması. Yine karadaki direniş bağlamında, tahmin edilenin çok çok ötesinde olaylar da yaşandı. Öyle ki sadece direnişçiler başlı başına bir efsane haline geldiler. Bint-i Cubeyl örneği tam bir övgü kaynağıdır. Uçaklar direnişçileri ev ev takip ederler. En nihayet şehrin direnişçilerden temizlendiğine ve bütün savaşçılara hâkim olunduğuna kanaat getirilir. Ancak karadan girip ilerlemeye çalıştıklarında direnişçiler yerin
altından üstünden çıkarlar ve iş tam tersine döner. Bu kez direnişçiler İsrail askerlerini ev ev kovalamaya başlarlar. Direnişçiler daha fazla askeri esir etmeye çalışırlar ancak bunda başarılı olamazlar.

Sadağında direnişçilerle ilgili anlatacağı daha çok şey var Seyyid Nasrallah'ın,
ama siyasetle ilgili konuştuğunda çok öfkeli görünüyor. Öyle ki kendisiyle
yapılan konuşmanın Lübnan'ın mevcut hali dışında, hangi konu olursa olsun
sınırlı olmasını istiyor gibi.

Konuşmalarından sezinlenen bir diğer husus ise Lübnan Cumhuriyeti'nin zgürlüğü yolunda en fazla acı çeken kişinin o olduğu. Vatanının toprağına en fazla bağlı olanın da o olduğu. Başarılı bir komutan ve vatanperver olmak isteyen kimse için topraktan daha doğru bir şahit olabilir mi?

Onunla konuştuğunuzda hırsızlığa, fesada, simsarlığa vs.ye bulaşmamış bir
adamın huzurunda olduğunuzu hissediyorsunuz. Eski veya yeni devir hiçbir
bürokratik engel ya da protokol resmiyeti yok. Konumunu, dışardan gelen
istihbarat bilgileri ile raporlara göre değil, halkının ve toprağının kendisine vermiş olduğu değerlere göre belirleyen bir adam.

Gerçekler Amerikan-İsrail çağının yükselişini gözleyenlerin boş bir ümitle
beklediklerini göstermekte ve de onları yalanlamakta...

(Onu bir telefonla olsun arayıp halini-hatırını sormayan ve ona başka
şeylerin olmasını dört gözle bekleyen kimi devlet adamlarının aksine o,
devletine ve vatanına bağlı bir devlet adamı.)

Lübnan sokaklarında zaferi kaybetme korkusu var mı? Ayrıca bu kadar ferdi, sosyal, ekonomik zarar ile tahrip edilen alt yapı ve binalar karşısında bu zaferi ne tür bir zafer olarak görüyorsunuz?

Lübnan'ın konumu ve mevcut görünümüyle ilgili olarak ana problem, vuku bulan
olayları veya olayların vardığı boyutları nasıl ve ne şekilde değerlendirdiğimiz. Bunu bir zafer mi yoksa hezimet olarak mı kabul ediyoruz? Eğer bunu bir zafer olarak kabul ediyorsak, bu zaferin boyutları ve kıymeti nedir? Verilen bunca kurban karşısında söz konusu zaferin boyutlarının doğru değerlendirilebilmesi için bu soru sorulmalı. Aynı şekilde şunu da diyebiliriz: Acaba bu zafer ışıltısının verdiği kurbanlardan mı almıştır, yoksa tersi bir durum mu söz konusudur? Bu konuyla ilgili bütün tartışmaların anahtarı burada yatıyor? Endişeye ve karmaşaya sebep olan neden savaşın sonuçlarını değerlendirme konusundaki ihtilaf. Bana göre, avaşın sonuçlarını değerlendirme noktasında bir objektiflik yok. Bu konuda farklı görüşler serdeden birçok kimsenin görüşlerinin perde arkasında
siyasi, mezhebi ve hizipçi sebepler yatmakta. Arap ve İslam âlemini ele alalım. Savaşın gidişatını ve sonuçlarını objektif bir şekilde okuyup değerlendiren birçok strateji uzmanına bakarsak, hepsinin Lübnan'ın ve direnişçilerin zafer kazandıkları konusunda görüş birliği ettiklerini görürüz. Bundan da öte bizzat İsrail'e uzanalım. Okuyabildiğim kadarıyla İsrail içinde de İsrail'in Lübnan'da tam bir hezimete uğradığı konusunda ittifak söz konusu. Genelkurmay Başkanı Dan Halutz dahi kendisini savunurken, İsrail ordusunun bu savaşta eksik ve yetersiz kaldığını itiraf etti. Konuşmaktan da kaçındı. Konuşmaktan kaçmak yenilgiyi alttan alta kabul etmek sayılır. Ancak buna rağmen olup bitenlerle ilgili Lübnan içinde çok farklı okumaların yapıldığını görüyoruz. İşte sizin sorunuzun işaret ettiği endişeyi uyandıran sebep tam anlamıyla budur. Bazılarının zaferi peyderpey karalama, bazen insanları galeyana getirerek, bazen de onları korkutarak
zaferin parıltılarını tamamen söndürmeye çalışma gibisinden önkoşullu
iyetleri olabilir. Vakıa bu.

