En Sıcak Konular

Kültürlerarası çatışma ve Amerikan hegemonyası

0 0 0000 00:00 tsi
Kültürlerarası çatışma ve Amerikan hegemonyası Soğuk Savaş sonrası "zafer sarhoşluğu" ile “Tarihin Sonu”nu ilan eden Japon asıllı Amerikalı akademisyen Fukuyama artık çok değişti... Fukuyama, "tezimin bir Amerikan toplum modeli veya politik organizasyonuyla ilişkisi yok" diyor. İşte o

Japon kökenli siyaset bilimci Francis Fukuyama’nın “The American Interest”de yayınlanan “The Clash of Cultures and American Hegemony” başlıklı yazısı...

Kültürlerarası çatışma ve Amerikan hegemonyası

1 Eylül 2006’da, Amerika Politik Bilimler Kurumu’nun düzenlediği bu panelde benden 1990’ların temel düşüncelerinin Soğuk Savaş sonrası dönemi ve günümüz Amerikan dış politikasını nasıl etkilediği sorularını yansıtan bir panel düzenlemem istendi. “Tarihin Sonu” sayısız uluslar arası ilişkiler dersinde giriş dersi olarak medeniyetlerin çatışmasına global politikaya ters vizyonlarla sıralandı.

Yapılan hesaplara göre, kurucular, Huntington’un paradigması dünyayı birbirinin yerine geçen kültürler ana hatta bulunmak üzere çatışma alanlarına göre organize ederken, dünyanın gittikçe büyüyen durağan bir liberal demokrasiye ve entegre halindeki bir kapital piyasaya şahitlik ettiğini belirtti.

Samuel Hantington’un bugün burada olamaması çok kötü. Çünkü birçok insana göre insan olarak konuşurken eskisine göre çok daha az şey hakkında onunla aynı fikirde değiliz. 11 Eylül’den sonra, fakat onun karşı çıktığı Irak savaşından önce onunla konuştuğumu hatırlıyorum. Bu noktada medeniyetsel bir çatışma içerisinde olmadığımızı fakat eğer Irak’ı işgal edersek savaşın bunlardan birine dönebileceğini söylemişti.

Bu konuda oldukça ileri görüşlü olduğunu kanıtladı. Ben Barber’la da birçoğunun tahmin edebileceğinden daha az fikir ayrılığımız var. Çünkü ben de Globalleşmeye ve Amerikan Hegemonyasına karşı çıkmanın günümüz dünyasının belirleyici yükselen ve güçlenen karakterlerinden biri olduğunu düşünüyorum.

Benim tezim her zaman tanımlayıcı bir tahmin olmak yerine bir hipotez olarak kabul edildiği için, şimdi neyin değişmesi gerektiği ve neyin zamanla ayağa kalktığının üstüne gitmeme değecektir. Brezilya’nın eski başkanı Fernando Henrique Cardoso yazdığı otobiyografi "Tesadüfî Başkan"da belki de bu “Tarihin Sonu” tezinin en iyi özetini yapmış bulunmaktadır. Cardoso aleyhine iki başarısız olay gerçekleştiren (iki defa ona karşı başarısız olan) Brezilya’nın İşçi Partisi lideri Luiz Inácio Lula da Silva ile yaptığı özel bir görüşmeden bahsediyor. 1998’de seçimlerde ikinci defa kaybettikten sonra Lula daha da radikal ve sinirli hale geldi. O, Asya ekonomik krizlerinin kötü sonuçlarından sonra global kapitalist sistemin çökeceğini umuyordu. Gençliğinde komünizmle flört etmiş solun adamı olan ve bağımsızlık teorisinin (dependencia theory) kurucularından olan Cardosa şunları söylediğini rapor ediyor:

“Yıllar önce bize sayısız krizler gerçekleşeceği, yeni bir toplum doğacağı, yeni bir politik sisteme geçileceği ve işçi sınıfının gücü eline alacağı günleri beklememiz gerektiği öğretilmişti. Beklediğinizi hissettiğim şey işte budur hâlâ.

