iyibilgi özel" /> iyibilgi özel"/>

En Sıcak Konular

Nilüfer Göle geleceği 'okudu'!

1 Mart 2011 08:55 tsi
Nilüfer Göle geleceği 'okudu'! Avrupa'nın geleceğini İslam mı belirleyecek? iyibilgi özel

Nilüfer Göle toplumu sekülarizm, Marxizm, feminizm gibi meta anlatılarla ‘sorgulamak’ yerine, onu ince işçilikle anlamaya, kavramaya çalışan bir sosyal bilim zanaatkârı. Toplumun DNA’sına bakarak ayrıntılardan bütünü resmetmeye gayret ediyor. Yeni bir toplumsal muhayyilenin yollarını açmak için, varolan zihinsel kalıpları, kemikleşmiş dili, algıyı kırıyor, oyunu bozmaktan haz alıyor. Kendi cemaati tarafından ‘yok sayılmak’ pahasına başörtüsü gibi, mahrem gibi ‘marjinal’ konularla ilgileniyor. Ama apoletli bilim çevrelerince marjinal olarak yaftalanan bu konular bir zaman sonra ‘ana akım’ oluveriyor. Ve Nilüfer Göle öngörülerinde haklı çıkıyor. Ona karşı çıkanlar sobeleniyor. 1970’lerin aceleci devrimci Türk solu, başörtülüleri ‘gerici’ tırnağına hapsedenler, ‘Batı dışı modernlik olamaz’, ‘modernle mahrem yan yana gelemez’ diyenler…



 

Göle yeni kitabında da sobelemeye devam ediyor! Ayşe Çavdar’ın, Nilüfer Göle’nin Paris’teki atölyesinde 10 gün boyunca yaptığı söyleşilerin bir ürünü olan MAHREMİN GÖÇÜ piyasaya çıktı. Kitap bir anlamda Göle’nin akademisyen olarak hangi sırat köprülerinden geçtiğinin öyküsü. Onun entelektüel biyografisi… Fonda ise ‘yeni tespitler’ var. Darbelerle, AKP’yle, 68 gençliğiyle, mahremiyetle, feminizmle, kadınla, öteki Avrupa’yla ilgili tespitler. Ve tabii ki İslam ve Müslümanlarla ilgili fütürist öngörüler. Göle “Müslümanlık Avrupa’yı belirleyecek” diyor. Okuyucuyu İslam’ın söz sahibi olduğu bir dünya deseninin derinliklerine davet ediyor.

Kitabı satın almak için...

İŞTE NİLÜFER GÖLE’NİN AFORİZMA NİTELİĞİNDEKİ
TESPİT VE ÖNGÖRÜLERİNDEN SEÇMELER:

Doğululuk
İlkokulda “nerelisiniz?” diye bir soru gelmişti. Herhal­de öğretmen “nerede doğdunuz?” diye soruyordu. Ben “Do­ğuluyum” deyivermiştim. O dönem henüz Doğu bana öğretil­memişti, gitmemiştim. İlkokul dördüncü sınıftaydım. Arka­da oturuyordum, uzun boyluydum. Bütün sınıfın dönüp bana baktığını hatırlıyorum. Kızardım. Bir tür damara basmak­tı yaptığım. Hayal meyal bunun bilincindeydim. Bir rahatsız etme isteği... Algıyı kırmak için…

Marjinallik ve sol
Kendimi hep normal ve merkezde his­settim, ama uçlarda buldum. Merkezkaç olmadan tutunabil­mişim bir şekilde. Kimi arkadaşlarım uyuşturucudan öldü. Kimileri hapse girdi. Ama sol ile hippilik arasında bir gerilim vardı. Batı’da yaşıyor olsaydım, bu gerilim olmazdı. Aslında kendi içimde tutarlıydım. Sol marjinallerle, kültürel marjinal­lerin, karşıt kültür ile sol eleştirel hareketin iç içe olması gerek­tiğini hissediyordum.

1960 darbesi, İnönü ve Menderes
Bütün “İnönücüler” ve Halk Partililer darbeden yanaydılar. Halbuki bizim evde korku ve üzüntü vardı. Onun için hiçbir zaman, Halk Partili bir ailenin çocuğu olmama rağmen, darbeyi sevmek zorunda hissetmedim kendimi... Halk Partililiği hissettim, ama hiçbir zaman Demokrat Parti’ye düşmanlık beslemedim. İnönü’ye ne kadar yakın olsak da Menderes’in şahsına büyük bir sempatimiz vardı ailece.

