En Sıcak Konular

CHP adayları sırtımızda bilek güreşine tutuştu

19 Mart 2012 14:05 tsi
CHP adayları sırtımızda bilek güreşine tutuştu Avcı: CHP’liler 12 yıllık zorunlu eğitimi 4+4+4 formülüyle kademelendiren yasa teklifini geri çektirtmek için her şeyi yaptılar ve Komisyonumuzu parti içi iktidar mücadelesinin antreman alanına çevirdiler.

Fadime Özkan'ın röportajı

12 yıl zorunlu eğitimi 4+4+4 sistemi ile kademeli ve çok seçenekli hale getiren yasa tasarısını görüşen TBMM Eğitim Komisyonu’nda geçen hafta yaşananlar, çocuklara örnek olacak gibi değildi. Komisyondan geçen teklifin Mart sonu gibi Meclis Genel Kurulu’na inmesi bekleniyor ve oturumların olaylı geçeceğinden neredeyse kimse şüphe duymuyor.

Kürsü işgal ederek, her madde üzerine 50, 60 kişi söz alarak, 12 saat kesintisiz konuşarak Komisyonu çalışamaz hale getiren CHP aynı tutumunu Genel Kurul’da da sürdürecek gibi görünüyor.

Komisyon çalışmalarında CHP gibi kasıtlı bir tutum izlemeyen MHP ise tasarının Genel Kurul’a getirilmesini “millet iradesine darbe” sayacaklarını açıkladı. İki muhalefet partisi de TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in tasarıyı Komisyona iade etmesini istiyor. Meclis Başkanı’nın buna yetkisi var mıdır yok mudur tartışması ise sürüyor.

Ne olduğunu, niye olduğunu, tüm sürecin ve olaylı son oturumun tanığı ve hatta az kalsın mağduru olacak olan –Allah’tan, CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi’nin attığı 594 gramlık bant tankı isabet etmedi - TBMM Milli Eğitim Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Nabi Avcı ile konuştuk.

Prof. Avcı, Başbakan Erdoğan’a sekiz yıl boyunca Başmüşavir olarak hizmet verdikten sonra 12 Haziran seçimlerinde Eskişehir milletvekili olarak Meclis’e girdi. Daha önce de, Turgut Özal ve Yıldırım Akbulut’a başbakanlıkları döneminde, Hasan Celal Güzel’e Milli Eğitim Bakanlığı döneminde müsteşarlık yapmıştı.

Entelektüel kimliği ve saygın kişiliğiyle tanınan iletişim profesörü Avcı’nın çok sayıda çevirinin yanı sıra “Bombacı Parmenides” ve “Enformatik Cehalet” adlı telif kitapları var. Mizah yazıları ise "Molla Kasım" takma adıyla kitaplaştı.

Eğitim Komisyonu’ndaki tartışmalar ve son gün çıkan arbede –sanki Türkiye’de böyle şeyler hiç olmazmış saflığına düşme riski taşısa da- orada ne olduğunu, niye böyle olduğunu sormayı gerekli kılıyor. Şuradan başlayalım; komisyonların çalışma usulleri düzenlenmiş olduğu halde niye bu kadar gürültü çıktı komisyondan?

Aslında bu konuda iptidai bir bilgi vermenin faydası var. Çünkü kamuoyunda herkesin birçok şeyi bildiğini, olayları bu temel bilgiler üzerinden değerlendirdiğini zannediyoruz. Hâlbuki bunlar doğru bilinmediği için yalan yanlış senaryolar inşa edilebiliyor.

Şöyle: TBMM’ye gelen her türlü kanun teklifi veya kanun tasarısı önce ilgili komisyonlara gönderiliyor.  Her komisyonda her partiden milletvekilleri var. Bu kanun teklifini yahut tasarısını anayasaya uygunluğu açısından inceleyin, gerekli gördüğünüz değişiklikleri yapın, sonra Meclis Genel Kuruluna indirin, deniyor. Bunun da iç tüzükte belli kuralları var. Ama komisyonların çalışma kuralları, Genel Kurul’un çalışma kuralları kadar iyi tanımlanmış, ayrıntılı kurallar değil. Daha çok teamüllerle, Meclis geleneğiyle, eski uygulamalarla, farklı komisyonların farklı zamanlarda yaptığı uygulamalarla yürüyen bir süreç. Ve dolayısıyla daha çok karşılıklı uzlaşma gerektiren bir süreç. Divan’ın (Divan, komisyon başkanı, yardımcısı, komisyon sözcüsü ve katip üyeden oluşur) iç tüzükten kaynaklanan yetkileri de genel kuruldaki kadar ayrıntılı ve kapsamlı değildir, daha çok uzlaşmalarla teamüllerle yürür.

KOMİSYONLARIN TIKANDIĞI YER

Geleneğin izinden gidiyor olmak iyi bir şey midir?

Eğer iktidar ve muhalefet gerçekten demokrasiyi içselleştirmiş ve demokratik teamüllere saygılı bir anlayış içinde çalışırlarsa iyi bir şey ama son örnekte de gördüğümüz gibi bu anlayış karşılıklı oluşmuyorsa bir hakem müeyyideye ihtiyaç var. Biz oturduk, anlaşamadık, bu durumda ne yapacağız? İç tüzüğe bakacağız. Ama orada da çok fazla tanım yok. Bugüne kadar komisyonlar hep bu gelgitlerle bu işi yürüttüler.

Komisyon başkanının farkı yani yoğurt yiyişi de burada mı giriyor devreye?

Tabi, uzlaşmayı sağlayacak atmosferi oluşturmak komisyon başkanının ve divanın tutumuna çok bağlı.  Ama sadece o da değil. Muhalefet temsilcilerinin mesela grup başkan vekillerinin tutumu da çok önemli. Çünkü komisyonlar iç tüzüğe göre sınırlı sayıda üyeden oluşuyor ama her komisyon toplantısına bütün milletvekilleri girme hakkına sahip. İlla bir komisyon çalışmasına katılmak için üye olması gerekmiyor. Her milletvekili her komisyonun toplantılarını izleyebilir, komisyon toplantılarında söz alabilir sadece oy kullanamaz, bir de önerge veremez.

“HEM DE ÇOK FENA İŞLETİLDİ”

Üye olmayan vekillerin komisyona katılıma hakkı, Eğitim Komisyonu çalışırken de çokça işletildi değil mi?

Hem de çok fena işletildi…

Suiistimal derecesinde mi?

Suiistimal diyemem ama buna dayanarak başka şeyler yapılması sıkıntı oldu. Yoksa bir hakkın kullanımı engellenemez. Ama 50 kişilik bir komisyon toplantısına bir parti 130 milletvekiliyle, diğer bir parti 150 milletvekiliyle katılırsa sorun çıkması için ayrıca bir şey yapmaya gerek yok. Orada zaten bir sıkıntı var demektir. Ama "siz niye geldiniz" de diyemezsiniz. Bunun tüzükte bir çözümü yok.

Peki. Komisyon başkanı bir partinin milletvekili, çoğunluk onda olduğu için haliyle iktidar partisinin milletvekili. Komisyon başkanlığı o kişiye partiler üstü bir pozisyon kazandırıyor mu yoksa o kişi parti politikalarını, parti kimliğini devam ettiriyor mu?