“Hepsi geçti Lula. Berlin duvarı yıkıldı. Sovyetler Birliği de. Tarihi bir alternatif yok artık. Böylece, artık Brezilya’da bir kriz varsa, bütün bu olanlardan sonra bu ancak bir felaket olacaktır.”1

İşte bu “Tarihin Sonu”nun özüdür: Modern olmak isteyen her toplum için, pazar ekonomisinden ve demokratik bir siyasi sistemden başka bir alternatif kalmamıştır. Herkes modern olmak istiyor değildi ve herkes enstitülerin ve siyasetin yerine mecburiyetten demokrasi ve kapitalizmi koymak istiyor da değildi. Fakat daha iyi sonuç veren başka bir sistematik alternatif yaklaşım da yoktu. Sonuç olarak, “Tarihin Sonu”nun tutarlılık derecesi, Cardoso’nun Lula’ya söylediklerinde haklı olup olmadığını sormakla birdir.

Benim görüşüme göre, onun başka seçenek olmadığını söylemekte haklı çıkmasından başka bir soru bulunmamaktadır. Lula’nın kendisi buna ikna olmuş görünüyor. Zira sonunda 2002’de Brezilya başkanlığını düşündüğünde kafasında demokratik ve piyasa odaklı bir sistemle kalakalmıştı. Cardoso ise bana göre başkanlığı zamanında sıra dışı ölçülerde bunu başarabilmiş büyük bir demokrat devlet adamıydı. Brezilya makroekonomisini dengeye soktu ve onu yavaş ama düzenli bir büyümeye bıraktı; önemli miktarda toprağı toprak sahibi olmayan işçiler arasında paylaştırdı; AIDS/HIV krizini bastırdı; Brezilya’nın fakirlerine daha fazla fırsat sunabilmek için çok sayıda sosyal reform politikasını önceledi.

Diğer yandan, Brezilya siyasi sisteminin demokratik doğası onu emekli maaşı sisteminde reform yapmaktan veya ülkesindeki kitlesel sosyal eşitsizliklerde ciddi bir değişikliğe sebep olacak kaynakların zenginlerden fakirlere yeni ve daha kitlesel bir dağılım düzeni oluşturmaktan alıkoydu.

Hugo Chavez de Venezüella’da benzer şekilde oluşmuş eşitsizlerin, demokratik ve politik bir sistemin denetimini ve dengesini bozduğu ve etrafında güç biriktirdiği gerçeğiyle yüzleşiyor. Chavismo, Cardoso ve Lula tarafından belirlenen rotaya alternatif bir yol izliyor. Fakat bu yüksek petrol fiyatlarıyla güvence altına alınmış bir durum. Bu, fakir ülkelere kaynak sağlamakta başarılı olamayacak ve uzun vadede Venezüella için güçlendirilebilir olmayacaktır. 20. yüzyıl bu tip olaylarla doludur. Fakat benim görüşüme göre tecrübeler en sonunda Cardoso’nun haklı olduğunu ortaya çıkaracaktır.

“Tarihin Sonu” sonuç olarak sadece modernizasyon hakkında bir iddia haline geldi. Şunu hatırlamak çok önemli ki, dünyanın en geniş iki ülkesi, Çin ve Hindistan, toplam dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ını oluşturuyorlar, küresel ekonomiye hızla entegre oluyorlar ve tehlikeli bir hızda modernleşiyorlar. Çin, Hindistan’dan farklı olarak otoriterliğe dayanan bir politik sistemle bunu yapıyor. Fakat o kapitalizm oyunun temel kurallarını kabul etmiş bulunuyor. Böylece formülün en azından yarısı burada mevcut.