Kemalizm
Atatürkçülük'le Kemalizm’i bir tutmamalı. Ben bunu hiç yapmadım, yaptığım yerde de hataya düştüm.

Demirel
Demirel iki darbe arasında hep statükocu bir rol oynadı ve korktu.

Cumhuriyet çocuklarını sevmiyor…
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılması bana çok şiddetli gelmişti. Cumhuriyet'in çocuklarını yeterince sevmediğini o zaman düşünmeye başladım. Bu çok ağır bir düşünceydi...

YÖK askeri bir düzen
YÖK'e gittiğim günü hiç unutmuyorum, askeri bir binaya girer gibi girdik. Gene o Alman mimarisi. Bir komisyon kurulmuştu, oturduk masanın etrafında. Askeri bir düzen vardı. Çıkarken anladım benim ne söylediğimin hiçbir önemi olmadığını. Kan beynime sıçramıştı. Türbanla kalaşnikof aynı şey gibiydi adamların gözünde. Hiç abartmıyorum. Elimize türbanın ne kadar büyük bir İslami terör tehlikesi barındırdığını ve kabul edilemeyeceğini söyleyen bir rapor tutuşturdular.

Cumhuriyet olgunlaşıyor
Cumhuriyet şu anda kendisi için bir klasisizm üretiyor ve gençlik psikolojisinden çıkmaya başlıyor. Delikanlılık, gençlik bitiyor; olgunlaşıyor Türkiye. Ama bu desende tek aktör yok. Sadece Müslümanlar üretmiyor bu deseni. Koreografi gibi yine. Farklı figürlerle sahneye çıkan pek çok dansçı var.

Sol ve bale
İçinde olmadığım ama çoğu zaman yürekten destekle­diğim, entelektüel olarak beslendiğim sol hareket benim için müthiş bir hayal kırıklığıydı. Çünkü inanılmaz bir sertlikle “niye dans ediyorsun, bale yapma, böyle giyinme” diyorlardı. Jandarma bölgesiydi ODTÜ. “Halk” diyorlardı jandarmaya. “Halk seni esrarkeş sanacak.” Çünkü ben modern bale yaptı­ğım için o dönem dar pantolon, bot ve deri ceket giyiyordum. Benim o karşıt kültürün temsillerini üzerimde taşıyor olmam solun ahlakçı ve püriten yapısına ters düşüyordu.

Solun damarı
Solda beni çok rahatsız eden bir damar var. Bu da­marı asla tahammül edemediğim, sürekli yargılayan, ahlakçı bir bakış açısı şekillendiriyor. Bu bakış açısı sayesinde nasıl olsa onlar hep “daha haklı”, “daha saf”, “daha az taviz vermiş” oluyorlar. Ama bugünkü manzaraya baktığımda aslında saf kalanın ben ve benim gibiler olduğunu, hiç taviz vermeden yaşadığımı görüyorum.

Özal
Özal döneminin, Türkiye’de büyük bir dönüşüme tekabül ettiğini, komplekssiz­leşmeye giden, boyuyla posuyla, rahatlığıyla, “ben buradayım” ve “dünyaya açılırım” diyen bir Türkiye şekillendirdiğini düşü­nüyorum. Yeni zenginleriyle, arabeskiyle, yuppi’leriyle yeni bir Türkiye şekillendi. Bu benim habitusum değil, benim sınıfım değil, dünyaya bakış şeklim değil; ama benden olmayan biri­ni illa da kendimden uzak hissetmem gerekmiyor. Benim için farklılık, uzaklık değil. Farklılık ve yakınlık bir arada olabiliyor.

Issız Adam
O filmde hoşuma giden bir İstanbul ve Türkiye var. Bu yeni bir gençlik. Güzel bir tarafı var bu gençliğin. Eski plaklar dinleyip Sevgi Soysal oku­yorlar. Ayten Alpman’ı, Ayla Dikmen’i dinliyorlar... Bu hoş bir şey. Klasikleşme ve geçmişten feyz alma. Çünkü Türkiye’nin her şeyi baştan alma gibi bir özelliği var.