Mesela TBMM Başkanı oy kullanmıyor, onun partiler üstü bir statüsü var. Oysa komisyon başkanları öyle değil, oyunu kullanıyor, ama beklenen olabildiğince tarafsız olması, üyeler arasında ayrım gözetmeksizin iç tüzüğü uygulaması.

Dağılımı nasıldı Eğitim Komisyonu’nun?

Bizim komisyonumuz 26 kişilik bir komisyon.  Bunun 16’sı AK Parti, 6 tanesi CHP’li, 3 tanesi MHP’li biri de BDP’li. Toplantı yeter sayısı da 9. Yani 9 kişiyle toplandığınızda 6 kişiyle karar da alabilirsiniz yani.

KOMİSYONUMUZ DÖRT REKOR BİRDEN KIRDI

Komisyonun performansı nasıldı diye sorsak…

Komisyonun bir tek performansından söz edilemez. Bu komisyon dört rekor kırdı. Bir: En uzun konuşmalar rekoru. İki: En uzun dinlemeler rekoru. Üç: En yavaş oylamalar rekoru. Dört: En hızlı oylama rekoru. On  gün boyunca bu komisyonda özellikle ana muhalefet partisi milletvekilleri,  bizzat Genel Başkanlarının talimatıyla, tüzükte yer almayan, Meclis teamüllerinde de, TBMM uygulamalarında da  pek veya hiç olmayan engelleme taktiklerine başvurarak tasarıyı olabildiğince geciktirmeye çalıştılar. Bunu başaramadıkları durumlarda da fiilen masayı devirmeye tevessül ettiler  ve nihai olarak kaba kuvvetle bu teklifi  geri çektirmeye çalıştılar.

Bunu hangi aşamada fark ettiniz?

En başından… Bu, baştan alınmış bir tavır. Gizlisi saklısı da yok... Her fırsatta açıkça  ifade edildi zaten... Tutanaklarda da vardır. 12 saat konuşan CHP’li arkadaşın söylediği sıkça söylediği bir şey var: Ben burada size her hangi bir şeyi kabul ettirmek için konuşmuyorum. Bizim  derdimiz bu teklifi size geri çektirtmek. Bunu başkaları da söyledi. Uzlaşmazlık şuradan çıksa çözüm kolay: Dense ki filanca maddenin filanca hükmünü değiştirelim, mesela oradaki süreyi 4 yıl değil de 5 yıl yapalım veya üniversiteye girişte kat sayıyı öyle değil de böyle yapalım gibi somut, üzerinde tartışılabilir öneriler getirseler, hem kamuoyu bu konuda daha rahat karar verebilir hem de komisyon uzlaşabilir.

CHP’NİNKİ TEKLİFİ GERİ ÇEKİN DAYATMASI

Hiç öneri gelmedi mi yani?

Hayır, hiç gelmedi diyemem. Her partiden arkadaşların muhtelif önerileri tabii oldu. Bunların büyük bir bölümü de, kurduğumuz alt komisyonda formüle edilip komisyona sunuldu ve kabul de gördü. Ama ana muhalefet partisinin temel önerisi, baştan sona şuydu: "Siz bu teklifi geri çekin”. Bunu sadece saatlerce engelleme amaçlı konuşarak veya sık sık söz alarak değil;10 gün boyunca müteaddit defalar gürültü patırtı çıkarıp komisyonu çalışamaz hale getirerek, kürsüyü işgal edip çalışmalara  ara vermek zorunda bırakarak yaptılar. Aslında Pazar günü yaşananlar istisnai bir durum değil. Sakin çalıştığımız anlar da oldu ama nasıl oldu? Gerek Başkanlık Divanı, gerekse  AK Partili üyeler olarak sesimizi çıkarmayarak, cevap vermeyi gerektirecek durumlarda bile duymazlıktan gelerek oldu. İktidar partisi milletvekilleri bu şifahi ve fiili tacizler karşısında sabrettikleri, nezaketlerini muhafaza ettikleri sürece sorun yoktu. Sonunda ne oldu? Biliyorsunuz, daha önce Meclis Genel Kurulu'ndaki İç Tüzük müzakereleri sırasında, kalabalık bir CHP'li milletvekili, Meclis tarihinde hiç görülmemiş bir zorbalık örneği sergileyerek, Meclis kürsüsünü işgal etmişlerdi. Herhalde ondan aldıkları cesaretle, 11 Mart Pazar günü, aynı şeyi Milli Eğitim Komisyonu'nda da yapmaya kalkıştılar. Ama bu defa başaramadılar. İç Tüzüğün ifadesiyle söylersek, "Komisyon, kendi gündemine hâkim oldu. "

 RAHATSIZ OLAN CHP’LİLER DE VARDI

Sanki AK Partili ve CHP’li üyeler ve milletvekilleriyle geçen bir tür “muharebe” gibi algılandı yaşanan olaylar. MHP ve BDP’li üyelerin tavrı neydi?

BDP’li milletvekilli hiç gelmedi zaten, rahatsızmış. Komisyon çalışmalarında temel sıkışma noktaları neydi diye baktığımızda, birincisi çok, ama çok  uzun süreler konuşarak komisyonu karar alamayacak kadar meşgul etmek. İkincisi, Komisyon üyesi olmayan milletvekillerini sıraya dizip çok sayıda söz almalarını sağlayarak Komisyonun karar süreçlerini felç etmek ve üçüncü olarak da bunların yetmediği durumlarda; daha doğrusu kendilerince ortamı uygun gördükleri her fırsatta olay çıkartmak, fiilen Kürsüye yürüyüp, kavga çıkartıp toplantılara ara verdirmek... Oysa TBMM komisyonlarının çalışma geleneğinde, mesela  Plan Bütçe ve Adalet Komisyonunda alınmış kararlar var. Komisyon üyelerinin konuşma süresi kaç dakika olacak, üye olmayan milletvekillerinin konuşma süresi kaç dakika olacak ve üye olmayan milletvekillerinden en fazla kaç kişiye söz verilecek uzlaşmayla belirlenir, diye. Bizim de böyle ilke kararlarımız var aslında. Fakat arkadaşlarımız Meclis Başkanını araya koyup ricayla veya burada grup başkan vekilleriyle yaptığımız toplantılarda bunu esneterek ve zaman zaman da o birlikte kararlaştırılan uzlaşılara da uymayarak, komisyonu işlemez hale getirmek istediler. Mesela her maddeyle ilgili görüşme için 50-60 kişilik konuşma listeleri oluşuyordu. Komisyon uzmanına gelerek biz bu madde üzerine söz almak istiyoruz diye isim yazdırıyorlar. TBMM’de 550 milletvekili var, 500 kişi de gelebilir. Bununla ilgili iç tüzükte bir kısıtlama yok ama bir teamül var. Daha önce yapılmış uygulamalarda alınmış ilke kararlar var, artı bir de kifayet-i müzakere önergesi verme diye bir teamül var. Yani komisyonlarda söz çok uzamışsa ve artık konuşulacak her şey konuşuldu kanaati üyelerin çoğunda oluştuysa ve üyeler bu konuda lafı fazla uzatmaya gerek kalmadığını düşünüyorlarsa ve  bundan sonrasının bilgilendirmeyi geçip engelleme ve çalıştırmama aşamasına geldiğini hissettiklerinde böyle bir önerge verebilirler. Kifayet-i müzakere, yani, konuşma-görüşme süresi yeterli oldu, artık oylamaya geçelim önergesi verebilirler.