Çin toplumu da aynı Batı toplumlarının içinden geçtiği hızlı bir modernizasyon sürecinin içinden geçmektedir: Geniş aileler ve bir arada yaşayan akrabalar artık küçülmeye ve atomize olmaya başladı. Kadınlar iş dünyasına girip çalışıyor ve kaynağını kendi ellerinde tuttukları yeni alanlar oluşturuyor. Tüketicilik ve bilgiye ulaşımın kolaylığı zaman kavramını genişletiyor. Demokrasi ve modernizasyon arasındaki ilişki oldukça karmaşık bir ilişkidir. Fakat geri bildirim ve ulaşılabilirlik (örneğin: demokrasi) olmadan kompleks ve modern toplulukları yönetmenin neden zor olduğu işlevselci sebeplere dayandırılabiliyor

Demokrasi ve Amerikan hegemonyası

Benim “Tarihin Sonu” hakkındaki tezim birçok insan tarafından Bush Doktrini ve Amerikan Hegemonyası’yla ilişkilendirildi.2

Başkan Bush Irak’a müdahale edilmesini öncelikle şu şekilde savunuyordu:

Birincisi, onların kitle imha silahları bulundurması,

İkincisi ise ülkenin El-Kaide bağlantısı

Üçüncüsü de rejimin insan hakları ihlalleri yapması ve demokratik olmaması.

İlk ikisi 2003 işgalinden sonra çürütülmüş oldu ve hükümet yaptıklarını mantıklı hale getirebilmek için acil bir şekilde Irak’ta ve Ortadoğu’da demokratikleşmenin öneminden bahsetmeye başladı. Bush'un ikinci açılış töreninde yaptığı konuşma şunları içeriyordu:

"Bazıları tarihin bu anına kadar özgürlüğün –40 yıldır kuşlar tarafından simgelenen özgürlüğü sorgulamak için garip zaman olsa da- küresel boyutta talep ediliyor olmasını sorguluyordu. Amerikalılar, tüm halkımız, bizim güçlü ideallerimiz karşısında şaşırmamalıdırlar.

En nihayetinde özgürlük çağrısı her zihne ve her ruha ilham edilmiştir. Biz kalıcı bir zorbalığı kabul edemeyiz. Çünkü biz kalıcı bir kölelik ihtimalini de kabul edemeyiz. Özgürlük onu sevenlere mutlaka ulaşacaktır."

Bush, Huntington’un Üçüncü Dalga demokrasisinin henüz tüketmediği ama zirveye çıkardığı kültürel sınırların yanlış olduğunu, özgürlük ile demokrasinin evrensel ilkeler olduğunu ve Amerika’nın “dünyada zorbalığı sona erdirmek amacıyla” kendini demokratikleşme hareketlerini desteklemeye adadığını söyledi. Savaş yanlıları Lübnan’da 2005 Ocak ile Aralık ayları arasında gerçekleşen Sedir Devrimi sırasında çeşitli oylar kullanmak için sırada bekleyen Iraklıların mürekkebe bulanmış parmaklarında, Afganistan meclis ve Parlamento seçimlerinde kendi görüşlerinin onayını gördüler.

Bu olaylar etkileyici ve umut verici olduğu gibi, Ortadoğu’da liberal demokrasiye giden yol da bu dönemde fazlasıyla hayal kırıklığıyla dolu ve hükümetin buralarda bölgesel politikalar üretme çabaları da başarısız olmuştur. Benim fikirlerimin Bush Hükümetinin politikalarının alt yapısını hazırlayan entelektüel kuruluşları yapılandırdığını söyleyenler, benim 1992’den beri demokrasi ve gelişme hakkında ne söylediğime hiç dikkat etmeyenlerdir. İkinci açılış konuşması şüphesiz siyasi retoriklerle doludur. Fakat bu konuşmada altı çizilen en az dört önemli nokta var ki bunların ciddiyetle değerlendirilmelidir.

Evrensel olan veya evrensele yakın olan modern bir toplulukta yaşama ve zorbalığa maruz kalmaktan uzak olmanın arzu ediliyor olması, "bu dünyada liberal bir toplumda yaşama isteği evrenseldir" demekten tamamen farklı bir söylem ve bu tip bir “özgür toplum” demokratik politika ile yönetilen toplumlardan çok daha az bulunan bir şey.

