En Sıcak Konular

'Adalet, ne dışarıda ne de cezaevlerinin içinde yok'

19 Haziran 2012 12:20 tsi
Ümit Aktaş ile Türkiye gündemi üzerine söyleşi gerçekleştirdik.

TİMETÜRK / Umut İslam Ayar

-Gülen ABD’de yaşarken, ABD kadar, İngilizcenin de emperyal, bir dünya dili olma niteliğini tercih etmekte. Türkiye’yedönmesi halinde ise bu vizyondan vazgeçmesi gerekecek. Tabii ABD ile sürdürmekte olduğu stratejik ortaklıktan da.

-Görülen o ki adalet, ne dışarıda işlemekte ne de cezaevlerinin içinde. Tıka basa doldurulmuş koğuşlar, gardiyanların insafına terk edilmiş çocuklar, tecavüze uğrayan kadınlar; beri yandan kişiye özel ceza (konuk) evleri. Tüm bunlar, Müslüman’ca bir zihin ve kalpten ne kadar da uzakta.


-Uzaktakileri sevmek, onlardan özür dilemek ne kadar kolay! Çünkü aramızdaki mesafe, kibrimizi örselemeyecek kadar fazladır.


-Evet! Uludere bir cinayettir ama bir kürtaj değil. Kürtajda bir kadın, kendince gerekçeleri olsa da, sonucun acısını sürekli yüreğinde taşır; o sonuç kendisine aittir ve hiçbir zaman ondan kaçamaz. Oysa uzaktaki insanlar, üzerlerine bombalar fırlattığınız nesnelerden başka bir şey değildir.


Türkiye son günlerde tartışılan meselelerden biri "Cemaat - Ak Parti" .  Aralarında ki husumet var mı? Varsa nedir? Başbakan'ın Fettullah Gülen'e yaptığı dön çağrısı ve Gülen'in cevabı .  Gülen Hareketinin misyonu , Urfa cezaevinde mahkumların isyanı üzerinden çıkan yangın ve 13 kişinin ölmesi üzerinden Türkiye'de cezaevi sorunu. Uludere katliamı ,  Ak Parti ve Muhafazakarlık. Tüm bunları İslamcı yazar Ümit Aktaş ile konuştuk.

İşte Ümit Aktaş ile Türkiye gündemi üzerine gerçekleştirdiğimiz söyleşi ;


U.İ.A : Bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde yaşanan “Cemaat- Ak Parti” tartışması Türkiye’nin birinci gündem maddesi halinde tartışılmıştı. Yeni yargı yasası ile birlikte değiştirileceği söylenen CMK 250. madde ki değişikliğin özellikle “Ergenekon, Balyoz” davalarında yapılan tutuklamaları etkisiz kılacağı ve bu davlar kapsamında tutuklananların serbest bırakılacağı iddiasıyla Ak Parti’ye sert eleştiriler getirilmişti. Bu durum da Ak Parti ile Cemaat arasında bir kavga olduğu tespiti yapılıyordu. Buna paralel olarak Bekir Bozdağ’ın yeni yargı yasasındaki değişikliğin bundan önceki tutuklamaları etkilemeyeceği açıklaması ise çatışma yaşandığı tespitini destekler nitelikte.

Tüm bu arka planı ele aldığımızda Başbakan’ın Fetullah Gülen’e yaptığı dön çağrısına Gülen’in “dönmem için uygun ortam yok” açıklamasını nasıl yorumluyorsunuz?

Ümit Aktaş : Aslında sorun ortam mevzuu değil. Çünkü Gülen gibi inanmış ve hayatını davasına adamış biri için bu tür engeller ve riskler önem taşımaz. Ama ortada ciddi bir hareket var. Bu hareketin sembol isminin tutuklanması, tıpkı Öcalan meselesinde olduğu gibi ciddi bir travma yaratır. Ama daha da önemlisi, seçilen emperyal vizyon. Zira Gülen, ABD’de yaşıyor ve dünyaya ABD’nin penceresinden bakıyor. Bu vizyon meselesi en iyi “Türkçe Olimpiyatları”nda belirginleşmekte. Burada iki katlı bir vizyon var. Ama Türkiye’de sadece bunun bir katı görünülürleştirilmekte. Bunun birinci katı olan Türkçe yönü. Oysa asıl önemli kat, İngilizce meselesi. Çünkü bu okulların eğitim dili İngilizce. Yani Gülen’in şu anda içerisinde bulunduğu vizyonu işaret etmekte. Oysa Türkçe sadece bu olimpiyat özelinde, bunun için öğretilen bir dil. Dolayısıyla bu okulların asıl misyonu, Gülen’in de şu an içerisinde bulunduğu vizyonla ilgili bir misyon. Gülen ABD’de yaşarken, ABD kadar, İngilizcenin de emperyal, bir dünya dili olma niteliğini tercih etmekte. Türkiye’ye dönmesi halinde ise bu vizyondan vazgeçmesi gerekecek. Tabii ABD ile sürdürmekte olduğu stratejik ortaklıktan da.