 Kifayet-i müzakere önergesi verildi mi?

Tabii verildi. Ama her defasında CHP'li milletvekilleri olay çıkardılar.

Hep CHP’li üyelerce mi yapıldı bunlar? MHP’li üyelerin tutumu nasıldı?

MHP’li üç üyemiz var. Daha çok Özcan Yeniçeri konuşuyordu. Birçok oturumda o da uzun uzun konuştu. Ama  itirazlarında da, katılımlarında da; onaylarken de itiraz ederken de Meclis teamüllerine, milletvekili üslubuna aykırı bir davranış içinde olmadı. Şunu da söylemem lâzım: CHP'li üyelerin ve milletvekillerinin içinde de kurallara uymaya özen gösteren, üslubunu bozmayan arkadaşlar da var şüphesiz. Doğrusu, ben, onların da bu gürültü patırtılardan, kürsü işgaline varan hareketlerden çok rahatsız olduklarını sanıyorum. 

 “BU KADAR NEZAKET DE FAZLA OLUYOR”

Sizin başkanlığınıza ilişkin eleştiriler kamuoyuna daha çok CHP’li vekillerce yapıldı…

Onun öncesinde AK Parti milletvekili arkadaşlarımızın da eleştirileri vardı bana. Onlar da  “Hocam yeter artık; bu kadar nezaket fazla oluyor, artık belli bir doygunluk oldu, iktidar partisi olarak bizim de haklarımız var. Ama siz bu nezaketinizle bizim bu haklarımızı bir anlamda frenliyorsunuz. Bu iş giderek azınlığın çoğunluğa tahakkümüne dönüşüyor” diyorlardı. 

Çok da haklılar aslında. Peki, siz ne düşünüyorsunuz, hem muhalefet ve hem iktidar partisinden böyle eleştiriler geldi. Siz kendi yönetiminizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu kadar taze bir olayı, bu kadar psikolojik gelgitlerle yaşanmış bir olayı çok nesnel bir şekilde değerlendirmem çok zor. Ama başında da, sonunda da yapılması gerekenleri yaptığımı düşünüyorum. Bir defa teknik olarak baştaki ve bu on günlük süredeki uygulamalarımızda iç tüzük kurallarını olsun, teamülleri olsun, muhalefet lehine daha fazla esnettiğimi düşünüyorum. Yani başkan olarak, verilen kifayet-i  müzakere önergelerini hemen anında işleme koyup sözleri belli bir aşamada kesebilirdim. Bunu yapmadım. Ama nasıl yapmadım? iç tüzüğü epey esneterek ve kifayet-i müzakere önergesi veren Ak Partili arkadaşlarımızın sabrını çok zorlayarak… yapmadım. Zannediyorum bu, özellikle CHP’li üyelerde, bunun da sonuna kadar istismar edilebilecek bir faktör olduğu duygusunu uyandırdı. "Başkanın bu tutumunu biz kendi taktik amaçlarımız doğrultusunda  kullanabiliriz" kanaati oluştu. Ben bunu hissettim ve sanıyorum 8 Mart’taki kürsü işgali sonrasında, işgali yapan ana muhalefet milletvekillerine “bizim nezaketimizi acziyet kabul etmeyin... Bunu bilerek söylüyorum; bir kez daha söylüyorum, bizim nezaketimizi acziyet kabul etmeyin... Bunu anlamanızı ve değerlendirmenizi bekliyorum” dedim. Bu ne demektir?

ÇOĞUNLUĞUN DA HAKLARI VAR

 Evet?

Engelleme ne kadar demokratik bir hak ise engellemeyi engelleme de o kadar demokratik bir haktır. Komisyonda da azınlığın çoğunluğu felç etmesi, işlev göremez hale getirmesi kabul edilemez. Çoğunluk da bir noktadan sonra demokratik hakkını kullanır ve bu engellemeleri engeller. Müteaddit defalar söyledim. Hem Komisyon toplantılarında söyledim; hem de toplantılara ara verdiğimizde, grup başkan vekillerini  odama davet ederek daha enformel bir üslûpla, daha arkadaşça  söyledim. Ne yazık ki arkadaşlarımız bu mesajları gereği gibi değerlendirmediler. Belki de Genel Başkanlarının talimatı yüzünden değerlendiremediler.

 BU KADAR FERASETSİZLİK OLUR MU?

Lafın tamamını söylememişsiniz ya, belki de ondandır…

Belki de... Ama bu kadar da ferasetsizlik olur mu? Bakınız, 8 Mart perşembe günü KİT komisyonunda toplandık. KİT komisyonun özelliği kürsüsünün olması. Bizim kendi salonumuz uzun bir masadan ibarettir ve işgal edilecek bir kürsüsü yoktur. En son perşembe ve cuma günü kürsü işgali yaşanınca cumartesi günü toplantıyı kendi salonumuzda yaptık. Hatta CHP’li  bazı milletvekilleri bana takıldı, “Sayın Başkan bugün cumartesi, Mecliste bütün komisyon salonları boş, siz bizi bu küçük salona mahkum ettiniz” diye. Ben de espri olsun diye ama her esprinin içinde bir hakikat payı vardır kabili, “Ben sizi buraya mahkum ettim; ettim ama bir sorun bakalım niye ettim” dedim. Onlar da “Evet biz de biliyoruz” dediler. Cumartesi gecesi toplantı karşılıklı uzlaşmayla erkence bir saatte bitti. Biterken CHP’li arkadaşlar dediler ki, yarınki toplantımızı KİT komisyonunda yapalım. Ben de onlara “KİT komisyonu sabıkalı bir yer. Orada daha önce olay çıkardınız, kürsü işgal ettiniz. Orada bir daha vukuat çıkarmayacağınıza söz verirseniz olur” dedim, onlar da “olur” dediler. Ama medyaya da yansıdığı gibi Kemal Kılıçdaroğlu iki gün öncesinden, CHP’li milletvekillerine pazar günü komisyon toplantılarına gitmeleri ve mümkün olan her şeyi deneyerek komisyon toplantısını engellemeleri doğrultusunda bir talimat vermiş.

 İŞGAL EDECEK KÜRSÜ İSTEDİLER

 Pazar günü komisyon toplantısındaki AK Parti kalabalığı organize bir kalabalık değil doğal bir kalabalıktı yani?

 İnsanlar Kemal Kılıçdaroğlu'nun böyle "gidin ve engelleyin" talimatı verdiğini gazetelerde okuyunca ve daha önceki bütün toplantılarda da CHP’li üye ve üye olmayan vekiller  önceden gelip, salonu doldurup AK Partili komisyon üyelerini bile ayakta bıraktığı için, bu da yetmediğinde kürsü işgal edip toplantıları engelledikleri için, bu sefer AK Partili arkadaşlar da “yarın komisyon salonunda biz de olalım; gerek salon, gerekse komisyon kürsüsü işgal edilmesin, çalışmalar sürsün” diye düşünmüşler. Hatta gerekirse Başkan’ın, Divan’ın çalışmalarına engelleme teşebbüsü olursa, kürsünün önünde, sağında solunda oturalım da Başkan’ın çalışmasına mani olunamasın deyip gelmişler. Kılıçdaroğlu'nun talimatıyla da yetmiş- seksen kişi gelince daha toplantı başlamadan  gerilimli bir atmosfer oluştu tabii...