Burada şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Kendisini muzaffer olarak kabul
ettiğim Lübnan'ın, daha dakik bir tabirle Muzaffer Lübnan ile Lüban'ın muzaffer olduğunu kabul edenlerin ve kendilerini de Lübnanlı olarak görüp, zaferin oluşmasında katkıları olduklarına inananların -ister Müslüman ister ıristiyan, ister farklı guruplardan veya farklı siyasi akımlardan olsun- yapmaları gereken şey, bu zaferi muhafaza etmek; yine bu zaferin mezhep, siyaset ve hizipçilik sokaklarında yitmesini engellemek için olabildiğince çalışmaktır. Bu büyük bir sorumluluktur ki, "zaferi korumak bazen zaferi kazanmaktan daha zordur" denilmiştir. Şunu da ekleyebilirim: Dünyanın herhangi bir yerinde zaferi korumak, zaferi kazanmaktan çok daha zor olabilir ancak bu durum Lübnan'da çok çok daha zor gibi görünmektedir. Şimdilik bu kadar bir cevapla yetiniyorum.

İsrail tarafını ele alacak olursak; bu savaşın getirdiği sonuçlar İsrail'in bölgedeki stratejik yapısını nasıl etkiledi? Acaba 12 Temmuz öncesindeki İsraille 12 Temmuz sonrasındaki İsrail aynı kalabilecek mi?

Bu durum bizim, olan biteni nasıl değerlendirdiğimizle alakalı bir şey. Olan
biteni nasıl anlamalıyız? Bunu doğru yapabilirsek savaşın sonuçlarını ve etkilerini az çok tahmin edebiliriz. İsrail tarafında olanı sizlere kısa bir şekilde özetlemem mümkün. İnanıyorum ki bu zafer umumi anlamıyla stratejik ve tarihî bir zaferdir. Kanaatimce bunun, İsrail-Filistin ölçeğinde, Arap dünyası ve bölge ölçeğinde önemli sonuçları ve etkileri olacaktır. Sanıyorum bu zaferin stratejik sonuçları ve önemli neticelerini keşfetmek ve kavramak için henüz vakit erken. Öyle gözüküyor ki bu zaferin Irak'tan İran'a ondan da öte bütün Arap dünyasına yansıyan önemli sonuçları olacaktır.

Sorunuzu cevaplarken İsrail-Filistin meselesi üzerinde de özellikle duracağım. İsrail ile olan savaşta bu mesele önemli bir yer tutmaktadır. Bu savaş İsrail varlığını ve yapmış olduğu planları bir noktada can evinden vurdu. Bunu birçok kişi söylemektedir. Her devletin bir ordusu vardır denilir. İsrail hariç, çünkü İsrail, (ekstradan) devleti olan bir ordudur. İsrail'in varlığını asker oluşturmaktadır. Gerçekte büyük ve devasa askerî bir kışladır. İsrail'in varlığında, emniyet, istikrar, umut vs. hemen hemen her şey ordudur, orduya endekslenmiştir. İsrail halkının İsrail ordusuna olan güveni İsrail ordusunun kendisine olan güvenidir. Bu güvenin kaynağı da -ister reel anlamda olsun isterse düşmanlarının gözünde yapmacık/sunî bir güç olsun- ordunun gücünden gelmektedir. Bazen bu, gerçek bir güç olmaz, aksine karşı tarafı güçsüz ve zayıf olduğuna, dolayısıyla hezimetin kaçınılmaz olduğuna ve yenilmez bir orduyla karşılaşmasının mümkün olmadığına inandırmakla olur. Daha önce yapılan Arap-İsrail savaşları İsrail ordusunun kendine güvenini ve halkının da ona güvenini artırmıştı. Mesela biz İsrail ordusu karşısında halkımıza ve direnen çoğunluğa bakarak savaştık. O zaman için savaşan Araplar ise, bütün bir Arap âleminin
karşısına İsraili koyup öylece savaştılar, bundan dolayı da İsrail ordusunu
bir efsaneye çevirdiler.

Fakat 2000 yılında bu efsane sarsıldı. Ancak İsrail, şu veya bu şekilde ordusunun itibarını yeniden sağlamak için bir fırsata ihtiyacı olduğunu söyledi. Ama bu sefer Lübnan-Arap şüphesi baş gösterdi. Öyle ki bazı Arap liderler İsrail'in 2000 yılında Lübnan'dan yenilmiş olarak çıkmadığını aksine 425 nolu kararı uygulamaya ikna olduğu için bölgeden çıktığını ifade etti. Başkaları ise İsrail'in, Lübnan, İran, Suriye ve İsrail arasındaki bir el sıkışma/ barış sonucu bölgeden çekildiğinden sözetti. Hatta bazıları bunun da ötesine geçtiler. 2000 zaferiyle ilgili şu da söylenebilir: 18 yıldan beridir süren uzun savaşa katılmış olan direniş, düzenli bir orduyu bölgeden çıkmak zorunda bırakmıştır. Bu bir zaferdir ancak sınırları budur. Tam anlamıyla stratejik sonuçlar doğurmamıştır. Ama olup bitenler, görüşme masalarında tartışılan savunma stratejileri ile ilk günlerde söylenen bazı şeylerin yanlışlığını ortaya koydu. Nitekim halkın direnişi uzun ve kanlı bir savaş yoluyla topraklarını özgürlüğe kavuşturabilir, ancak toplu kıyıma
girişmiş bir gücün karşısında tutunamaz. Yine İsrail ordusu karşısında bir şehrin işgalini veya bir şehrin düşmesini engelleyemez diyorlardı.