Modern bir toplulukta yaşama isteğinin evrenselliğini kanıtlayan en bariz örnek dünyada her gün milyonlarca insanın gelişmekte olan (developing) bölgelerden, kendi geldikleri yerlerde bulamadıkları politik denge, iş imkânı, sağlık hizmeti ve eğitim beklentisi içinde, gelişmiş (developed) bölgelere göç etmesidir. Liberal demokratik bir devlette yaşama isteği ise birinci planda evrensel değildir; daha çok başarılı bir modernizasyon süreci geçirmiş bölgelerde ortaya çıkan bir yan üründür.

Liberal demokraside yaşama isteğini, bu şekilde yaşayabilme yeteneği olarak tercüme etmek bir gereklilik değildir. Bush hükümeti baskı ve zorbalıktan kurtulan toplumların önceki haline döndüğü gibi, demokrasi ve market ekonomisinin öngörüldüğü Saddam sonrası Irak’a yaklaşımında birçok zorlukla karşılaşacağını değil, birbirine bağımlı kurumların zamanla bu ülkeyi yeniden onaracağını tahmin ediyordu. Liberal demokrasiye sahip olmadan önce Irak da dâhil, gelişmekte olan (developing) ülkelerin hiç biri için zaten var olduğunu kabul edemeyeceğimiz işleyen bir devlete (ki bu Almanya ve Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan beri hiç kaybetmediği bir şey) sahip olması gerekir.

“Tarihin Sonu” benim kafamda asla özellikle bir Amerikan toplum modeli veya politik organizasyonuyla ilişkilendirilmemiştir. Benim argümanımın orijinal halini etkilemiş olan Rus ve Fransız filozof Alexandre Kojève’yi izleyerek şunu söyleyebilirim ki “Tarihin Sonu”nu Amerika Birleşik Devletleri’nden daha açık bir şekilde Avrupa Birliği yansıtmaktadır. AB’nin çok uluslu bir hukuk sistemi kurarak egemenlik ve geleneksel güç politikalarının ötesine geçme teşebbüsü tarih sonrası dünya tasavvuruna çok daha uygundur. Amerikalılar bunun tersine hala Tanrıya ve ulusal egemenliğe inanıyorlar; askerlerini ve 4 Temmuz kutlamalarını seviyorlar.

Sonuç olarak ben hiçbir zaman demokrasinin küresel olarak ortaya çıkmasını Amerikan gündemine ve kısmen Amerika ordusunun yaptığı güç denemelerine bağlamadım. Demokratik geçişler demokrasi isteyen toplumların kendileri tarafından yönlendirilmelidir ve bu daha sonra kurumsallaşmayı gerektirdiğinden adil olarak uzun bir sürece yayılacağı görülmelidir. ABD gibi dış güçler, öncelikle politik ve ekonomik yönden başarılı toplum örnekleri olarak bu süreç zarfında bu ülkelere çok yardımcı olabilirler. Ayrıca bu ülkelere yardım etmek için mali destek, tavsiye, teknik asistanlar ve evet, olaylara göre askeri güç sağlayabilirler. Fakat baskıyla rejim değişikliğine uğratmak hiçbir zaman demokratik geçişlerin anahtarı olamaz.

Erken demokratik geçişlerin önündeki engellerin doğru bir şekilde anlaşılması Bush hükümetinin Irak’ta göreceli olarak acısız ve hızlı bir geçiş sağlama konusunda daha dikkatli olmaya itmek zorundadır. James Dobbins, Bosna gibi diğer bazı etnik olarak bölünmüş ülkelerin, Japonya veya Almanya gibi homojen yapılara göre daha iyi örnek olara ele alınabileceğine işaret etti. Başkan Bush birçok olayda bir bölgenin demokrasiyle ilişkisindeki kültürel durum ve özellikle İslam’ın kendisinin özel bir problem olduğu konusunu göz ardı etti. 2003’te Demokrasi İçin Ulusal Yardım (the National Endowment for Democracy) konseyine hitaben şöyle dedi: “Dünyanın 5’te birinin inandığı İslam demokrasiyle uyumludur.”

