iyibilgi özel" /> iyibilgi özel"/>

En Sıcak Konular

Karşılaşma zamanı: İlacımız biziz!

25 Eylül 2007 09:59 tsi
Karşılaşma zamanı: İlacımız biziz! Biz birbirimizle sorunluysak şifayı da birbirimize borçluyuz. Karşımızdakinin şifasını kendi bünyemize taşıyoruz... Esayan ile Karşılaşma üzerine... iyibilgi özel

Dün bu sitede önemli bir röportaj yayınlandı... Markar Esayan ile yapılan o röportajın ikinci bölümünü hazırlarken iyibilgi.com olarak şunu farkettik: Bugün yaşadığımız problemler geçmişten bağımsız değil. Malezya tartışmasında da geçmişimizde ve şimdi yaşadığımız Ermeni tartışmalarında da sorunumuz aynı aslında... Birbirimizin gözlerine bakamıyoruz. Markar Ermeni sorunumuza bakışımızı anlatırken, bugünkü "Malezya" tartışmasına da ışık tutuyor... Yaklaşımımızı sorguluyor, birbirimize nasıl yaklaşmamız gerektiği ile ilgili bizlere ışık tutuyor. Karşılaşma adlı romanında da, röportajda da söylediği çok basit aslında Markar'ın: Biz birbirimizle sorunluysak şifayı da birbirimize borçluyuz. Karşımızdakinin şifasını kendi bünyemize taşıyoruz.

Röportajı yayınlamaya devam ediyoruz:

Birinci bölüm: Karşılaşma: Zehirli dile karşı panzehir!

Peki, Karşılaşma’yı nasıl yazmaya karar verdiniz? Hrant Dink’e adanmış ama onun ölümünden önce yazılmaya başlanmış sanırım.

Evet, daha önce başlamıştım ve Hrant öldüğünde tam bitmemişti. Bir süre ara vermiştim. Tekrar dönmüş ve çalışmaya başlamışken Hrant öldü. Açıkçası bizim Agos projesinde yaptığımız da buydu. Yani Agos’un çıkması zaten yine bu karşılaşmayı sağlamak amacını taşır. “Biz buradayız, biz buranın halkıyız. Biz buranın sorunlarını önemsiyoruz, bizim sorunlarımızı da önemsemenizi istiyoruz. Karşılaşmak istiyoruz, tekrar bizi hatırlamanızı istiyoruz. Çünkü az da olsa hala varız ve buranın insanıyız… Sorunlarımız ve bizi dinleyin. Bizim adımıza konuşanlar doğru söylemiyor, biz kendi adımıza konuşmak istiyoruz” diyerek Agos’u çıkardık.

Dolayısıyla benim yazdığım da yapmaya çalıştığımız şeyler de bu amaca yönelik. Dolayısıyla Agos da böyle bir projeydi. Ben orada 1999’dan beri yazıyorum. Çok önemli bir kırılma yarattı Agos ve Hrant tek başına. Çünkü Hrant gerçekten halktan birisiydi ve halka bir proje gözüyle bakmıyordu. Onun yaptığı şey, sorunları bir şekilde maziye ve kendi kişisel mazisine bağlayıp insanlaştırmaktı. Ona gerçek bir şeyler katmaktı. İnsanların sayılardan ibaret olmadığını, birer gazoz kapağı olmadığını biliyordu. Ve duyguları çok çok önemsiyordu. Dostlarının kalbinin kırılmaması için çok hassastı, insanı çok önemsiyordu. Birbirimizi önemseyerek, birbirimizi severek de sorunlarımızı dile getirebileceğimizi, yani bir sorunu konuşmanın dostluğu bitirmek anlamına gelmediğini, hatta tam da tersi dostluğu pekiştireceğini düşünüyordu. Ben de aynı fikirdeydim. Dolayısıyla ciddi anlamda Hrant’ın hedef alınması, Agos’un hedef alınması tam da bu hepimizi barındıran dili kullandığı için oldu aslında. O bir şekilde öyle konuşurdu ki… Ne bu tarafın uçları, ne de diğer tarafın uçlarına göre konuşurdu. Bundan kimse memnun olmuyordu. Yıkılan bir köprüyü yeniden kurdu çünkü. Herkes aslında bunu yapmak istediğini söylerken aslında kimse o köprünün yeniden kurulmasını istemiyordu. Çünkü varlık nedenlerini bir şekilde bu düşmanlığın üzerine kurmuşlardı. Ama Hrant’ın söylediği şey, bir şeklide birbirinden kopmuş insanların bileklerini birbirlerine bağlayan bir dildi. Ben çok bilirim; hep söylenir. Hrant’la kavga etmeye gelmiş, milliyetçi duygularıyla Hrant’ın yazısına kızmış bir insan Hrant’ın en yakın dostu olup çıkıyordu oradan. Yaptığı bir büyü değil aslında. Dille yapıyordu bunu.