2000 yılında bir tartışma hüküm sürüyordu. Şimdi bu sonuçtan sonra tartışma
kalmadı. 18 yıllık direnişin akabinde direniş Arap âleminde çok büyük bir saygınlığa ulaştı denilebilir. Ancak gerçek bir efsaneye dönüşemedi. Geçen
u 33 gün zarfında ise durum tamamen değişti. Efsane haline gelmiş İsrail ordusu yenilginin, kaybın ve karmaşanın örneği oldu. Bazılarının 48 saat içinde ezilir diye vakit tanıdığı direniş ise tam bir efsaneye dönüştü. İşte varlığın üzerine bina edildiği temel esas budur. Şimon Perez'in de uzun tecrübeleri sonucu anladığı nokta bu idi ki "bu bir ölüm kalım meselesidir" diyordu. Şimdilerde İsrail içinde tartışılan mesele de budur. Bu telafi edilmezse, yani İsrail kamuoyu kendisini tatmin edecek ve güvenlerini tazeleyecek bir şeye ulaşmazsa, öyle tahmin ediyorum ki güvenlik, maneviyat, ekonomik, siyasi ve hatta demografik platformlarda ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalacak. Bu da şu anlama geliyor: Halk bu yapıya, yani kendisini koruyan orduya olan güvenini yitirirse ki bu, bir bakıma o yapıyı koruyan çelik kale gibi görünmektedir, bu durumda birçok kâr odağı çöküşe geçecek, göçler başlayacak ve siyasi parçalanmalar baş gösterecek.

Bugün itibariyle Olmert, Perez ve muhalefette yer alan daha başka parti liderlerinin ve hatta partilerin geleceğinde çöküş görünüyor. Bunların en başında da Kadima geliyor ki bu parti geleceği tamamen çöküş kokan bir partidir. Bu sonuçları açıklamakla yetinip daha başka boyutlara uzanmamam yeterli olur kanaatindeyim. Bunun tarihi ve stratejik bir zafer olduğu konusunda bu noktalar yeterli, sözü daha fazla uzatmış olmayayım.

Bugün itibariyle İsrail içinde bu sonuçlar konuşuluyor. İsrail'in bazı uzman tratejistleri de bunları konuştu, konuşuyorlar. Aynı şekilde bazı Arap yöneticiler de bunları konuşuyor. Evet, İsrail Arap rejimlerini korkutuyor idi. Direniş toprakları özgürleştirebilir ama böylesine devasa bir gücün karşısında duramaz deniliyor idi. Aslında direnişin özelliği sadece direnmiş olması değil. Bilakis asıl önemli olan İsrail'e utanç verici ve büyük çapta kayıplar verdirmiş olması. Bunu İsrail veya dünya kamuoyundan gizlemeleri mümkün değil. Uygulanan basın sansürünü de hatırlatmak isterim.

Öyleyse şunu demek gerekiyor: Savaş dediğimiz zaman bunun derininde irade
savaşı yatar. Direnişin iradesi dimdik idi ve İsrail'in iradesi hepten sarsıldı. Bunun en açık delili de İsrail'in savaşı durdurmaya mecbur kalması. Uluslar arası baskılar İsrail'i durdurdu diye inananlar veya bu düşünceyi onaylayanlar vehim içindedirler. Böyle bir şeye inanan kimse, kusura kalmasın ama dünyadaki siyasi döngüyü ve işlerin akışını bilmiyor demektir. Savaşı durduran en önemli faktör, özellikle savaşın son günlerinde yaşanan kara saldırısındaki açık yenilgiydi. İsrail'in aldığı kayıplar da cabası. Korkulan bir diğer nokta da İsrailli siyasi ve askeri liderlerin orduyu ve devleti daha feci bir duruma sürükleyebilecekleriydi. Uluslar arası seslere kulak vermeleri ek bir şeydi. Bush ile Olmert idaresi, savaşın bir-iki hafta daha uzatılmasında fayda görseler ve olayın kendi lehlerine
dönebileceğine inansalardı savaşı kesinlikle sürdürürlerdi ve de savaş Pazartesi günü sona ermezdi. İşte bu durum savaş stratejisinin daha derinlemesine incelenmesini gerektiriyor ki İsrail halkı da bu yüzden kendi ordusuna karşı güvenini tekrar gözden geçirmeye başladı. Ayrıca bu direniş, Arap halkları ve özellikle de Filistin halkının, direniş yoluna olan güvenlerinin güçlenmesine de sebep oldu. Bana göre bu savaş, orta veya uzak ölçekte İsrail'in varlığını çok ciddi bir şekilde etkileyecek. Tabi ki bu etkiler çok yakında ve hızlı bir şekilde olacak diye bir şey iddia etmiyorum, zaten kimse de böyle bir şey iddia etmiyor.