Orhan Pamuk
Orhan Pamuk'un önemli olduğunu düşünüyorum Türkiye'de. Orhan Pamuk'un sosyal bilimleri, orada ortaya çıkan sorunsalları içselleştirmiş bir romancı olduğunu düşünüyorum. Doğu nedir, Batı nedir, yenilik nedir, gelenek nasıl devam eder?.. gibi sorular soruyor.

Pozitif eleştiri
Pozitif eleştiri yapmak çok daha zordur ve meseleyi çok daha iyi bilmeyi gerektirir. Pozitif bir eleştiri yaptığınız­da eleştirdiğiniz şeyin üzerine yeni bir şey söylemiş, eklemiş oluyorsunuz. Söyleneni yeni bir yere taşıyor, yeni bir seviyeye aktarıyorsunuz.

Toplumsal mühendisliğin ağır bedeli
Toplumsal mühendis­liğin temeli şu: Toplumu kafanızda tahayyül ediyorsunuz. Tıpkı bir fabrika gibi... Onu muhayyilenizde yeniden şekillen­diriyorsunuz, tasarlıyorsunuz. Solda bu temayül çok yaygındı. Toplumu anlamaya çalışmıyordu sol; kendi taleplerine, etik ya da rasyonel değerlerine göre yeniden inşa etmek istiyordu. Bunun sonuçları bizde çok ağır yaşandı.

Sosyal bilimcinin vazifesi
Sosyal bilimci­nin vazifesi, görüşülen kişilerin söylediklerini ve söylenenlerin işaret edebilecekleri anlamları sosyal ve tarihsel bağlamlarına oturtup sınamaktır. Hipotezler bu şekilde teker teker sınanır ve o süreç içinde yeni hipotezler geliştirilir. Onlar da sınanır ve böylece devam edip gider. Tabii ki sahaya gitmeden önce kimi hipotezler oluşturmuş olursunuz. Ama sahada o hipotezlerin çok daha incelmesi, bazen değiştirilmesi gerekir. Bu da araş­tırmanın sizin için hazırladığı sürprizdir. Bence sahada kafası karışmayan sosyal bilimci, işini iyi yapmıyor demektir.

Eski zenginler, yeni zenginler
Eski zenginler, her zaman yeni zenginlerden rahatsız olurlar. Seçkinler de, entelektüeller de öyle... Benim için bu dönüşüm toplumun sıhhatli olduğuna işaret eder. Dönüşüm olmadığı vakit korkmak lazım. İlla bu dönüşümden pay al­mam gerekmiyor. Yeni gelenlerle aynı kültürü, zevkleri, dün­ya görüşünü paylaşmıyorum. Ama önemli olan eskinin yeniye öncülük edebilmesi bence. Bizdeki bu sil baştan geleneği tabii ki kültürel birikimin karşısında müthiş bir engel oluşturuyor.

Bilmek
Okuduklarınız şaşırma kapasitenizi azaltmak yerine artırmalı. İnsanlar sanıyor ki bildikçe daha az şaşırırsınız. Ter­sine, ne kadar çok bilirseniz toplum sizi o kadar şaşırtır. Çün­kü ne kadar bilirseniz, yazılı olanla toplum arasındaki farklı­lıkları o kadar iyi algılarsınız. Böylece toplum size doğal gel­memeye başlar. Sosyal bilimcinin işi, içinde yaşadığımız, do­ğal gibi algılanan olguların aslında doğal olmadığını göster­mek.

Unutturmak
Medeniyet değiştirmek. Osmanlı’dan, Müslümanlık’tan vazgeçip yeni bir medeniyete dahil olmak ve bunu Türklükle bağdaştırıp yeni bir kimlik kurmak... İşiniz bu kadarla bit­miyor, yaşanan bu sürecin kendisini de unutturmak istiyor­sunuz...

Bilgi ve deri kalınlığı
Bilginin sizinle toplum arasında bir zırh oluştur­maması lazım. Sosyal bilimlerde bazen bu tuzağa düşülüyor. Apolet dediğim de bu. Hazır bilgiyi kendi sözcüklerinizle dillendiriyorsunuz ve bu da derinizi kalınlaştırıyor. Bilgiyi bir zırh gibi kuşanıyorsunuz. Halbuki deriniz, sahip olduğunuz bilgi ölçüsünde incelmeli.