 AK Partileri harekete geçiren AK Parti içindeki bir merkez değil, CHP Genel Başkanı’nın talimatı olmuş o halde?

Şimdi CHP’li üyelerin salona girmesini engellemek şöyle dursun, arkadaşlarımız belli sandalyeleri özellikle boş bırakmış, CHP'li üyeler "ayakta kaldık çalışamıyoruz" demesinler diye. Nitekim görüntülerde de var,  bizim grup başkanvekillerimiz Mahir Ünal Bey ve Ahmet Aydın Bey “Buyurun yeriniz var” diyorlar, arkadaşlarımıza “CHP’li üyelere yer verelim” diyorlar. Fakat CHP’li üyeler salonun giriş bölümünde, üye olmayan milletvekilleri de kapı ağzında ve koridorda dikiliyorlar. CHP’li bir üye arkadaşımız,  kendisine ayrılan yere geçmek üzereyken “ne yapıyorsunuz sen; biz grupta böyle mi konuştuk” diye onu da geri çağırıyorlar. “Bütün milletvekili arkadaşlarımız içeriye girmeden biz üyeler olarak yerlerimize oturmayız” diyorlar.

DAĞILIRSAK TOPLANAMAYIZ DEDİK

Fizik kurallarına aykırı bir şey istiyorlar yani?

Netice itibariyle 60 kişinin giremeyeceği yere 135 kişinin girmesi gerektiğinde ısrar ediliyor. Bu arada kapıyı tutan CHP’li vekiller de, işi biten kameramanların dışarı çıkmasına müsaade etmiyorlar ve orada itiş kakışlar oluyor. Ama biz orada yaptığımız istişare sonunda, “kaba kuvvet kullanarak komisyonu çalışamaz hale getirmelerine Divan olarak müsaade etmeyelim. Bu sefer de taviz verirsek, bu sefer de kürsü işgal edilirse bu komisyonu bir daha salim bir şekilde çalıştıramayız. Bu ortamda toplantıyı tatil edersek de koridorda millet birbirini yer. Ciddi hadiseler olur. Ama biz Divan olarak toplantıyı açar ve kararlılıkla sürdürürsek, onlar da kuru gürültüye pabuç bırakmayacağımızı anlarlar; bir süre sonra, ister istemez rutine ve aklıselime avdet ederler” diye düşündük.

BAŞBAKAN TALİMAT VERMİŞ DEĞİL

Başbakan’ın talimatıyla o gün aceleyle oylamaya geçtiğiniz yönünde bir iddiası var muhalefetin, Başbakan karar pazar çıkacak dedi ve komisyon başkanı da Pazar çıkarttı diyorlar. Siz ne diyorsunuz?

Başbakan pazar günü çıkacak demedi ki... Evet, gerekirse cumartesi pazar günü de çalışılır diye Mardin'de konuşmasında söylemişti. Biz de bunu, onlar pek gönüllü olmadıkları halde muhalefetin grup başkan vekilleriyle konuşmuştuk zaten... Nitekim cumartesi ve pazar gününün toplantı saatlerini de birlikte kararlaştırdık... Hatta pazartesi günü de kalan maddeler için bir takvim üzerinde uzlaşmayı umuyorduk.

GÜM DİYE ÖNÜME DÜŞTÜ

Bir de tabi “bant tankı” şiddeti var. CHP Grup Başkanvekillerinden Akif Hamzaçebi hayli ağır bir bant tankını kendi ifadesiyle sizin “dikkatinizi çekmek için” size fırlattı… Ne zaman fark ettiniz?

Önüme düştüğünde fark ettim. Görüntülerde de var. Bu, bant tankı bizim divan masasında olan bir şey değil, yandaki stenografların masasından alıyor. Akif Hamzaçebi oraya geliyor, geri gidiyor, sonra tekrar geliyor, stenografların masasından bunu alıyor. Divanın önünde AK Partili başka milletvekilleri olduğu için bana direkt atamıyor. O yüzden böyle havan topu gibi yukarıdan fırlatıyor (eliyle kavisi çizerek tarif ediyor) Ben bunları görüntüleri izledikten sonra söylüyorum. O an attığını görmedim. Ben o an sadece önüme güm diye bir şey düştüğünü gördüm. Baktım önümde bu duruyor. “Nedir bu” dedim. Görenler “O Hamzaçebi’nin attığı bir şey” dediler.

Ve bunu yapan da grup başkanvekili?!

Bu tür şeylere teşebbüs eden milletvekilleri olduğu zaman, onlara engel olması beklenen, görevi de bu olan Akif Hamzaçebi yapıyor bunu.

TARTTIRDIK; 594 GRAM ÇIKTI

(Bant tankı elimde) Bıçağı var, bayağı da keskin ve ağır da...

594 grammış. Aşağıda postanede tarttırdı çocuklar.

Bandı yoktu değil mi üzerinde?

Yoktu. Veya vardı da fırladı mı bilmiyorum ama benim önüme böyle düştü.

Çok geçmiş olsun... Hakikaten Allah korumuş...

Çok teşekkür ederim. Dediğiniz gibi, beni de, Divan'da yanımda oturan arkadaşları da Allah korudu. Aslında, onu atan da dâhil hepimizi Allah korudu... Ya o cisim kafama isabet etseydi ondan sonra olabilecekleri düşünebiliyor musunuz? Maazallah...

12 SAAT KONUŞTU, HİÇ BİR ŞEY SÖYLEMEDİ

Allah korusun... Ama çok sabırlı ve çok dayanaklıyı olmanızı da dilerim çünkü Komisyonda 12 saat konuşan CHP’li milletvekili Engin Özkoç “tasarı yeterince tartışılmadı” da demiş…
 
Evet. O arkadaş 12 saat konuştu ama hakikaten bir şey söylemedi. Sürekli bir takım sivil toplum kuruluşlarının raporlarını okudu. Zaten neyi okuması gerektiğini, biraz sonra neyi okuyacağını kendisi de bilmiyordu. Grup başkanvekilleri konuşma sırasında ona sürekli bir takım basılı metinler getirdiler. Bir süre onları okumaya devam etti. Sonunda o stokları da bitti ve AK Parti döneminde Milli Eğitim Bakanlığı’nca hazırlanmış Strateji Belgesini okudu.

İŞİN İYİCE “SUYU ÇIKMASIN” DİYE!

Yani hiç bir bağlamı, hiç bir tutarlılığı olmayan, bir yere varmayan bir 12 saatten mi bahsediyoruz?