İç meselelerini hallettikten sonra İsrail'in tekrar Lübnan'la veya daha
kolay bir lokma gibi görünen Suriye ile yeni bir savaşa gireceğini düşünüyor musunuz?

İsrail'in düşmancıl tabiatına özel bir vurgu yaptıktan sonra "mümkün veya mümkün değil, olabilir veya olmayabilir" dediğimde bu durum İsrail'in tabiatıyla veya niyetiyle birebir ilgili olmaz. Bilakis böyle bir durum İsrail'in imkânları ve kendisine sunulan fırsatlarla ilgili bir şeydir. Yaşanan savaşa biraz olsun göz atarsak değerlendirmelerimize yardımcı olabilir. Bu savaşın hedefinde Hizbullahı zapt altına alma düşüncesi vardı. Direkt ve başat hedef buydu. Bir diğer hedef Lübnanı tam anlamıyla İsrail'in iradesi doğrultusunda hareket eden Amerikanın boyunduruğu altına sokmaktı. Bu hedef Amerika ve İsrailliler tarafından daha ilk günlerden açıklanmıştı. Ben tahlil yapmıyorum veya yorumda bulunmuyorum. Söyledikleri bir şey var, ortada dile getirmiş oldukları açık metinleri var ki bunların yoruma ihtiyacı yok. Buna rağmen İsrail, Hizbullahı zapt altına almaktan aciz kaldı. Bu en büyük hedefti gerçekleştirilemedi. Hizbullahı ve askeri alt
yapısını tamamen yok etmek, elindeki füzeleri almak, Hizbullahı Lübnan'ın ve
Litani'nin güneyinden tamamen çıkarmak, esir edilen iki askeri kayıtsız
artız geri almak gibi hedefleri ise bir kenara bırakalım. Açıklanan bu hedeflerden hiçbirini gerçekleştiremedi. Bir şeyler yaptığını söyleyen Olmert'in en son icraatı beni savaş boyunca sığınağa mahkum ettiğini söylemek. İsrailin savaşla hedeflediği şeyler beni bir sığınağa mahkum etmekle son buldu. Bu denli uzun ve geniş çaplı savaş, gerçekleşen bu hedefle sonucuna ulaştı. İsrail bu savaşta -bütün gücünü demeyeyim ama- gücünün en önemli ve en büyük kısmını kullandı. Silah olarak kullanmadığı tek şey atom bombasıydı. Onun haricinde kullanmadık bir şey bırakmadı. İsrail'in sahip olduğu her türlü helikopter ve uçak bu savaşta kullanıldı. En son model tanklar kullanıldı. Gazze'de bulunan birçok birimler buraya kaydırıldı. Kısacası getirmedik ve kullanmadık silah bırakmadılar. Aynı
zamanda 40 bin kişilik bir orduyla geldiler. Üç gurup yedek idi. Saldırılarına gelince; 9 bin hava saldırısı düzenlediler. 33 gün içinde 175 bin bomba kullandıklarını söylediler. Saldırı yelpazesi gerçekten de çok genişti. İsrail uçak füzelerinin stratejik stokları tükendi, öyle ki imha için depolara koydukları füzeleri dahi çıkarıp kullandılar. İsrail sadece akıllı füzeler konusunda değil, uçaklarla kullanılan her türlü füze konusunda Amerika'ya muhtaç oldu.

Yukarıdaki tafsilatın özeti şudur: İsrail, gücünün çok önemli bir bölümünü kullandı. Düşünsenize yüzlerce uçak Lübnan'ı bombalıyordu. Ancak bütün hava
güçlerini devreye sokup Lübnan'ı bombalayamazlardı. Çünkü Lübnan'da vuracak hedef kalmadı. Lübnan küçük bir yer ve İsrail'in bütün uçaklarını çıkarıp burada kullanması olanaksız. Bu denli bir güçle, arkasında da Amerikayla ve
de uluslar arası odakların yardımıyla, bundan da öte Arapların ölü sessizliği içinde geldi saldırdı. Biraz mütevazi olalım ama yine de gelip yenilgiyi acı bir şekilde tattı. Birçok kayıp vermekle birlikte ordusunun da, tankının da silahının da adını batırdı. Öyle ki İsrail'den Mirkava-4 tankları almak isteyen bazı ülkeler siparişlerini geri çektiler.