Bush, uzun vadede şüphesiz ki haklıdır ve şu anda dünyada Türkiye, Endonezya ve Mali gibi Müslüman olup da demokrasiyle yönetilen ülkeler vardır. Fakat onun önerisi genel olarak kolay çürütülebilir bir öneridir. Şöyle ki bugün İslam dünyası, güç sahibi İslamcı kuruluşlar tarafından yönetilmektedir. Bu kuruluşlar belki demokratik olabilirler veya olamazlar ama kesinlikle liberal olamazlar. Bu Latin Amerika’da, Doğu Asya’da veya Afrika’da olan bir sorun değildir. Bu sadece Ortadoğu’da liberal demokrasi sağlanmasının önünde duran büyük bir problem.

Neden Bush hükümeti böyle bir hataya düştü? İnceleme yazıları yazılmadan ve belgeseller yapılmadan bunu tam olarak öğrenemeyeceğiz. Öyle görünüyor ki, 1989’da Doğu Avrupa’da komünizmin hızla çöküşünün Saddam Hüseyin’in diktatörlüğünün benzer şekilde hızla çökmesinin beklenmesi arasında bir bağlantı var. Bu önceki olayı sıra dışı tarihi bir olay olarak değerlendirmektense (ki komünist rejimler yıkılma hızlarına nispeten oldukça şiddetsiz bir şekilde yıkımlarını tamamlamışlardır), daha geniş bir olgunun müjdecisi olarak değerlendirilebilir – Başkan’a göre 40 yıldır özgürlük gelişiyor. Irak 2003’te Polonya ve Romanya’nın 1989’daki hali gibi görünmesi, yönetimlerin Irak’ta uzun ve maliyeti bol bir yerleşimi daha ciddi bir şekilde planlamada başarısız oluşunu açıklamanın tek yoludur.

Demokratik geçişin mevcut zorluklarının yanlış anlaşılmasının yanı sıra, Bush hükümeti kısmi olarak hükümetinin ikinci döneminin ilk yılında, "cihat" terörünün altını çizen bir dış politika izleyerek tutarlı, fakat tamamen yanlış yönlendirilmiş bir politika izledi. Hükümet, Arap Ortadoğu’da İslami radikalliğin/aşırılığın, temel sebebini demokrasinin yokluğuna bağladı. ABD de böylece bu bölgeleri yaygın bir demokrasiye teşvik ederek terörle mücadele edebileceğini zannetti.

Fakat buradaki nedensellik tamamıyla tersine dönmüş haldedir: Terörizmi asıl kışkırtan modernizmdir ve asıl demokrasi siyasette İslami düşüncenin yayılmasına izin vermektedir. Durum tam olarak şöyledir: Cihatçılık, modernizmin getirdiği şiddetli kimlik krizleri sonucu genişlemektedir, çağdaş Ortadoğu toplumlarında köylülerin şehirlere yerleşmesi veya göç yoluyla Avrupa ülkelerine taşınmaları da bunu güçlendirmektedir.

Birçok teröristin veya terörist haline gelen Müslüman’ın Batı Avrupa’da radikalleşmesi ise bir tesadüf değildir. Bu göçmenler mükemmel bir şekilde Batı değerleri ve kültürüne asimile edilmekte başarısız oldular. Kendi ülkelerinin kimliklerini de yanlarında taşıdılar ve kısmen de olsa evrensel ideolojik kimliklerin ortaya çıkmasından bunlar sorumlu tutulmalıdır. Bu bağlamda, bugün radikal İslamcı grupların hareketleriyle ilgili en basit değerlendirme, önceki kuşakların ürettiği anarşizm, Bolşevizm, faşizm ve solcu kanat terörizmi gibi akımlardan günümüze kalan en uzun soluklu fenomenlerden biri olmalarıdır.