Zaten kendisinin böyle bir iddiası da yok. Amacı konuşabildiği kadar uzun süre konuşup komisyonu bezdirip çalışamaz hale getirmek. Çünkü sadece kendisinin değil diğerlerinin de aynı yolu izlemesi kararlaştırılmış. Bir kişilik bir gösteri değil yani planlanan. Bu, filibuster denen bir uygulama aslında yabancı parlamentolarda olan. Bazı yabancı parlamentolarda yasa yapma süreleri sıkı zaman tahditlerine bağlanmış olabilir. Yani mesela görüşülen kanun teklifi 48 saat içinde sonuçlandırılmazsa düşer gibi... O zaman muhalefet o 48 saati konuşarak doldurur ve böylece teklif veya tasarı düşer. Bizim parlamento kurallarımızda bu yok, yani 48 saat de konuşsanız neticede bitireceksiniz ve çalışma devam edecek. Ayrıca şu da var: Filibuster uygulamaları kesintisizdir. Yani konuşan hiç ara veremez. Mikrofondan uzaklaştığı an hakkını kaybeder. Uyumaz mesela konuşurken, tuvalet molası filan verilmez. Ayrılırsa biter. Dolayısıyla maraton gibidir. Ama o arkadaşın yaptığı, tabir caizse biraz çakma bir filibuster oldu. Öyle, çünkü 3 defa ara verdik. Sayısını bilmiyorum, insani ihtiyaçlarımı gidermem lazım dedi önce. Olmaz aslında, konuşmayı bitirmeden ara veremez. Ama bir doktor arkadaş dedi ki “sıkıntı olabilir”. Kendisi de tuvalete gitmek için “Burada istenmeyen bir durum ortaya çıkarsa sorumlusu sizsiniz” deyince artık işin daha fazla suyu çıkmasın, parlamentonun itibarı daha fazla zedelenmesin diye 5 dakika, 10 dakika ihtiyaç molası verdik. Her ara verişte de, “Bizim anlayışımızı sizin de aynı şekilde anlayışla karşılamanızı bekliyorum” dedim. Bu “siz de konuşmanızı makul süreye çekin” demekti. Hiç tınmadan devam etti...

ŞAŞIRDIM VE ÜZÜLDÜM

Şaşırdınız mı Hocam bunlarla karşılaştığınızda?

Şaşırdım ve üzüldüm; çünkü bundan böyle insanlar bu durumlarla karşılaştıklarında bu kadar anlayışlı davranmak zorunda hissetmeyecekler kendini. İyiniyetimizin, makulde uzlaşma taleplerimizin, jestlerimizin karşılıksız kalmasına gerçekten çok üzüldüm.

MECLİS BAŞKANI’NIN YETKİSİ YOK

MHP “komisyon kararı yok hükmündedir” diyor. Hatta MHP’li Şandır da diyor ki “Tasarı Meclise gelirse millet iradesine darbe sayarız”. Şu anda Cemil Çiçek’ten bunun iadesi gibi bir beklentisi var muhalefetin. Yetki tartışması var. Komisyon başkanı olarak siz ne düşünüyorsunuz?

Grup başkanvekilleri de bu konuda açıklama yaptılar. Meclis Başkanı’nın böyle bir yetkisi yok. Tüzüğe dayalı olarak ben bunu iade ediyorum diye bir şey yok. Bazı uygulamalarda şöyle bir şey var. Diyelim ki Adalet Bakanlığıyla ilgili bir tasarıda Tarım Bakanlığıyla ilgili bir şey varsa “bunu çıkaralım” diyebilir. Ama buna da uymayabilir komisyon. Komisyon başkanı olarak benim söyleyebileceğim, bu komisyon ilk günden son güne kadar iç tüzük hükümlerine uygun şekilde çalışmalarını tamamlamıştır. Varsa başkalarının gördüğü bir iç tüzük ihlali, bildirirler. Ama bence yok. Kaldı ki komisyon çalışmaları daha sonra Genel Kurula iniyor biliyorsunuz, orada eleştirilebilir. Oradan da aynı yanlışlarla çıktığı varsayılıyorsa Anayasa Mahkemesine gidilir.

BUNU BİR DAHA DENEMESİNLER

Mart sonu gibi Genel Kurula gelecek tasarı. Muhalefetin tavrı ortada, olup bitenler ortada. Provası komisyonda yapılan şeyin Mecliste sahnelenmesi muhtemel görünüyor. Ne öneriyorsunuz?

Ben muhalefete öyle bir şeye teşebbüs etmemelerini öneririm. Çünkü orada Meclis Başkanının elinde uygulayabileceği çok daha iyi tanımlanmış müeyyideler var, bir. İkincisi Meclis çalışmalarını düzenleyen Komisyon kurallarına nazaran, nispeten daha iyi tanımlanmış tüzük maddeleri de var, yaşanmış bunca deney var. Kameralar var, artı daha önce yapılan girişimler var.. Genel Kurul'daki  kürsü işgalinin kamuoyunda yarattığı tepkiler var. "Engelleme" kadar, "engellemeyi engelleme"nin de demokratik bir hak olduğunu gösteren bizim bu son Komisyon toplantımız var. İnşallah muhalefet bu mesajı almıştır ve Genel Kurulda artık benzer bir kaba kuvvet denemesine kalkışmazlar...

TASARIDA MUHALEFETİN DE KATKISI VAR

Anayasa’nın 148. maddesi son oylamayı yani Genel Kurul oylamasını esas alıyor. Genel Kurul’da yine AK Parti çoğunluğu var ve bu çoğunlukla bunu zaten yasalaştırabilir iktidar partisi. Komisyonda da benzer bir durum var. Doğruya doğru demek için; sorum şu: Bu tasarıyı hamur olarak varsayarsak muhalefetin elinin değmediği, sadece iktidarın şekillendirdiği ve muhalefeti de bunu kabule zorladığı yalancı bir süreç midir tüm bu süreçler? Kanunlara katkı sunmak, şekil vermek muhalefetin de demokratik hakkı ve görevi sonuçta.
 
O şöyle: Konuşmamızın başında da söylediğim gibi, biz daha komisyonun ilk toplantısında bir alt komisyon kurma kararı verdik. Bu alt komisyon 5 üyeden oluşuyordu. 3’ü AK Parti’li, 1’i CHP’li 1’i de MHP’li. Alt komisyon iki gün boyunca çok yoğun biçimde çalıştı, pek çok sivil toplum örgütünü dinledi. Kendi arasında tutanağa dayalı müzakereler yaptı, gelen teklifi ciddi manada revize etti, değiştirdi. Ve bunların büyük kısmı muhalefet partilerinin alt komisyondaki üyelerinin de katkılarıyla oldu.

Herkesin eli değdi yani hamura?
 
Herkesin eli değdi. Belki de bizim komisyon çalışma sürecinin iktidar ve muhalefet olarak, demokratik teamüllere en uygun çalışma periyodu da o alt komisyonda gerçekleşti. Arkadaşlarımız alt komisyonda da çoğunlukta olmalarına rağmen muhalefet partilerinin eleştirilerini, sivil toplum örgütlerinin önerilerini dikkate alarak ciddi değişiklikler yaptılar ve sonra ana komisyona geldiğinde, biz de  alt komisyonun getirdiği yeni biçimi esas alarak müzakerelerimizi sürdürmeye çalıştık. Genel Kurul da, demokratik teamüllere riayet edilirse ideal bir müzakere zeminidir.