 Türkiye’de tutukluluk sürelerinin uzunluğu, yargılamalardaki adaletsizlik ve daha birçok sorun ile cezaevlerinde yaşanan sorunlar ara ara gündemimize geliyor. Dünde Urfa cezaevinde tutukluların yaşanan insani olmayan muamele ve şartlara karşı gerçekleştirdiği isyan sonucu çıkan yangında 13 kişinin ölümü ile sonuçlandı. Bu noktada Alman siyaset bilimci Hannah Arent’in “Yargılama yetisi, yurttaşı bir topluluk içine sokmakla kalmaz, onu insanlığa bağlar. Çünkü yargılama yetisine eşlik eden dünyaya karşı sorumluluk ilkesidir.” Tespiti üzerinden günümüz Türkiye’sinde ciddi bir sorun olan “Cezaevi” olgusunu sosyal, siyasal, insani açıdan bizim için değerlendirir misiniz?

Aslında bizzat cezaevi sistemi, insanlık onuruna oldukça aykırı bir çaresizliği göstermekte; çünkü elimizden gelen başka bir şey yok ve yerine başka bir şey koyamadığımız sürece de, bu sistem işleyecek. Bir cezalandırma sistemi, yani özünde adaleti amaçlayan bir sistem bile, özündeki şiddeti kendi içerisinde katlayarak, bir zulme dönüştürebilmekte. Çünkü ceza, özünde şiddete karşı bir edimdir ve şiddetin ortadan kaldırılmasını amaçlar. Ama, burada şiddet büyüyerek yaygınlaşmakta ve bir ceza olmaktan çıkarak bir zulme dönüşmekte. Cezaevleriyle ilgili birçok şeyi maalesef o sorun bu şekilde bir zulme dönüştükten sonra öğrenebilmekteyiz. Daha birkaç ay önce bir çocuk cezaevi skandalı yaşadık; şimdi de bu. Görülen o ki adalet, ne dışarıda işlemekte ne de cezaevlerinin içinde. Tıka basa doldurulmuş koğuşlar, gardiyanların insafına terk edilmiş çocuklar, tecavüze uğrayan kadınlar; beri yandan kişiye özel ceza (konuk) evleri. Tüm bunlar, Müslüman’ca bir zihin ve kalpten ne kadar da uzakta. Hani bu dünyayı değiştirecektik? Kötülüklerin yerine iyiliği, zulmün yerine merhameti koyacaktık? Ortaya koyabildiğimiz bir farklılık var mı? Kimse sistemin işleyişinde bir şeylerin kökten değiştirildiğine dair bir iyimserliğe ve geleceğe dair bir umuda sahip mi? Hak ve adalet ile mazlum veya mağdur kişi arasındaki mesafenin kısaldığına dair bir emare göze çarpmakta mı? Bu kadar insanı cezaevlerine doldurmak, biraz da tutukluluğun neredeyse örtük bir cezalandırmaya dönüşmesi yüzünden değil mi? Aslında en kolayı da işte bu: Aksi ispatlanıncaya kadar kişinin içeride tutulması yani! Beri yandan ise, bir ölçüde de bunun bir maliyeti olarak, tıka basa doldurulmuş olan cezaevleri. Bu aslında sürdürmekte olan cezalandırma sisteminin, daha doğrusu adalet anlayışımızın işlememesini ortaya koyan bir semptom. Aşırı dolu cezaevleri ise, aslında hayatın içerisinde adaletin olmayışının bir belirtisi.

 Türkiye on yıllık bir süredir ciddi bir değişim süreci ile muhatap. Kürt Sorunundan, kültürel, siyasal ve daha birçok noktada görece bir rahatlama ve değişimden söz edebiliriz. Fakat yaşanan bu değişi süreci bir yana Ak Parti’de neredeyse bir reflekse dönüşmüş durumda olan değişikliklerin havada kalması ve birçok noktada yasal güvenceye alınmaması ciddi bir sorun olarak karşımızda duruyor. Nitekim Kürt sorunu ve başörtüsü buna örnek verilebilir. 75 yıl önce yaşanan Dersim katliamı için devlet adına dilediği özür olumlu bir önemli bir durum olarak karşımızda dururken Uludere katliamına karşı İdris Naim Şahin gibi tiplemelerin öne çıkması adeta bir paradoks olarak karşımızda duruyor. Tüm bunlara baktığımızda Ak Partinin demokrat ve jingoism (aşırı milliyetçi) tutum içersinde sürekli bir geçiş halinde olduğunu görüyoruz. Tabi bunda toplumun demografik yapısınında etkisi vardır. Bize bu durumun etkilerini ve sonuçlarını yorumlar mısınız ?