Savaş sırasında halkın direnişi zırhlı tankı bir tabuta çevirir. Lübnan'da çektiğini çeken İsrail yeni bir savaşa girer mi? Bana göre bu biraz uzun zaman ister, savaşa girip girmeyeceğini bu noktadan hareketle olumsuzluyorum. Bildiğim şu ki tekrar Lübnanla bir savaşa girmeye çalışırsa uzun boylu binlerce hesap yapması gerekecek. Özellikle de Lübnan içindeki problemler hallolur ve UNIFIL güçleri ile Lübnan güçleri bölgelere dağılırsa ve de UNIFIL güçleri direnişin silahına dokunmazsa daha uzun ve daha derin hesaplar yapması gerekecek.

İsrail'in başka bir bölgede savaşa girip girmeyeceği meselesine gelince; bunu yapacağını tahmin etmiyorum. Suriyeye karşı verilecek savaşın daha kolay olacağını düşünenler yanlış yapmış olurlar. Nitekim İsrail Lübnan'a karşı savaşırken, bazılarının yaptığı gibi İsrail de Suriyeyi hafife alıyor gibiydi. Hayfa, Ufule, Hudayra bölgelerini vuran füzelerin Suriye üzerinden gelen füzeler olduğunu açıklamasına rağmen İsrail Savaş Bakanı birkaç gün boyunca Suriye cephesini açmak istemediklerini vurguladı durdu. Bu bir işaret ve daha başka önemli işaretler de var. Suriye, İsrail benim kara sınırlarıma yaklaşırsa savaşa girerim dediğinde İsrail Suriyeye yaklaşmadı. Şebaa bölgesini ele geçirirse direniş karşısında daha fazla güç kazanacağını bildiği halde bunu yapmadı, buna cesaret edemedi ki burası çök önemli bir bölgedir. Bu da İsrail'in Suriyeyi savaşa sokmak veya Suriye ile savaşa girmek için çok daha büyük planlar yaptığını gösteriyor. Bu daha büyük ve daha ince hesaplar gerektiriyor. Ben şahsen, İsrail'in Lübnan veya Suriye ile savaşa girmek için çok daha uzun bir vakte ve iyiden iyiye düşünmeye ihtiyaç duyduğu yönlü görüşe katılıyorum. Bana göre İsrail'in özellikle üzerinde duracağı ve böylece imajını tazelemeye çalışacağı tek zayıf nokta Filistin'dir. Ayrıca Lübnanda zaferi sağlayanları ilerleyen süre içinde önemli işler yapmaktan ve Filistine destek vermekten alıkoymaya çalışmaktır. Çünkü Filistin, her ne kadar başı dik ve maneviyatı yüksek olsa da çok zor şartlar içindedir. İsrail de gücünü en fazla burada yoğunlaştıracaktır.

"Hizbullah'ın silah dosyası", "eğer sonuçları önceden tahmin edilseydi bu savaş olmazdı açıklamanız", ayrıca Olmert'in bu konuyu içerden nasıl kullandığı meselelerini irdeleyecek olursak, neler söyleyebilirsiniz?

New Tv'de yapmış olduğum konuşma, savaş esnasında söylemiş olduğum şeyleri birebir pekiştiriyordu. Bu konuyu tafsilatlı bir şekilde dile getirmiştim ki
bu konuşma, bilseydik veya tahmin etseydik eksenliydi. Ancak ne yazıktır ki
konuşmanın bazı bölümleri siyasi bazı durumlardan ve buna bağlı olarak yapılacak yorumlardan dolayı kesildi.

Binaenaleyh, dile getirdiğim şeyleri tekrarlamak istersem şunları söyleyebilirim: Ben o zaman, iki esir operasyonundan dolayı Temmuz ayında savaşa giren İsrail'in normalde Ekim ayında savaşa gireceğini açık bir şekilde belirtmiştim. Eğer bu savaşa Ekim ayında girseydi, facia Lübnan ve bölge açısından çok daha büyük olurdu. Ayrıca savaşın sonuçları da çok çok daha kötü olurdu. İki esir operasyonu bilmediğimiz bir şekilde (ki ben bu konuda gayet şeffaf idim) İsrail'in önceden hazırlamış olduğu savaş planını boşa çıkardı. Ancak savaş takvimi, bir takım hazırlıklar ve diğer sebeplerden dolayı sonbaharın başları için planlanmıştı. Bundan dolayı ben gayet net idim ve bu savaşın iki esir için yapılmadığını söylemiştim. Bu savaş Amerika ve İsrail kararıyla iyiden iyiye planlanmış, belirli odaklar tarafından üstü örtülmüş ve belirli mihraklar tarafından da yönetilmesi
düşünülmüş bir savaştı. Temel olarak bekledikleri şey uygun bir gaflet anıydı. Kısacası bu savaşın belli bir senaryosu vardı. Yaşanan senaryo ise kararı alınmış ve önceden planlanmış olan senaryo değildi. Ancak iki esir operasyonu apıldığında ve bu kadar kayıp verildiğinde İsrailliler korkuya kapıldılar. arşılarında bir vakıa vardı. Ya olup biteni sineye çekeceklerdi, ya da daha önceden planlanmış ve sonbaharın başlarında başlatılması düşünülmüş olan savaşa gireceklerdi. Bizim aldığımız bilgilere göre İsrailliler, daha ilk günden Amerikalılarla yaptıkları görüşmeler neticesinde -normalde Ekim ayında yapmayı düşündükleri- savaşa, daha erken girme kararı aldılar. Biz, bekledikleri gaflet anını ve bu fırsatı boşa çıkarmış olduk. Çok dikkatli bir şekilde hazırlanmış oldukları takvimden farklı bir zamana mecbur kıldık onları. Dolayısıyla bizler savaşa hazırlıklı bir şekilde girdik, onlar ise planladıklarının haricinde olduğu için
hazırlıksızdılar. Bu bir yana, eğer savaş Ekim ayında olsaydı sebepsiz ve
gerekçesiz bir şekilde başlamış olacaktı. Ve eğer İsrail Ekim ayında Güney
Lübnan'a gelip oradan işgal altındaki Filistin'e füze yağdırsaydı buna kim dur diyecekti. Tabi ki bu durum karşısında rahatsız olacak tek yapı Hizbullah'tı. Kısaca, aslında savaş Ekim ayında başlatılacaktı ve bahanesi de olmayacaktı. Doğruyu söylemek gerekirse İsrail'in bahaneye falan ihtiyacı da yok. Zira mutlak manada Amerika'nın gücünü arkasına almış bir durumda. Ekim ayında açacağı savaşa teröre karşı savaş der ve kendince buna meşru bir zemin oluştururdu. Yahut kendimi savunuyorum, güvenliğimi sağlıyorum gibisinden bahaneler uydururdu.