Pehlivan Usta nasıl kömürü altına çeviriyorsa, belki Hrant da bu nefreti sevgiye dönüştüren bir “simyacı”ydı yani…

Kesinlikle öyle…

Karşılaşma da aslında bir anlamda bunu yapmaya çalışıyor. Bütün nefret tohumlarını atıp, “biz de yıllardır buradayız, gerçeğiz, varız, birlikteyiz” diyor… Biraz Karşılaşma’daki Çöplük’ü konuşsak…

O çöplük gerçek Türkiye’nin küçük bir aynası. Yenişehir, Dolapdere semti Türkiye’nin çok karakteristik bir örneği. Küçük bir örneği. Ve gerçekten de öyle bir semt vardı. O zamanlar o insanlar bir arada yaşarlardı. Sorunları da vardı. O fakir semt, o çöplük, oradaki insanlar, oradaki fakirlik kader değildi. Eğer nefreti sevgiyle değiş tokuş edebilseydik o çöplük cennet olabilirdi. Pehlivan Usta’nın yaptığı da gerçekten oydu. Nefreti sevgiyle değiş tokuş eden bir yol bulmuştu. Bu da aslında birleşmekten geçen bir yoldu.

Rakım Efendi üzerinde bir lanet…  Türkiye’de şu anda insanların üzerinde bir lanet var mı sence.. Biz de şu anda bu laneti taşıyor muyuz? Yaptığımız hataların, sertliklerin… Bu halle yüzleşince, itiraf edince, kabul edince, yüzleşince acaba daha mı güzel olacak.

Nefret varsa eğer kesinlikle iyi şeyler olmuyor. Buna da lanet dersek öyledir. Eğer bir yerde çekişme, kavga ve kin varsa orada iyi şeylerin yeşermesi pek mümkün değil. Çünkü nefret dışlar, nefret tüketir, nefret bitirir. Ama sevgi hoşgörüdür, sevgi her zaman sabreder, her zaman sebat eder, sevgi üretir, sevgi hesaplı olmaz, sevgi yargılamaz, sevgi her zaman affedicidir, sevgi her zaman özür diler. Dolayısıyla bizim bu güne kadar yapamadığımız şey bu oldu: hiçbir zaman geçmişimizle yüzleşemedik, karşılaşamadık. Zannettik ki bunu yaptığımızda mesuliyet anlamında bazı şeylerden kaçarız. Ama onlardan kaçarken aslında çok daha zengin bir alanı kaybettik. İtiraf edemediğimiz bir şey. Evet bazı mesuliyetlerimiz var. Onları kabul etmekten korkuyoruz. Kişisel anlamda da böyle. Geçmişimizle yüzleşmediğimizde çok daha büyük hatıraları, dostlukları kaybediyoruz. Geçmişle yüzleşmemek adına oradaki çok güzel değerleri kaybettik, kültürleri kaybettik, çeşitliliği kaybettik.

Geçmişle yüzleşmekten kastın, 1915’de yaşanan olayları bir soykırım olarak adlandırıp adlandırmamak mı yoksa o dönemdeki insani şeyler mi? Çünkü ben kitabı okurken şimdiki tartışmaları çok önemsemediğini hissettim. Yanılıyor muyum?

Kesinlikle öyle. Bu bizim tarihimiz ve orada pek çok şey oldu. Bunlardan bazıları kötü olaylardı. Bunların nasıl hukuken adlandırıldığı, tarihsel olarak nasıl inceleneceği, metodun ne olacağı benim işim değildi. Ben gazeteci olarak da bununla çok ilgilenmiyorum, edebiyatçı olarak da… Beni orada ilgilendiren şeyler hikayeler. O insanlar… O insanlar bir arada yaşıyorlardı. Ve o ciddi kırılmalarda bir çok hikayeler yaşandı. Bunların bazıları çok üzücü. Ama en üzücüsünün içinde çok insani taraflar var. O kederin içerisinde bile çok güzel hatıralar, çok güzel kardeşlikler var. İşte biz o üzücü şeylerle yüzleşmemek adına bunları da unutuyoruz. Bunları da görmüyoruz. Toptan atmak zorundayız sanki. Çünkü bize öyle buyruluyor.