YENİ SİSTEM DAYATMIYOR, SEÇENEKLER SUNUYOR
 
4+4+4 sistemi kuşkusuz esnek bir yapı ve her esnek yapı gibi hem seçenekli, hareket kabiliyeti sağlıyor hem de mukavemetli. Ama 8+4 olabilirdi deniyor. Siz nasıl görüyorsunuz?
 
Benim bu tasarıda çok önemli bulduğum özelliklerden biri, ikinci dört dediğimiz ortaokul aşamasının, çocukların ve ailelerin önünde geniş bir seçenekler yelpazesini sunması. Bence bu çok olumlu bir şey. Hep duyarız mesela Türkiye’deki okullarda çok da başarılı olmayan bazı çocukların yurtdışına gittiklerinde kendi eğilimlerine, yeteneklerine, becerilerine uygun derslerde ne kadar başarılı olduklarını. Bu, o çocukların burada bastırıldıklarını, yeteneklerine uygun bir programdan mahrum bırakıldıklarını da gösterir. Şimdi bu düzenleme, mümkün olan en geniş biçimde çocuklarımıza, yetenekleri doğrultusunda eğitim alabilecekleri bir seçenekler yelpazesi sunuyor. Çünkü hiçbir çocuk tornadan çıkmış gibi birbirinin aynı değil, kimisinin matematik zekâsı çok işlek olabildiği gibi kimisinin de duygusal zekâsı, güzel sanatlara yönelik becerileri,  yetenekleri gelişmiş olabiliyor. İnşallah bunu becerebilirsek, mesela  sırf matematiğe çok fazla yeteneği olmadığı için birçok çocuğumuzu sistem dışına itmek gerekmeyecek. Veya fen bilimlerine kabiliyeti, hevesi olmayabilir ama pekâlâ müzikte başarılı olabilir; güzel sanatlarda, din bilimlerinde, sporda başarılı olabilir. Dolayısıyla bu düzenleme herkesin kendi yeteneğini sınayabileceği, değerlendirebileceği bir imkân oluşturuyor.
 
YA O YA BU DEĞİL HEM O HEM BU

Bu tasarının asıl kıyameti kopartan tarafı kuşku yok ki İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarıyla ilgiliydi. CHP’nin refleksi de orada giriyor zaten devreye, mevcut sistem üzerinden düşünüldüğü için. Ama ailelere din eğitimi konusunda seçenekler sunulabilse İHL’lere belki böyle bir zaruret hali kalmayacak…
 
Bu düzenlemede o da var. Yeni teklifte ortaokulda seçilebilecek seçimlik dersler ve programlar var. Program kendi içinde bütünlüğü olan bir paket. Bu paketin içerisinde mesela spor programı, güzel sanatlar programı, sosyal bilimler programı, fen bilimleri programı, din bilimleri programı gibi kabaca böyle etiketlendirilebilecek programlar var. Ama onun da dışında,  yine seçmelik dersler var. Dolayısıyla diyelim ki çocuğun spora eğilimi  var, spor programını seçecek ama ailesi belirli bir ölçüde din bilgisi de almasını istiyor;  o dersi de alabilecek seçmeli ders olarak. Ama buna karşılık çocuğunun daha fazla din bilimleri alanında yoğunlaşmasını isteyen bir aile de olabilir. İlerde belki imam hatip lisesine, ilahiyat fakültesine gitmek isteyecek, gerçekten din görevlisi olmak isteyebilecek veya bunu hayatta öğrenebileceği en değerli şey olarak kabul ettiği için bu alanda yoğunlaşmak isteyecek çocuklar ve aileler için din bilgileri paketi olacak. Üstelik farklı inanç grupları için hazırlanmış farklı dersler de olabilecek.. Ama çocuğumun spor veya müzik kabiliyeti var, o alanlarda da,  daha sınırlı ölçekte de olsa, belirli bir eğitim alsın diyorsa onu da o seçmeli dersler üzerinden yapabilecek.
 
E gayet iyiymiş.
 
Bir ikincisi, yine kamuoyunda pek anlaşılmayan bir husus; paket programlar arasında da yatay geçişler mümkün olabilecek. Yani çocuk A programını seçerek ortaokula başlamış olabilir, ortaokulun 3. sınıfında hiç de o alanda yetenekli olmadığını veya umduğunu bulamadığını görerek C programına geçebilir. Aradaki fark derslerini  telafi etmek şartıyla tabii...
 
KÜÇÜK ÇOCUĞUM OLSA KÜRTÇE ÖĞRETİRDİM

Kürtçenin de seçimlik bir ders olacağını Sayın Bakan açıkladı. Türkiye’nin ana gündem maddelerinin başında Kürt meselesi; Kürt meselesinin özünde de dil meselesi olduğu malum. Siyasi Kürtlerin en somut ve tek ortak talebinin ana dilde eğitim olduğu da keza. Seçimlik Kürtçe dersini anadilde eğitime giden yolun yapı taşıdır diye okumak da mümkün mü?
 
Tabii böyle de okunabilir. Anadili Türkçe  olmayan  çocukların kendi anadillerini doğru dürüst öğrenmeleri de insan hakkıdır. Bu bağlamda Kürtçe'nin seçimlik ders olarak konulmasının  bence hiçbir sakıncası yoktur. Hatta bence sadece anadili Kürtçe olan çocukların değil, anadili Türkçe olan çocukların da isterlerse öğrenebileceğini düşünüyorum -ki benim o yaşta çocuğum olsaydı ben de çocuğumun Kürtçe, Zazaca veya Gürcüce veya komşu dillerden birini öğrenmesini isterdim.
 
KOMİSYON CHP’DEKİ LİDERLİK SAVAŞININ GÖSTERİ ALANI OLDU

CHP’nin 4+4+4 üzerine yaptırdığı ve belli verilerini kamuoyundan gizlediği anketin sonuçları Star gazetesinin manşetiydi biliyorsunuz. Orada toplumun ne istediği, bu konuda ne düşündüğü çok somut olarak ortaya çıkıyordu. Şöyle: Toplamda yüzde 91.1 destek var 12 yıllık eğitime. Bunun 73,9’u AK Parti, yüzde 62.8’i CHP, yüzde 69’u MHP tabanı. Sorum şu: 4+4+4’e muhalefetin muhalefet partilerine geri dönüşünün ne olacağını öngörüyorsunuz? Malum 8 yıllık kesintisiz eğitim 28 Şubat darbesiyle kendine yaşam alanı buldu ve o darbeye, bu projeye destek veren partiler bugün hayatta değil. Bunun başka sağlamaları da oldu, 27 Nisan’da, 12 Eylül referandumunda. CHP’nin böyle bir tavır alması kendi genleriyle, politikasıyla uyumlu olabilir ama “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” olan MHP açısından sizce durum ne?
 
Bu verilerden de hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bu konularda muhalefet partileri, gerek CHP, gerekse  MHP yönetimi kendi tabanlarıyla mutabık değiller. Özellikle MHP yönetiminin  kendi tabanının taleplerini yeterince sahiplenmediğini düşünüyorum. Muhtemelen MHP’ye oy verenler, kendilerini MHP’li olarak tanımlayan seçmenler, bu yasa teklifinin neler getirdiğini daha da iyi öğrenirlerse MHP yönetimine olan tepkilerinin artacağını zannediyorum. Burada şunu da söyleyeyim. Evet, dediğimiz gibi, bu CHP için  genetik bir sorun; ama aynı zamanda bir de konjonktürel bir yanı var bu işin.
 