Evet, iki esirle ilgili operasyonu düzenlediğimizde amacımız İsrail'in Ekim ayında başlatacağı savaşı Temmuz ayında başlatmasını sağlamak değildi derken doğruyu söylüyordum ve gayet nettim. Böyle bir niyetimiz yoktu, bunu tekrardan vurgulayayım. Bizler, Amerika ile İsrail'in şöyle ya da böyle birgün bize karşı bir savaşa girişeceğini ve bunun tam bir kıyım için olacağını tahmin ediyorduk. Ancak bunun tam anlamıyla ne zaman olacağını bilmiyorduk. Sadece ortamı, siyasi gelişmeleri ve bazı verileri değerlendiriyorduk.

Şimdi bana yöneltilen, 11 Temmuz öncesine döndüğümüzde, iki esir olayının bu
denli büyük bir savaşa sebep olacağını bilseydiniz yine de bu olaya girişir miydiniz sorusuna evet desem yalan söylemiş olurum. Bazı kendini bilmezler de bu sözü dillerine dolayıp, "Şunlara da bakın ne insan kanına ne de vatanlarına saygıları var" derlerdi. Çok basit bir şekilde bu sorudan kaçabilirdim. Şimdi de bu savaşın hiçbir şekilde iki esir dolayısıyla olmadığını söylüyorum. Ancak bu sorunun insanların zihinlerinde yer ettiğini ve savaşla ilgili olduğunu bildiğim, ayrıca hakikati açıklama noktasında kendimi mesul hissettiğim için bu soruya cevap vereceğim. Evet tekrar söylüyorum, eğer böyle bir şeyin olacağını bilseydik böyle bir zaman diliminde iki esir operasyonuna girişmezdik. Fakat bu sözlerimi hangi bağlamda söylüyorum? Öncelikle iki esirden dolayı böyle bir savaşın olabileceği ihtimal dâhilinde bile değildi. Dünya üzerinde hiç kimse de iki
esirden dolayı böyle bir savaşın olabileceğini tahmin etmezdi. Zira bu savaşın iki askerin esir alınmasıyla alakası yok. Bu savaş, her türlü mantık, hukuk, akıl ve mizan kurallarının dışında bir şey. Bütün Arap-İsrail savaşları, İsraille yaşanan direniş tecrübeleri ve hatta tarihteki bütün dünya savaşları, iki askerin esir edilmesinin böyle bir savaşa götürmeyeceğini, götürmediğini gösteriyor. Evet esirler, şöyle ya da böyle kesin bir şekilde yaşanacak olan bir savaş için fırsat bilindi. Bana göre bu durum bizim ve Lübnan'ın maslahatına daha uygun düştü. Zira İsrail, zaten gireceği ve planlarını yaptığı bir savaşa acele bir şekilde girdi.
Binaenaleyh, çarpıtılması ve kesilmesi mümkün olmayan cümleler kuracak
olursam şunları söyleyebilirim: Bizler öngörülerimizde yanlış yapmadık. Hesaplarımız doğru ve gayet dakikti. Ayrıca pişman da değiliz. Bazı İsraillilerin iddia ettiği gibi, ne pişmanlık ve ne de yenilgi konuşmaları yapmadım. Aksine benim konuşmalarım daha ilk günden itibaren hep zafer konuşmalarıydı. Bunu defalarca söyledim. Olup bitenler, operasyon kararı ve sebep olduğu şeyler amamen İlahî bir lütuftu. Eğer o iki askeri esir almaya gitmeseydik ve gaflet içinde kalsaydık, savaş da Ekim ayında başlasaydı bugün Lübnan tamamen başka bir Lübnan olurdu. Veya Talal Selman'ın da dediği gibi İsrail bambaşka bir İsrail olurdu. İsrail gaflet anını değerlendirir ve başka yolları da kullanarak Lübnan'ı vurur, direnişi denetim altına alırdı. Böylelikle de Lübnan tamamen İsrail ile Amerika'nın denetimi altına girerdi. Bu da ilerleyen süreç içinde Filistin direnişine çok büyük darbeler vururdu. Suriyeyi ve daha da ötesi bütün Arap âlemindeki direniş potansiyelini çok olumsuz bir şekilde etkilerdi. Bu sebeple tekrar ediyorum: Pişman değiliz ve herhangi bir hata da yapmadık. Değerlendirmelerimiz ve öngörülerimiz doğruydu. Olup bitenler ise bizim değerlendirmelerimizden çok daha önemlidir. Evet bütün bu planları, temel yönlerini bir kenara bırakıp kendimizi bir köşeye hapsetsek, ondan sonra ihtimaller üzerinde dursaydık veya şunu yapsak mı yapmasak mı deseydik yapmış olduğumuzu kesinlikle yapamazdık. Bunun en mantıklı cevabı budur. Aynı şekilde olayı iki askerin esir edilmesi operasyonuna ve buna karşı verilen tepkiye endekslesek, gerçekte Temmuz ayında vuku bulan olayların ve mantık mizanının dışında kalırdık.