Sosyolojik bilgiye ulaşmak
Benim yöntemimde hakkında araştırma yapılan aktör denek olmaktan, sosyal bilimci de bilgi toplayıcı rolüne sıkışmaktan uzaklaşıyor. İkisi arasında bir alışveriş başlıyor. Hatta zaman zaman yer değişti­rebiliyorlar. Çünkü bilgi ancak bu şekilde oluşur. Bu iki konum arasında bir alışveriş olmadan sosyolojik bilgiye ulaşamazsı­nız. Kafanızdaki hipotezlerin, topluma bakışınızın altüst olma­sına izin vermeniz gerekir.

Metodoloji
Benim çalışmayı sevdiğim yöntem bir tür DNA testi yapmak, belirli bir olaya bakıp, o enstantaneden daha büyük resmi anlamaya çalışmak... Bu 1970’lerde yapılanların ters yüz edilmiş şekli aslında. Toplumu fragmanlarla anlama­ya çalışıyorum. Ona holistik, bütüncül, makro bir ölçekten bakmayı sevmiyorum. Bazı antropologların yaptığı gibi, mik­ro düzeyde çalışmayı tercih ediyorum.

Patikada dolaşanlar
Siz patika yoldan gidiyorsanız -ki ben gittiğim yolu marjinal değil patika yoldan gittiğimi düşünüyorum- bir yanda da otoyol var demektir. Otoyol sizi kucaklamaz. Otoyol hızında gitmiyorum. Onun için “ben hem patika yolda gideceğim, hem de otoyoldakiler tarafından alkışlanmak isteyeceğim” diyemezsiniz. Böyle bir şey olamaz. Onun için ben çok satan bir kitap yazamam. Şu halde kime yazıyorum? Patikalarda dolaşmak isteyen insanlara.

İslami hareket ve kavramlar
Bugün İslami hareketleri sadece sınıf meselesiyle açıklamaya çalışırsanız, pek çok şeyi gözden kaçırırsınız. Sınıf kavramı bu yüzden benim çalıştığım alanlarda çok önemli değil. Öte yan­dan dışlanma, hor görülme, mahremiyet, yaralanma, stigma­tizasyon (damgalanma) gibi, gene sınıf kavramının yaptığına benzer bir şekilde eşitsizliği ifade eden kavramlardan yararla­nıyorum.

Örtünmek
Örtünmek kadınlığın daha da çok vurgulanması demek. Ka­dın, erkekten farklılaşıyor. Hemen tanınır oluyor. Halbuki 1968’de biz unisex’e doğru gitmiştik. O dönemin rockçılarını, kızları, twiggy’leri düşünün. Kadınla erkek arasında müthiş bir alışveriş vardı. Kız mı, erkek mi ilk bakışta anlaşılmıyor­du. Erkekler saçlarını uzatıyorlardı. Kızlar daha erkeksi saç modelleri buluyorlardı. Zayıflık bile o zaman geldi. 1968 bir anlamda modern burjuva toplumunun eleştirisiydi ve zaten onun sonu oldu.

Modernlik ve arzu objesi olma
Örtünen kızlar bence hem sosyal bir olgu olarak çok önemliler, hem de yaşadığımız dünyaya çok ilginç bir ışık tutuyorlar. Beni etkileyen tarafı, hepimizi mahremiyet üzerine yeniden düşünmek durumunda bırak­maları. Çünkü modernlik bizi sürekli açarak, kamusal alanda ulaşılabilir kılarak hayata geçiriyor iddiasını. Bunu her alan­da gerçekleştirmek istiyor. Bütün bir modernlik, ulaşılabilirlik kavramı üzerinden okunabilir. İletişim teknolojilerinden tutun, sizin birey olarak, “arzu objesi” olarak ulaşılabilir olmanıza kadar her alanda bu iddianın izlerini sürebilirsiniz. Toplumda ne kadar sirkülas­yona girerseniz o kadar iyi. Onun için modern toplumları, Foucault’nun dediği gibi, “confession” (itiraf, günah çıkarma) toplumları olarak düşünebiliriz. Çıkın, ifade edin kendinizi.