Nedir?
 
Şu anda CHP içerisinde ciddi bir parti-içi iktidar mücadelesi sürüyor ve  benim dışarıdan görebildiğim kadarıyla, “Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibi olduktan sonra niye biz olmayalım” sorusu, CHP içindeki bir takım kişiler ve klikler açısından çok sık sorulan bir soru haline gelmiş. Önümüzdeki dönemlerde kongrelerinde,  kurultaylarında, bu doğrultuda ciddi bir parti-içi iktidar mücadelesi yaşanacağını insanlar görüyorlar ve oraya yatırım yapmak için de bu kanun teklifini iyi bir antrenman sahası olarak, kendilerini gösterme fırsatı olarak değerlendiriyorlar. Çünkü burada, geleneksel CHP seçmenini ajite edecek, onları kışkırtmaya müsait söylemler için elverişli bir zemin bulduklarını düşünüyorlar. Ve onu işleyerek parti içerisindeki iktidar mücadelesinde en azından vitrinde olmalarını sağlayacak atraksiyonlara o yüzden çok sık başvuruyorlar. Ben bizim komisyonun da biraz bunun kurbanı olduğunu düşünüyorum. Komisyon maalesef CHP-içi iktidar mücadelesinde veya CHP-içi kariyer mücadelesinde bilek güreşlerinin bizim sırtımızdan yapıldığı bir yere dönüştürüldü.
 
Evet, belli isimler pek de “ince” olmayan üsluplarla hayli sivrildi bu süreçte…
 
Belli isimler hakikaten sivrilmek için çok gayret gösterdiler. Her biri, kendine yakıştırdığı söylem ve eylemlerle, "ben buradayım" dedi... Daha da diyeceklerdir...
 
RÖVANŞ DEĞİL TESADÜF

Konu gündeme tam da 28 Şubatın sene-i devriyesinde geldi. Bu tesadüf müdür, rövanş mıdır?
 
Valla benim açımdan bir tesadüf...  Tabii  bu kadar da tesadüf olur mu diye de sorulabilir; ama bilinçli bir takvimleme yok benim gördüğüm kadarıyla.
 
12 Eylül referandumu da 12 Eylül gününe denk gelmişti, en uygun Pazar günü o gündü çünkü…
 
Tam onun gibi oldu biraz. O yüzden, bu konularda kadar da komplocu veya kurgucu olmamak lazım zaten.
 
Türkiye bu sisteme ne kadar hazır, öğretmen stoku olarak, fiziki şartlar olarak, müfredat olarak?
 
Milli Eğitim Bakanlığı bu konuda çok uzun yıllara dayalı bir birikime sahip; iyi bir hazırlığı var ve Bakan'ın da ısrarla, rakamlara, somut verilere dayanarak açıkladığı üzere, biz bu konularda inşallah çok fazla zorlanmayız.

AK PARTİ NE İSTİYOR?
 
Eğitimi düzenlemek demek aslında bir anlamda geleceği düzenlemek, toplumu ve siyaseti düzenlemek demektir. Ama biz şunu da biliyoruz ki ve bütün sosyolojik sonuçlar bize şunu gösteriyor ki yukardan kim nasıl bir politik müdahalede bulunursa bulunsun, neye niyet etmiş ve planlamış olursa olsun, aşağıda sonuç tamamen onun istediği olmaz. Soru şu: AK Parti ne istiyor?
 
AK Parti tek bir cümleyle özetlemek gerekirse, halkın önünü açmak istiyor. Yani halk ne istiyorsa onu hayatın bütün alanlarında gerçekleştirmek istiyor. Halk derken çok homojen bir kitleden bahsetmiyoruz. O yüzden de çok homojenize edici bir yasa teklifi değil bu. O yüzden çok-çeşitliliği esas alan, dolayısıyla toplumun bütün kesimlerinin taleplerinin bir şekilde karşılık bulabileceği bir eğitim alanı açmaya çalışıyor. AK Parti’nin yapmak istediği bu.
 
Tartışmanın “Biz dindar gençlik istiyoruz” cümlesiyle eş zamanlı yürüdüğü düşünülürse herhangi bir anlam kayması olur mu dediklerinizde?
 
Hayır. Bunu herkes kendine göre söyleyebilir. Yani mesela bir Alevi kanaat önderi de “gençlerimizin inançlarını öğrenerek yetişmesini istiyorum” diyebilir ve onun karşılığını bu düzenlemede bulabilir. Bir başkası “güzelliklere karşı duyarlı, duygusal eğitimini iyi yapmış bir gençlik istiyorum” dediğinde de burada bir karşılığı var. Yani daha sağlıklı veya ayrı ayrı taleplerimizi bir şekilde bulabileceğimiz bir yelpaze oluşturulmak isteniyor aslında bu düzenlemeyle.

DEĞİŞİKLİK 120 KM HIZLA GİDERKEN YAPILIYOR
 
Tabi bir de yorgunluk mevzuu var. Türkiye’de eğitim sistemi kendi içinde o kadar çok değişti ki, haliyle toplumda, çocuklarda ve eğitim camiasında ciddi bir yorgunluk oluştu. O yüzden de her yeni düzenleme daha içeriği bilinmeden bir itiraz ve yılgınlıkla karşılanır oldu…
 
Valla bu biraz da kaçınılmaz bir şey aslında. Toplumlar çok hızlı değişiyorlar. Bilişim ve iletişim teknolojileri gelişiyor; dolayısıyla eğitim teknolojileri de çok ciddi biçimde hızla değişiyor. Eski yapılar hızla demode oluyor, yeni imkânlar çıkıyor. Bir de eğitim sisteminde, bu yorgunluğun da ötesinde, bu kadar gerilim oluşmasının bir nedeni de şu: Öyle bir alan ki bu, adeta otoyolda 120 km hızla giden bir araca bakım yapmaya kalkışıyorsunuz. 12 milyon insan eğitim görüyor, bu insanların bir yandan eğitimlerini sürdürmeleri gerekiyor, yani bir yandan mevcut süreç işlerken bir yandan da siz bu sistemi dönüştürmeye çalışıyorsunuz: 120 km hızla giderken, bu 12 milyonu garaja çekip, “bir dakika mola verelim, yeni sistemi ayarlayacağız, eğitimi donduruyoruz, yeniden düzenliyoruz, yola sonra devam edeceğiz” diyemezsiniz.
 
“Çocuklar olmasaydı maarifi çok güzel idare ederdim” durumu olurdu yoksa zaten…
 
Dolayısıyla, çok dinamik bir süreç üzerinde, çok incelikli ayarlar yapmanız gerekiyor ki bu, neresinden bakarsanız bakın çok gerilimli, çok riskli, çok zor bir iş.
 
“BİZ EĞİTİMLE ÇARPIŞARAK BÜYÜDÜK KARDEŞİM”

Öğretim görevlisi olarak çalıştığınızı, bürokrasi tecrübeniz olduğunu, meseleye yatkınlığınızı biliyoruz ama yine de dinlemek isteriz, sizi komisyon başkanı kılan özelliklerinizi?
 