Amerikan hegemonyasının sonuçları

“Tarihin Sonu” her zaman modernizasyon teorisinden bir basamak daha zayıf bir teori olagelmiştir. “Gelişme” için modernizasyon sürecini tutarlı hale getiren ekonomik ve teknolojik bir mantık yürütülmektedir. Fakat aynı hedefe ulaşan birçok yol vardır ve bu yollardan bazıları bireyler tarafından yapılan kısa vadeli politik tercihler, sosyal hareketler ve seçimlerin bir sonucu olarak treni yoldan çıkarabilir veya ters yöne götürebilir.

Benim soğuk savaş döneminden sonra tahmin edemediğim tek şey Amerikan davranışının ve yanlış yargılarının onları dünyada oluşan global politikanın ana hatlarında bu derece anti-Amerikancılıkla karşılaştıracağıydı. Onun dengeli bir demokrasiye sahip bir Irak oluşturmada ortaya çıkabilecek zorlukları tahmin etmede düştüğü başarısızlığın yanı sıra, hükümetin  güç kullanmasına oranla 4 temel hata yapmıştır.

İlk olarak, 11 Eylül saldırılarına göre tasarlanan önleyici doktrini, sözde kitle imha silahı geliştiren hilekâr devletleri ve Irak’ı da içine alacak şekilde uygunsuzca genişletildi. Böylelikle devletsiz teröristlerin karşı karşıya nihilist silahlar üretmesi, önleyiciliği tamamıyla haklı göstermiş oldu. Fakat ABD’nin nükleer silah üretimini engellemek için askeri gücünü kullanması genel olarak bir çoğalmayı önleme politikası olamazdı. Bu tarz bir politikanın maliyeti en basitinden oldukça yüksektir (birkaç yüz bin dolar ve Irak’ta hala artmakta olan on binlerce felaket) ve bu durum ABD’yi hala İran ve Kuzey Kore ile askeri olarak yüz yüze gelmekten alıkoymaktadır.

Bush hükümeti bariz şekilde 1981 yılında İsrail’in Irak’taki Osirak merkezine saldırmak suretiyle Saddam’ın nükleer programını birçok kere engellemeyi başarmış olmasından çok etkilenmiştir. O şu gerçeği fark edememiştir ki, Osirak başarısının kendisi böyle bir başarının tekrar gerçekleşmeyeceğini gösteriyordu. Zira bu olaydan sonra silah çoğaltanlar daha yapımını bitirmedikleri silah programlarını gömmeyi, saklamayı veya çoğaltmayı öğrendiler.

İkinci önemli yanlış hesaplama da Amerikan hegemonyası denemelerine karşı oluşabilecek küresel tepkidir. Hükümetle birlikte birçok insan da şuna inandı ki, Amerika’nın gücünü başarılı bir şekilde kullanması durumunda önceden BM güvenlik konseyi veya NATO gibi mekanizmalarından izin alınmasa bile sonradan küresel bir fikir tarafından bu yasal kabul edilecek. Soğuk savaşı dönemi boyunca ve Balkanlardaki 1990 yılı boyunca ABD’deki birçok girişimci için durum böyle gelişti. Bunları takip eden yıllarda da bu girişimciler tarafından ABD “tek tarafçı” olarak değil “lider” olarak kabul edildi.

Fakat Irak savaşı zamanındaki durum değiştiğinden beri "karşılıklılık ilkesi"nden yoksunluk Amerika’nın en yakın müttefikleri arasında bile öfkenin en büyük kaynağı haline geldi. Dünyanın geri kalan kısmına göre Amerika Birleşik Devletleri çok daha hızlı bir büyüme gösteriyordu. Gücün global dağılımı sayesinde yükselen yapısal anti-Amerikancılık, Irak savaşından önce de Clinton dönemi boyunca Amerika'nın başını çektiği globalleşmeye karşı çıkma noktasında oldukça aşikardı. Bu, Bush hükümeti tarafından konunun resmiyete geçtiği yılda birçok uluslar arası kuruluşa aldırış etmeden şiddetlendirildi ve aynı durum Irak’a yapılan saldırı ile devam etti.