Seküler dişilik ve örtü
Seküler dişilikte, örneğin feminizm sonrasında püritenli­ğe karşı çıkan dişilikte “ben ulaşılabilirim” mesajı da var. Bu “ulaşılabilirim” mesajını diklenerek veriyor feminizm. Diyor ki “ulaşılabilir olmak özgürlüktür.” Mahremi hatırlatan örtü, bence buna yapılmış en büyük eleştiridir. Benim söylemeye çalıştığım da bu, ama yeterince anlaşılmıyor. “Herkese ulaşılabilirim, onun için özgürüm” mesajı çok ağırdır kadınlar için. Bunun için sürekli modaya uyacaksınız, fit olacaksınız, mahremiyeti­niz yokmuş gibi, herkes orada değilmiş gibi davranacaksınız...

Başörtüsündeki dişilik
Başörtüsü dişiliği ortadan kaldırmıyor. Başörtüsü daha dişi. Ama farklı bir dişilik... Daha dişi, çünkü bir kere kadın unisex olmaktan çıkıyor. Örtünenin kadın ol­duğunu biliyoruz. Üstelik daha da görünürleşiyor. Mesele sa­nıldığı gibi dişiliğinden yoksun olma meselesi değil; dişiliğin örtünerek tanımlanması. Burada apayrı bir vurgu ve mesaj söz konusu. “Örtündüğüm andan itibaren sürekli ulaşılabilir olma çağrısından kendimi korumuş oluyorum...”

Feminizm tarihi hatası
Bence örtünen kızlar feminizmden çok şey öğrendiler. Ama feministler örtünen kızlardan öğrenmeyi reddediyorlar. Bu çok korkunç bir şey. Bence feminizm bu yüzden bitti. Tarihle randevusunu Müslüman kızlara karşı geliştirdiği düş­manlık yüzünden iptal etti. Bence bu affedilmez bir şeydir.

Batı’nın feminizmi
Tek bir feminizm olamaz. Baskın feminizm seküler, Batı’nın formatladığı feminizmdir. Feminizm bu formatla bir yere va­ramaz. Örtülü kızlar da başka bir feminizm üreteceklerdir bel­ki de. Tek kamusal alan tanımı Avrupa’dan çıkamaz. Güzelin, etiğin, estetiğin, değerlerin tanımlarını sadece Batı yapamaz...

Mahremiyet yok artık!
Mahremiyet yok artık, çünkü herkesin evinde internet var, cep telefonlarıyla her an birbirimize bağlanıyoruz. Onun için sınırlar giderek erozyona uğradı. Böylesi bir aşamada ortaya çıkan bir mahremiyeti koruma girişimi olarak örtünme bana çok ilginç geliyor. Örtünün, sembolik olarak çok yüklü olduğunu düşünüyorum. Modernliğe set çekme meselesinde başarılı olabilir mi? Bu da başka bir soru. Ama bizi düşündürüyor. Bir fikir, bir çaba olarak düşündürüyor

Samimiyet
Samimiyet ağızda çikletle “ben olduğum gibiyim” demek değil. Samimiyet insanın içine dönüp kendini görmesi, onu yeniden dışarıya çıkarırken daha da içeriye doğru gitmesi demek...

Mazlumluk ve AKP
Sol mazlumluk çıkmazından hiçbir zaman kurtulamamıştır. Bu yüzden iktidar da olamaz. Fakat AKP iktidar koltuğunda çok rahat bir şekilde oturuyor.

AKP tek bir tablo veriyor
AKP'de beni şaşırtan bir nokta hâlâ var: Bu kadar açılmalarına rağmen, heterojenliği açısından Türkiye'yi tam olarak temsil etmediğini düşünüyorum. Çünkü hâlâ çok tekil bir parti... Bütün o hayat tarzıyla, eşleriyle, alışkanlıklarıyla... Türkiye'nin farklılıklarını temsil etmiyor. Bir kızın başı açık olur, ikisinin kapalı olur, ikisi başka bir şey olur. Öyle değil. Tek bir tablo veriyorlar. Bu yüzden mevcut konumlarını ne kadar koruyabileceklerini bilemiyorum.