Peki, bir yüzleşme, karşılaşma olacaksa, bunu nasıl başarabilir Türkiye şu anda?

Bu kamplaşmaların dışına çıkmak lazım. Önce Ermenilerin bizim insanımız olduğunu kabul etmek lazım.  “Orada bir kayıp yaşadılarsa, biz yaşadık” diye bakmak lazım o olaya. Ermeniler sanki bizim dışımızda, sanki bize düşman diye değil, onların zaten bu coğrafyanın insanları olduğunu görmek gerekiyor. Önce insandan gitmek lazım. Öyle baktığınızda duyacağınız şey gerçekten üzüntü oluyor. O üzüntü de insanın insani tarafını canlandırıyor. Orada yüz binlerce insan bir şekilde acı çekmiş. Sadece acı çeken Ermeniler değil ki. Gözleri önünde bunlara tanık olan onların komşuları, o arada o dönemde sadece Ermeniler ölmedi. O anlamsız savaşta, o dönemde pek çok halktan pek çok kayıplar yaşandı. Bu kayıpların hepsine bir bütün diye bakıp böyle hissetmek lazım. Çok büyük acılar oldu. İnsanlar yüzyıllar boyu yaşadıkları topraklardan büyük politikalar sebebiyle birdenbire sökülüp atıldılar. Anadolu’nun iklimi değişti, dengesi alt üst oldu. Bu acıyı ilk önce insani olarak hissetmek lazım. Bu acıyı hisseden insanlar, tarihçiler, politikacılar bu açıdan baktıklarında diaspora’daki nefreti kıracak olan da budur. Onlar, yani Ermeniler, bunu Türkiye’deki kardeşleriyle çözeceklerdir. Türkiye bu anlamda insani bir tavır geliştirmedikçe Ermenilere bu şifa olmayacak. Hrant diyordu ki gerçekten iki toplum da hasta. Bu hastalıkların ilacı da birbirlerinde. Ancak Rakım Efendi ve Pehlivan usta gibi bir kucaklaşmada biz şifamızı bulabiliriz. Çünkü bizim birbirimizle sorunumuz var. Biz birbirimizle sorunluysak şifayı da birbirimize borçluyuz. Karşımızdakinin şifasını kendi bünyemize taşıyoruz. İşte o bütün politik hesaplarını bir kenara koyabilecek bir babayiğit çıkabilirse siyasilerden, gerçekten belki de bir cümle yetecek buna. Çok üzgünüz insanlarımızı kaybettik. Çok şey kaybettik.

Tam bu aslında! Rakım efendinin bir cümlesine bakar aslında.

Evet, tam da bu. Ermeniler bizim kardeşimizdi ve onların yaşadığı bu felaket bizim felaketimizdir. Ve çok üzgünüz. Adını koymaya, şuna buna gerek yok aslında. Ve kırar aslında. Pek çok şeyi kırar. Gerçekten iki insanı yan yana koyduğun zaman hal olmayacak hiçbir şey yok. Yeter ki o iki insan bir araya gelsin, gözlerinin içine bakıp karşılaşabilsin. Ben şifamızın birbirimizde olduğunu düşünüyorum bu anlamda. Ve kendimi Türkiye’nin dışında düşünmüyorum. Pehlivan usta da öyle. Fransa’dan geri döndü. Çünkü şifası Fransa’da ya da şurada burada değildi. Türkiye’deydi, biliyordu. Hem de çok zor dönemde geri döndü. Tam da ikinci dünya savaşı arifesinde Türkiye’ye geri döndü. Çünkü içindeki kederle, nefretle yüzleşmek zorunda. Bunu şifası da, ilacı da yine kendi doğduğu memlekette. Bunu yapmak için geldi. Kendi içindeki nefretin, acının kendisini zehirlediğinin de, algılarını bozduğunun da farkındaydı. Ama bununla savaşıyordu. Fırının, ateşin karşına geçip bu nefretle cebelleşiyordu. Ve bunun onu eninde sonunda yeneceğini bildiği için ondan evvel davranıp gelip karşılaşmaya durdu. Bence bu kitap bunun mümkün olduğunu gösteren bir kitap. Yeniden doğuşu, yeni ülkeyi, yeni anlayışı temsil ediyor. Hastayız dedik ya. Hastalık bir lanetse, iyileşmiş halini temsil ediyor. Rakım efendiyle Pehlivan usta kucaklaşmadan Yusuf iyileşemiyor. Ben de bunun böyle olduğunu düşünüyorum. Nefret olan yerde hastalıktan başka bir şey olmaz.