"Hangi özelliğinize dayanarak eğitim komisyon başkanı oldunuz?" diye soruyorsunuz yani… Bunu yaklaşık ikibinbeşyüz yıl önce Sokrates de Alkibiadis’e sormuş: "Sen hangi özelliğine dayanarak siyasete kalkışıyorsun?" diye... Bu bağlamda illa birilerine bir bonservis göstermem gerekirse en alakalı bonservisim şu olabilir: Hasan Celal Güzel’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde Milli Eğitim Bakanlığı'nda  müşavirlik yaptım. Diğer başbakanlara, Turgut Özal ve Yıldırım Akbulut’a yaptığım danışmanlıktan çok, özellikle bu konuda,  Milli Eğitim danışmanlığımın işe yaradığını veya yarayabileceğini –inşallah- düşünüyorum. Çünkü yine tam da böyle kritik bir dönemdi Hasan Celal Bey’in bakanlık yaptığı dönem. Türkiye’nin bilgisayar destekli eğitim projesine adım attığı, bilgisayar destekli eğitim konusunda ilk ulusal raporu benim başkanlığımda bir grup arkadaşın hazırladığı dönemdi.
 
Yıl kaçtı?
 
1989. Nitekim o ulusal raporumuz daha sonra Milli Eğitim Bakanlığınca Enformasyon Teknolojileri ve Eğitim Sistemine Etkileri adıyla kitap halinde basıldı. Anadolu Üniversitesinde bilgisayar destekli eğitim sisteminin kurulmasına ilham kaynağı oldu. Anadolu Üniversitesinde açık öğretim ve yaygın eğitim konularında epey çalışmamız oldu. Onun dışında, bir baba olarak da, bir hoca olarak da eğitim sisteminin hep içinde oldum, iyi ve kötü yanlarıyla... Yani, Ece Ayhan'vari söyleyecek olursak, “Biz eğitimle çarpışarak büyüdük kardeşim” diyebilecek kadar tecrübemiz oldu. Bir de İvan İllich’in Okulsuz Toplum’undan bazı bölümleri de Türkçeye ilk çevirenlerden olduğumu söyleyebilirim.
 
ÖZAL BİLGİSAYARCIYDI, DEMİREL FOLKLORCU

Özal’ın bilgisayara merakıyla ilgili haberler, bilgisayarı kurcalarken alınmış görüntüler hatırlıyorum; Eşi Semra Hanım mesela, Turgut Beyin gece yarısı yatağından kalkıp kalkıp bilgisayar başına oturduğunu filan anlatıyordu. Siz onunla da çalıştınız, şimdi Fatih Projesi kapsamında tabletli eğitime geçmeye çalışan Başbakan Erdoğan’la da. Dolayısıyla politikacıların eğitim ve teknoloji yaklaşımlarını kıyaslayabilecek bir tecrübeniz var. Kıyaslamanızı istiyorum. Ve anekdotlar anlatmanızı rica ediyorum.
 
Özal’la ilgili olan şu: Hasan Celal Güzel’in Milli Eğitim Bakanı, benim de müsteşar olduğum Eğitim Şura’sında Özal başbakan olarak, Türkiye’nin yakın gelecekte bilgisayar destekli eğitime geçeceğini ve bir milyon bilgisayar alınacağını söyledi. Özal’ın bu sözü söylediği tarihte Avrupa’nın eğitim kurumlarındaki bilgisayar sayısının yarım milyonu geçmediği, 480 bin civarında olduğu söyleniyordu. Bunun üzerine Amerikalı bilgisayar üreticilerinin kulakları dört açıldı. Ve bizi Milli Eğitim Bakanlığı'ndan ve YÖK’ten bir grup insanı Amerika’daki bilgisayar sektörünü incelemek üzere davet ettiler. Biz de gittik. Türkiye’de de ciddi şekilde bir yazılım şirketi furyası başladı. Genç insanlar "Türkiye bilgisayar destekli eğitime geçecek, ciddi yazılım ihtiyacı olacak" diye butik yazılım şirketleri kurdular. Bunlardan biri de Eskişehir Anadolu Üniversitesi Bilgisayar Destekli Eğitim Merkezinin kurucularından Cemalettin Taşçı’dır. Kardeşleri üniversiteden ayrıldı, İzmir’de bir yazılım firması kurdular fakat sonra Özal Cumhurbaşkanı, Demirel başbakan oldu ve Türkiye’nin bilgisayar destekli eğitim projesi keskin bir fren yaptı.
 
Eyvah!
 
Özellikle yabancı dil eğitimi için yazılım üreten firmalar Milli Eğitim Bakanlığı’na yazılım tekliflerini götürdüklerinde, bunların İsrail’den alındığını ve alınacağını öğrendiler. Ve birden duvara çarptılar. Bunun üzerine Cemalettin ve arkadaşları bana gelip, “bilgisayar destekli eğitime başlanacak dediniz, bizim gibi yazılımcıları sokağa çıkardınız, şimdi de ortada kaldık" dediler. Ben de onları Cumhurbaşkanı Özal’a götürdüm. Ve Cemalettin, Rahmetli Özal’a, biraz da cumhurbaşkanın yadırgayabileceği köşeli bir üslupla “kendileri gibi yüzlerce genç yazılımcının sokakta bırakıldığını” söyledi. Cumhurbaşkanı da dedi ki “Evladım haklısın, ama ne yapayım, bunlar anlamıyorlar işte”.

“BUNLAR ANLAMIYOR İŞTE EVLADIM”

Bunlar anlamıyor dediği kimler?

Başbakan Süleyman Demirel ve kabinesi... Ve o günlerde Anadolu’nun değişik yerlerinden mesela hiç unutmuyorum, Afyon Dinar’dan Demirel’in başbakanlığını kutlamak üzere heyetler Ankara’ya geliyorlar, Bakanlar Kurulu salonunda folklor ekipleriyle gösteriler yapıyorlardı. Cemal'in sitemlerine o kadar üzüldü ki Özal, “Bari Ahmet’le (Özal) konuşayım da” dedi, “Kanal 6’da tanıtsın, siz de bu bilgisayar destekli İngilizce yazılımlarınızı serbest piyasada satmaya çalışın”. Fakat bu konuşmadan kısa bir süre sonra Özal rahmetli oldu. Arkadaşlar onu da yapamadılar. Sonra duyduğum kadarıyla o bilgisayar destekli İngilizce eğitim programını İsviçre’de bir firmaya satarak, zararlarını ucu ucuna ancak çıkarmışlar. Süleyman Demirel, misket oynayan seğmenlere gösterdiği ilginin birazını o yazılımcılara da gösterseydi bugün FATİH projesine çok başka bir yerden başlayabilirdik. Neyse, olan oldu. Ama bugün durum farklı... Sizin de yakından takip ettiğiniz üzere bugün Başbakan Erdoğan, FATİH Projesini ısrarla ve günü gününe takip ediyor. Bunun ne kadar önemli bir fark olduğunu da bilenler biliyor zaten...

Star



Bu haber 629 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    6,859 µs