Uzaktakileri sevmek, onlardan özür dilemek ne kadar kolay! Çünkü aramızdaki mesafe, kibrimizi örselemeyecek kadar fazladır. Çünkü onunla yüz yüze gelmeyiz ve ona gerçek bir insan muamelesi yapmayız. O bir hayaldir çünkü ve sadece onun üzerinden bencilliklerimizi ve çıkarlarımızı besleriz. Dersim kıyımından özür dilemenin siyasal bir karşılığı varsa, o da sadece rakibini sıkıştırmaktır. Karşısındakini (varsa) mahcubiyetinde boğmaktır. Oysa Uludere, günümüzde yaşanan bir devlet operasyonudur. Hemen yakınımızda olan bir şiddetin aleniliğidir. Şaşırmamalı belki. Çünkü devletler şiddetin diliyle konuşur. Geçilmeye, ihlal edilmeye çalışılan o sınırlar, kanla, şiddetle çizilmiştir. Sınırları çiğnemenin cezası, şiddetle uslandırılmaktır. Birinin geç dediği yerden geçenleri başka birilerinin imhası, ya da birilerinin göz yumduğu başörtünüzü başka birilerinin başınızdan alıp yerlere fırlatması, paradoksal bir şey değildir. Devletin karmaşası kadar, devlete güvenilmeyeceğinin de belirtisidir. Aslında tüm bunlardaki güçsüzlük, doğrudan halkın sinizminden, devlete karşı alınması gereken tavrın belirsizliğinden, devlete yaltaklanmanın büyüttüğü bir kibirden beslenen bir güçsüzlüktür. Bizzat devleti yönetenler de aynı güçsüzlükten, temelde kendilerinin yarattığı bir güçsüzlükten muzdariplerdir. Çünkü onlar da ne yapmaları gerektiği konusunda açık seçik bir fikre sahip değiller. Onlar da yönettikleri devlete güvenememekteler. O yüzden de, sırasında eleştirdikleri, karşısında bir muhalif gibi durdukları devletle, en kötü suçlarda işbirliğine girebilmektedirler. Uludere de işte bunlardan birisi. Çünkü katledilen bu insanlar, tıpkı başörtülüler gibi, sınırları çiğneyen, çiğnemeye yatkın kişiler. Yani temelde devletin sevmediği bir vasfa sahipler. Kaçakçı, korucu, mayınlara basmayan, işbirlikçi, rüşvetçi… netameli birileri yani. Ya da devletin dışında bir yerlere iman ve itaat eden, ayrıksı, basmakalıp olmayan, devlete kuşkuyla bakan, sıradan değerlere karşı umursuz, yozlaşmaya ve tüketime karşı kapalı… o da netameli biri yani. Dolayısıyla cezalandırılmayı ve özür dilenmemeyi çoktan hak etmiştir bunlar. Devlet, bunlara karşı gönlünü indirmez ve kibrinden vazgeçmez. O zaman devlet olmaz çünkü. Bir Müslüman’ın hakka ve adalete dair olan duyarlılıkları ve yükümlülükleri ise bunlardan ne kadar uzaktır. Bu dünyadaki utançlarımızın, ahretteki utançlarımıza göre ne kadar basit ve geçici olduğunu bilmektedir çünkü. Velev ki iktidarına, çıkarlarına ve kibrine de mal olsa.


Evet! Uludere bir cinayettir ama bir kürtaj değil. Kürtajda bir kadın, kendince gerekçeleri olsa da, sonucun acısını sürekli yüreğinde taşır; o sonuç kendisine aittir ve hiçbir zaman ondan kaçamaz. Oysa uzaktaki insanlar, üzerlerine bombalar fırlattığınız nesnelerden başka bir şey değildir. Birisindeki fiil kalbinizi yaralar ve onun acısını ve sorumluluğunu ta yüreğinizde hissedersiniz. Ötekindeyse hiçbir sorumluluğunuz ve acınız yoktur. Sıradan bir vakadır bu sizin için. Ve hatta bu katliam ve bunun savunma biçimi, bu tartışmanın ucunu, insanların devlete mi ait, yoksa kendi ailesine mi olduğuna dair şu kadim tartışmayı yeniden tartışmaya açar. Çünkü bir çocuğun kaderine ebeveyninin karar vermesi, sonuçta münferit bir suçu doğurabilir. Ama devletin karar mercii olması, düpedüz faşizmden/totalitarizmden başka bir şey değildir.



Bu haber 690 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    4,196 µs