Peki, nasıl çıkış bulacağız?

Şu andaki iklime karşı iklim yaratmak lazım. Bugün varoşta yaşayan bir genç düşünün… 18-20 yaşına gelene kadar ona sunulan bir dünya var. Ve bu dünya bunları içeriyor. Onlara daha demokrat, daha hümanist düşünceler ulaşmıyor. Bu fakirlik ve pek çok sosyo-ekonomik sorunlarla birleştiğinde Türüt gibi, Hrant’ın katilleri gibi kişiler ortaya çıkıyor.  Bizim bunun karşısında sosyal projeler üretmemiz, ayrıştıran değil barıştıran dili onların kulaklarına fısıldamamız lazım. Onların kulaklarına fısıldanan dil, ayrıştıran ötekileştiren bir dil. Başka bir dünyanın farkında bile değiller.

Bu ortak dili nasıl oluşturmak lazım? Devlet politikası çözüm olur mu?

Halkın yine devletten birkaç adım önde gitmesi gerekiyor. Aydınlarla da sınırlamak istemiyorum. Ama demokrat duyarlılığı olan pek çok çevrenin, -politik anlamda birbirlerine mesafeli dursalar da- demokrat hassasiyeti olan, örneğin İslami kesim ve sol kesim gibi, artık bir araya gelerek bu insani dili güçlendirmek adına güç birliği yapmaları lazım. Gerçekten bu bölgelere, göçün yoğun olduğu Trabzon gibi yerlere insani projelerle yaklaşmak lazım. Gidip de onlara ideoloji anlatmakla olmuyor. Örneğin Deniz Feneri’nin ulaştığı tabanla sol kesimin ulaştığı taban birbirinden çok farklı. Çünkü insan odaklı. Böyle projelerle insanlara ulaşıp o insanları gerçekten insan yerine koyup, o insanın aç olduğun hatırlayıp, o gençlerin geleceksiz ve mesleksiz olduğunu hatırlayıp, ancak bu şekilde bu dili yaygınlaştırabilirsiniz. Belki sivil toplum örgütleriyle küçük küçük şeylerin bir araya gelmesiyle olabilecek şeyler bunlar.

Karşılaşmada bu anlamda bir vesile olabilir.

Evet, bence de… Mesela Pehlivan usta, kuru kuruya gidip de ben seninle tanışmak istiyorum demedi. “Fakirlik en eski lanet” dedi.  Elinde bir imkan vardı ve onu kullandı. Onların en temel ihtiyaçlarındaki sıkıntıları çözdü. Onları bir insan olarak gördü. Sonra baktı orada gencecik bir çocuk hastalıktan kıvranıyor. Çocuğun o haline üzüldü. Amacı ben bu çocuğu iyileştireyim de babasıyla barışayım değildi. Çocuktu orada önemli olan. Ondan sonrası zaten geliyor.

Devlet ideolojik aygıtları kullanarak insanları yönlendirebiliyor. Orada bazı iyileşmeler olabilir. Ama insan odaklı yaklaşılmıyor. Sadece bir proje sonuçta. Bunu tam tersine çevirmek lazım. İnsanı odak alan bir proje yapmak lazım. Karşılaşma’da da yapılan bu aslında. Orada yeni bir düzen kuruldu. Herkesin farklı olmaya aldırmadığı, sivil toplum örgütlerinin gidip orada çalıştığı… Ezilmiş insanların kırık dökük dilleriyle “devletin azılı bir temsilcisi”ne gidip bir Ermeni için aşağılanmayı göze alarak çabalamaları güzel bir şeydi. Güzel bir şey başladı orada. Ama daha sonra ne oldu bilmiyoruz. Artık sonuç okuyanların işi. Devamını sanırım okuyanlar yazacak.

www.iyibilgi.com



Bu haber 811 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    4,494 µs