Üçüncü hata, uluslar arası siyaseti karakterize eden çok uluslu organizasyonlar ve zayıf devletlerle uğraşırken, özellikle de Ortadoğu bölgesinde, geleneksel askeri güç kullanmanın ne kadar etkili olacağının kestirilememesidir. Amerika Politik Bilim Kurumu'nun (APSA) bu seneki konusunu göz önünde bulundurursak, nasıl oluyor da askeri olarak bu kadar güçlü olan ve askeri masrafı bu kadar fazla olan bir kuvvet (ki bu tüm dünyanın masraflarına denk) 24 milyon kişilik ufak bir ülkenin emniyetini 3 yıl işgalden sonra sağlayamıyor. Kuralların zorlanabileceği merkezileşmiş hiyerarşilerle düzene oturtulmamış, karmaşık sosyal aktörlerle mücadele edilmesi problemin en azından bir parçası. Bunun karşılığı olarak onların hataları belirlenebilir; baskı altında tutulabilirler veya geleneksel güç kullanarak idare edilebilirler.

İsrail çok büyük ve şiddetli, geleneksel bir askeri kuvvet kullanma yoluyla politik bir aktör olan Hizbullah’ı yok edebileceğini zannederek benzer bir düşünce hatasına düştü. Hem İsrail hem de Amerika Birleşik Devletleri dünyanın ulus devlet dönemi niyaşadığı 20. yüzyıla özlem duyduklarını ortaya koydular ve ısrarla gerçekte öyle olmadığı halde sorunlarla devlet eksenli bir şekilde yüzleştiler; el-Kaide’yi Saddam Hüseyin’in Irak’ıyla ilişkilendirdiler veya Hizbullah’ı İran ve Suriye ile. Bu ilişkilendirme türü işin ikinci boyutunda elbette ki var; fakat aktörler aslındaı kendi sosyal köklerinden geliyor ve bölgesel güçler tarafından oynanan oyunların kuklaları da değiller. Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail’in sahip olduğu güç, ulus-devletler döneminde daha fazla işe yarayan geleneksel bir güç olduğu için, bu özlemin oluşması anlaşılır bir şeydir. Fakat devlet odaklı bir perspektifle dünyaya bakmak ne yazık ki 21. yüzyılın gerçekleriyle uyuşmamakta ve bu sebeple bu güç denemeleri oldukça hayal kırıklığı yaşatır hale gelmiştir.

Son bir mesele de, Bush hükümetinin güç kullanım tarzını göz önünde bulundurarak şöyle düşünülebilir ki bu bir strateji veya bir doktrin değil, fakat basit bir yetki ve icradır. Kendisi için hırslı askeri ve politik transformasyon hedefleri kuran böylesi bir hükümete göre, şu anda kendi hedeflerine ulaşmada oldukça yetersiz kalmış durumdadır. Hükümet Irak’ın kitle imha silahı tehdidi hakkında yanlış tahminde bulundu; Irak işgalini başarılı bir şekilde planlayamadı ve işler kötü gittiği zaman her şeyi tekrar ayarlamayı da başaramadı. Arap demokrasisi için onları kendi teşvik etmesine rağmen bunun sonuçlarını tahmin etmekte başarısız oldu ve topun elinden kayıp hızla aşağı düşmesine engel olamadı. Mesela, Irak’ın içinde demokrasi promosyonlarını finanse etmekte olduğu gibi. 

Hükümetin yorumlama konusundaki yeteneksizliği onun stratejik duruşunu da etkimiş olsa gerek. Bu da resmi kanıt olarak gösterildi ve Amerika’nın büyük askeri gücüyle birlikte kitle imha silahları, terörü besleyen ülkeler, terörizm ve ortaya çıkan insan hakları ihlalleri gibi sorunları çözebileceği savunuldu. Oysa diğer Dünya ülkeleri Amerika’yı merhametli bir başkan olarak düşünse bile, kendisi olaylara soğukkanlılıkla bakıp Washington’un ülkeleri yanlış öncüllerle işgal edip kendinden sonra buraları temizlemekle hataya düştüğünü görmeliydi ama bunu yapamadı. Irak’a karşı savaş çağrısı yapan sesler bugün de İran’a karşı savaş çağrısı yapmaktadır. Onları daha büyük ve daha dirençli düşmanla savaşmak öncekine göre daha başarılı olacağı düşüncesine iten şey nedir?