İsrail'in 12 Temmuz öncesinde Gazze'de Filistinliler tarafından kaçırılan
bir askeri için büyük bir tepki gösterdiği söyleniyor. Siz bundan bir işaret çıkarmadınız mı?

O kadar bir tepkiye hazırdık ve tahmin ettiğimiz de o kadar bir şeydi. Tahmin ettiğimiz tepkinin hacmi, intikam yollu ve sınırları belli bir tepki olacağı yönündeydi. Gazze'de olup biten de bu kadar bir şeydi, fazla değil. Nitekim İsrail Gazze'de toplu bir kıyıma girişmedi veya Gazze'yi tamamen yerle bir etmeye kalkışmadı. Kısacası Lübnan'da yaptığını yapmadı. Gazze'de esir edilen İsrailli asker olayının Lübnan'da esir edilenlere karşın çok daha utanç verici bir durum olduğunu da biliyordu. Bunu Filistinlilerin imkânlarıyla Lübnandaki direniş gücünün imkânlarını karşılaştırarak söylüyorum. Bizler, Lübnan'da gösterilecek tepkinin Gazze'de gösterilen tepki kadar veya biraz daha fazla olacağını tahmin ediyorduk. Ancak İsrail'in Lübnan'da yaptığı şey bir tepki değil, önceden tayin edilmiş bir savaşın aceleye getirilmiş haliydi. Ayrıca Gazze'deki aylık şehit sayısını ele alalım. Yapılan bir sayıma göre İsrailli askerin esir alınmasından önce
Gazze'de verilen aylık şehit sayısı otuz ila kırk arası. Söz konusu olaydan
sonra da değişen bir şey olmadı.

Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim: Anladığım kadarıyla İsrail bu konudan yararlanmaya çalışıyor. Örneğin Olmert'in bu konuyu diline dolaması, tahkik komisyonu karşısında kendini haklı çıkarmak veya problemlerden sıyrılmak istemesinden. Benim ise böyle bir niyetim yok. Ben insanların ihtiyaç duyduğu ve kendi gözleriyle gördüğü bir konuda doğru ve net bir şekilde konuşuyordum. Olmert'in böyle bir noktadan yararlanmaya çalıştığı bir sonuç olarak bana bildirildi, kendim de okudum. Olmert'in bundan yaralanmaya çalışmasına engel olmuyorum. Zira bize, bu (siyonist) varlığı idare eden ahmak, zayıf ve aptal bir hükümet lideri mi, yoksa muhalefette yer alan akıllı, güçlü ve zeki bir lideri mi tercih edersiniz diye sorulsa, elbette ki ahmak ve aptal olanını deriz.

Benim bazı sözlerimi kırpıp bundan yararlanmaya çalışmasını Olmert'e çok görmem. Ama Arapça'yı çok iyi anlayan ve benim bu sözlerimin hangi bağlamda sarfedildiğini bilen kimseler için aynı durum söz konusu değil. Onların bu sözlerimi yanlış anlamaları ve tabii seyrinden çıkarmaları esef verici. Dolayısıyla bu konuda daha fazla konuşmak istemiyorum. Zira çok üzücü bir durum.

"1701" nolu karar çıktıktan sonra birçok karışıklık yaşandı gibi. Karışık bir karar, karışık bir manzara. Hizbullah'ın silahının korunması önceliğine yaptığınız vurgu ve "1701" merhalesinden sonra, ele geçen ilk fırsatta bir yol arayışına girmeyi düşünmüyor musunuz?