AKP’nin felsefesi
1980'li yıllarda toplum tüketim toplumuna dönüştü. Müthiş bir gaza basılmıştı. Yuppi küstahlığı diyebileceğimiz, finans kapitalizminden gelen bir küstahlık vardı. “Biz para kazanırız, kazanmayan enayidir” diyorlardı. Özal döneminin kültürel havzası buydu… AKP için bunu diyemeyiz. Orada böyle bir kültürel havza yok. Hatta bugün ekonomik kriz var. Acaba bir lokma, bir hırka daha iyi bir felsefe midir gibi etik kaygılar ortaya çıktı. Ama AKP de bugün bir lokma, bir hırka felsefesini temsil etmiyor.

Deseni paylaşmak
Siyasetten baktığımız zaman laik kesimin çok vasat olduğunu, hiçbir şey üretemediğini söyleyebiliriz. Siyaset açı­sından baktığımızda bu desende laik kesimin yeri yok. Halbuki sanat ve bilim açısından baktığımızda hâlâ çok önemli olduk­larını görürüz. Ekonomi açısından baktığımızda da güçlüler, ama yalnız değiller, artık MÜSİAD’la paylaşıyorlar deseni...

Seçkinler, Müslümanlar ve özgüven sorunu
Türkiyeli seçkinin özgüven sorunu var. Müslüman kesim kendine daha çok gü­veniyor. 1950’lerde benzer bir durum Demokrat Parti’yle ol­muştu; Demokrat Partililer kendilerine daha çok güveniyor­lardı. Bu fazlasıyla soyut bir tespit belki. Ama bence AKP’nin bu şekli alması Türkiye’nin başarısıdır. Laik kesim de bunu kendisinin de sahip çıktığı Cumhuriyet’in bir başarısı ola­rak gördüğü anda aradaki bağ kurulacak ve rahatlayacağız. AKP’yi düşmanca görmekten kurtulacağız.

Gelenek ve Müslümanlar
Aslında bugün gelenekle kalan son bağları da koparanlar bizatihi Müslümanlar. Şimdi de onların gelenekle ilişkileri zayıflıyor. Yapmaya çalıştıkları şey geleneğin kaybolduğu noktadan yeni bir gelenek yaratmaya girişmek.

Aydın olmak
Aydın olmanın bir parçası da kendine yönelik şiddet. Yalnız­ca dışarıda değil, kendi içinizde de taşları sürekli yerinden oy­natmak zorundasınız. Çünkü aydın olmak için kendinize iha­net etmek durumundasınız.

Paradigma değişti
Entelektüel ve siyasi anlamda paradigma değişti Türkiye'de. Bu fikre herkesin katılmasını bekleyemeyiz elbette. O yol açıldı, ama henüz egemen olmadı. Avrupa'da yollar çok tıkalı. Bu anlamda Türkiye, Avrupa'nın çok önünde. Bu nedenle Avrupa ile Türkiye'nin karşılaşması sosyal bilimlerin her alanı için bir laboratuar niteliği taşıyor.

Pozisyon aydını olmak
Sadece aynı şeylere inandığımız, yakınlık kurduğumuz, kolektif bir dua gibi aynı fikirleri söy­lediğimiz bir araştırma dünyası, duymak istediğimiz sözleri en iyi söyleyenlerle konuşup birbirimizi sürekli alkışladığımız yalancıktan bir dünya olur. Bunu yapanlara “pozisyon aydını” diyorum ben ve onları da seviyorum aslında. Böyleleri olmasa demokrat aydınlar, solcu aydınlar, ilericiler, feministler ola­maz.

Kültürel hegemonyanın sonu
Avrupa ile İslam’ın karşılaşmasından ne çıktığı sorusu­nun cevabıyla çok ilgileniyorum. Çünkü Avrupa’nın Müslü­manlara karşı takındığı tavır, Avrupa’yı yeniden tanımlamaya, dolayısıyla Müslümanlık Avrupa’yı belirlemeye başladı. Avrupa’nın kültürel hegemonyasını asıl Avrupa’nın içinden; Paris’ten, Berlin’den konuşan, edebiyat üreten, sanat üreten Türkler, Araplar bitirecek.