Bu yanlış kararların bir sonucu olarak, şimdi biz kendimizi çok ironik bir pozisyonda buluyoruz. 17 yıl önce biten Soğuk Savaş’tan sonra, Amerika tek başına süper güç oldu ve bu demokrasi ve serbest ekonomi gücü kendinden önceki her şeyi süpürüp götürdü. Küreselleşme durdurulamaz bir güç olarak gözükmeye başladı. Amerikalıların kendileri de göreceli olarak sol-sağ politikalarını yönlendiren ekonomik meseleler etrafında bölündü ve bir lüks olarak aile ve cinsiyet rolleri gibi kültürel konuları da tartışma yeteneğine sahip oldu.

Bugün elde kalan, dindarlık ve bir yere kadar geri dönen bir milliyetçiliğin elimizde kaldığı bir durumdur; globalleşme de güçlü bir yön verici olmaya devam etmekte, ancak bu da tehdit altında. Amerika dünya çapında lanetlenen bir ülke ve kısmi olarak Ortadoğu’da Batı tarzı demokrasiyi destekleyenler de, eğer buraya kulak verirlerse, Amerika birleşik devletleriyle ilişkilerini kesmek zorunda kalıyorlar. Soğuk savaşın “Batı”sı, derinlemesine çatlamış durumda. Bizzat Amerikalıların kendileri Vietnam savaşının sonlarına doğru keskin bir şekilde bölündü. Bu noktadaki ayrışma kültürel konular noktasında değil; Amerika’nın Dünya’daki rolü ve toplumun yaşamak için burayı seçerek gelenlere cevabı noktasındaydı.

Burası politika bilim adamlarıyla dolu olduğu için, sizi birazdan soracağım soruyla baş başa bırakacağım. Bu sonuç, dünyanın en geniş demokrasisinin kendi yasalarını demokratik fikirlerin doğurucusu olarak gördüğü yerde, bu sonuç uluslararası sistemde bir tarafa yüklenmiş güç dağılımı yoluyla kaçınılmaz hale getirilmekte değil midir? Bu şu demek, eğer Amerika rakipsiz bir otorite ve süper güç ise, kendine özel içsel yasamalarla tutarlı bir şekilde hegemonya egzersizleri yapabilir. Fakat aynı pozisyonda demokrasiye de meydan okunmuş olur ki ilerde kendi gücünü gitgide daha az dizginleme denemeleri yapacağı, kendisini buna ayartan bazı şeylerle yüzleşecek.

Gücün daha da uluslar arası dağılımı, tamamıyla demokratik bir sistemden daha azına sahip global sistem içinde olsa dahi benzer kışkırtmalarla karşılaşırdı. Şu halde daha dikkatli bir şekilde güç denemeleri yapması gerekirdi. Amerika'nın kurucu babaları kontrolsüz güce inanmışlardı. Bu demokratik olarak yasallaştırılmış olsa bile tehlike oluşturabilirdi ve böylece yönetimi sınırlamak için içsel olarak bölünmüş güçlerin anayasal sistemini oluşturdular. Ancak bugün küresel ölçülerde böyle bir sistem oluşturulmuş değildir. Böylece belki kendimizi nasıl bir tehlikenin içine attığımız açıklanabilir.

1- Fernando H. Cardoso, Brezilya’nın Tesadüfî Başkanı: Bir hatırat (New York: Public Affairs, 2006). s. 242–43.

Çev: Sümeyye Kavuncu
Kaynak: Saafonline



Bu haber 345 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,802 µs