Burada iki şık var: Birincisi güney bölgesinde işlerin istikrara kavuşmasıyla alakalı. Bana göre manzara gayet açık. Lübnan ordusu sınır bölgelerindeki yayılımını tamamlayacak. İsrailli askerler çekilecek ve belirlenen UNIFIL askerleri Lübnan ordusu ile Lübnan hükümetinin üzerinde anlaşma sağladığı bölgelerde yayılacak. Nehrin güney kısmında Lübnan ordusu ile UNIFIL güçlerinin ulaşabileceği uluslar arası sınırlar olacak. Esas itibariyle direnişin siyasetinde silahlı görünümden uzak durmak var. Şimdi ise durum Lübnan ordusu ve Lübnan devletinin resmi bir şekilde olaylara tamamen el koymasını gerektiriyor..

Daha önce de söyledim ve yine tekrarlıyorum: Hizbullah'ın temel görevi Lübnan ordusuna yardım etmek ve ona destek vermek olacaktır. Ama İsrail tekrar gelmeyi denerse gizli bir şekilde varlığını sürdüren direniş güçleri -ki bunun temelini halk oluşturur- yeniden direnişe geçecektir. Bu konuda hiç kimseden de izin beklemeyecektir. Zira bu meşru bir müdafaadır..

UNIFIL güçleriyle ilgili olarak, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, görevlerinin Hizbullah'ın silahını toplamak olmadığını söyledi. Bu gücün görevi Lübnan ordusunun bölgedeki yayılımına yardımcı olmak. Bu gerçekleşirse herhangi bir problem yok demektir..

İkinci şıkka gelirsek, yani Hizbullah'ın silahı meselesine: Savaştan önce ve savaştan sonra bizler, bu konu tartışılmaz demedik. Görüşmelere açığız. Nebih Berri son konuşmasında hem kendi ve hem de bizim adımıza ilerleyen süreç içerisindeki vazifemiz vatanı savunma yolunda bir birliğe ulaşmaktır dedi. Bu yolda bir strateji belirlenmesi gerektiğini vurguladı. Dolayısıyla öncelikle bu konudaki tartışmanın tamamlanması lazım. Bizler bu tartışma mevzuunda kimsenin yolunu kesmiş değiliz. Hatta yaptığım son basın açıklamasında bizler ilelebet bu silahı muhafaza etme niyetinde değiliz dedim. Direniş, devletin oluşturduğu boşluğu dolduran bir alternatifti. Gelin güçlü, etkin, direnebilecek ve halkını da koruyabilecek bir devlet oluşturun. (Bu bir çözüm yoludur, ister kabul edilsin ister edilmesin.) Direnişin silahı konusunda son kararı verecek olanlar direnişin silahı konusunda tartışmaya kapı aralayanlardır. Öyleyse bizler vatanımızın geleceği için ortaya konulacak ve üzerinde anlaşılabilecek bir antlaşmaya açığız. Kapıyı kapatmış değiliz. Yeter ki makbul bir çözüm önerilsin.

Silahların ve füzelerin geleceği ne olacak? Bu konuyla ilgili herhangi bir
tahkikat var mı?

1996 yılı Nisan saldırısından bu yana bu füzeleri muhafaza ediyorduk. Yani on yıldır bunları kullanmıyoruz. Bu füzeler, temelde günlük operasyonlar için değil. Günlük operasyonlar olsa bile kullanılmıyor. Bu füzeler bir savaş çıkması durumunda kullanılıyor. 1993, 1996 ve 2006 yıllarında olduğu gibi. Direniş bu silahları sadece İsrail'in Lübnan'a savaş açtığı durumlarda kullandı. Şimdi söz konusu sorunun cevabı burada. Bunları ne mi yapacağız?1996 ile 2006 yılları arasında muhafaza ettiğimiz gibi, kullanmaksızın muhafaza etmeye devam edeceğiz. Zira bu füzeler, Lübnan'a karşı yapılacak geniş çaplı bir askeri harekât haricinde kullanılmadı, kullanılmayacak.

Lübnan'a karşı yeni bir saldırı durumunda ordunun mesuliyeti kendini savunmaktır. Direniş güçleri de bir halk gücü olarak kendini savunmak zorundadır ve bu bir sorumluluktur. Fakat bu konu geleceğe bırakılmış bir konudur. Biz bu tür meselelerin kategorize edilip tartışılmasına karşıyız. Yani şu silahları ne yapacağız, şu gençleri ne yapacağız gibisinden tartışmalara girmek doğru değil. Böyle bir şeye de karşıyız. Meseleyi kategorilere ayırıp tartışmak pratikle örtüşmediği gibi şerefli bir yol da değildir. En doğrusu geniş kapsamlı bir tartışmaya girmek, olup bitenler ve yaşanan tecrübeler sonucunda şunu söyleyebilmektir: Eğer İsrail gelecekte Lübnan'a savaş açarsa Lübnan, varlığını, istiklalini, güvenliğini ve bağımsızlığını müdafaa etmelidir ve bunun için her şeyi kullanmalıdır.

Muhammed Furkan / Dünya Bülteni



Bu haber 258 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,458 µs