İslam ve truva atı
“Türkiye Avrupa’yı neden bu kadar arzuluyor?” Yeni soru bu. Halbuki daha önce “İstanbul istiyor ama geri kalanı istemi­yor”, “Halk Partililer istiyor, ama bakalım gerçek Türkler isti­yor mu?” deniyordu. Peki şimdi ne yapacağız? Bu defa “aslında bunlar İslam’ı Avrupa’ya getirmek istiyorlar” denmeye başlan­dı. Hatta bir yazıda “bakın Tayyip Erdoğan kızlarını ABD’de okutuyor, kızlar Avrupa’ya gelsinler diye başörtüsü yasağını bile kaldırmıyorlar” iddiası bile yer bulabildi kendine... Sözün kısası Türkiye, İslam’ı Avrupa’ya taşıyacak bir truva atı olarak görüldü. Bu da zamanla bir korku politikasına dönüştü.

Türkiye ve Avrupa
Siya­si alandaki olanca uzaklaştırma çabasına ve arzusuna karşın Türkiye hiç bu kadar yakın olmamıştı Avrupa’ya. Gazeteler­de Müslümanlıkla ilgili bir makalenin çıkmadığı tek bir gün bile yok. En yerel gazetede bile çıkıyor bu yazılar. Sadece Le Monde’dan, Herald Tribune’den söz etmiyorum... Örtü mese­lesini yazmamış tek bir sosyal bilimci bile kalmadı. Yetmedi, şimdi herkes burkayı anlamaya, adlandırmaya, hatta kanun çıkartmaya çalışıyor. Türkiye ise tutkulu bir araştırma konusu.

KİTABIN ADI NİÇİN MAHREMİN GÖÇÜ?
İlk neden elbette Göle’nin Paris’te oluşuydu. Atölyesini, bir araştırmacı olarak mahremini 18 yıllık İstanbul tecrübesinin ardından Paris’te yeniden inşa etmişti...
İkinci neden, o atölyede çalışılan meselenin doğrudan doğ­ruya göçle ilgili oluşuydu. İslam, göçmenler eliyle Avrupa’ya taşınmıştı. İç içe girişin sebebi yalnızca küresel medya aracı­lığıyla sürekli dolaşım halinde olan bilgi değil, aksine fiziksel, hatta bedensel bir karşılığı olan göç süreciydi.
Üçüncüsü ise kavramların göçüydü. Nilüfer Göle’nin kav­ramsallaştırdığı “mahrem” sözcüğü, Fransa’daki kimlik tartış­masından, Danimarka’da yayımlanan bir karikatürün kürenin Müslüman coğrafyasında sebep olduğu öfkeye, Hollandalı yö­netmen Theo Van Gogh’un öldürülmesine, Avrupa’daki lise­lerde süregiden başörtüsü tartışmasına, Paris’in banliyölerin­deki kalkışmalara, İsviçre’de artık inşa edilemeyecek minare­lere, bazen şiddetle bazen bu tarihsel iç içe girişin yarat­tığı yenilik heyecanıyla göz kırpıp duruyordu. Mahrem, ba­şörtülü kızların moderniteyle aralarındaki arz-talep ilişkisine dair bir kavram olmaktan çıkıp, Avrupa’nın kamusal alanını belirlemeye başlamıştı.

NİLÜFER GÖLE KİMDİR?
Nilüfer Göle, Paris EHESS Üniversitesi’nde öğretim üyesi­dir. Karşılaştırmalı bir perspektifle modernite ve İslam arasın­daki yeni etkileşimleri, İslam’ın Avrupa kamusal alanda görü­nürlük kazanmasıyla ortaya çıkan yeni oluşumları incelemek­tedir. Göle’nin sosyolojik yaklaşımının hedefinde, Batı-dışı bir bakış açısından modernitenin yeni bir okunuşunu geliştirmek ve Avrupamerkezciliğin eleştirisi yatıyor.
Türkçe, İngilizce ve Fransızca olarak kaleme aldığı kitapla­rı Almanca, İspanyolca, İtalyanca gibi diğer Avrupa dilllerine de çevrilmiştir. Türkçe’deki kitapları şunlardır: Mühendisler ve İdeoloji (1986), Modern Mahrem (1991), İslamın Yeni Kamusal Yüzleri (2000), Melez Desenler (2000), İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa (2009).

AYŞE ÇAVDAR KİMDİR?
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nü bitirdi. Bir süre çeşitli gazete ve dergilerde çalış­tı. Ardından Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. Halen Express ve Aktüel dergilerinde ya­zıları yayımlanıyor. Viadrina Üniversitesi’nde doktora çalışma­sını sürdürüyor.



Bu haber 5,925 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,318 µs