değişmek zorunda | " /> değişmek zorunda | "/>

En Sıcak Konular

Sistem içindeki rolleri değişmek zorunda

13 Temmuz 2009 13:22 tsi
Sistem içindeki rolleri değişmek zorunda 'Bugün artık öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, askerî olanın siyasal sistem içinde yeri yok. Global dalgalar, değerler böyle bir sistemi içinde barındırmıyor.'

Neşe Düzel / Taraf

NEDEN: ALİ BAYRAMOĞLU 
Türkiye’de ilk kez askerin konumu, siyasetteki yeri, kendini devletten ve toplumdan bağımsız bir yapı olarak görmesi böylesine ciddi bir biçimde tartışılıyor. Aslında Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ordunun 27 Nisan muhtırasıyla müdahale etmeye kalkmasına 22 Temmuz’da halkın verdiği cevap bu tartışmayı başlattı. Ardından askerin kendi mesleğini yapmasında ortaya çıkan zafiyetler bu sorgulamayı hızlandırdı. Avrupa Birliği süreci de “normalleşmeyi” hızlandırdı. Sonunda Türkiye’de hukuku sakatlayan iki başlı yargı sistemi toplumun gündemine yerleşti. Sivilleşme ve demokratikleşme üzerine çalışmaları olan siyaset bilimci ve köşe yazarı Ali Bayramoğlu ile Türkiye’de ordunun bugünkü konumunu, siyasetteki rolünü, mali ve idari özerkliğini, Jandarma’yı, asker-polis rekabetini konuştuk. Ali Bayramoğlu’nun en son çalışması, Ahmet İnsel’le birlikte TESEV’e hazırladıkları 2006-2008 yıllarını kapsayan Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim başlıklı almanak oldu. 

* * * 


NEŞE DÜZEL: TESEV, sizin ve Ahmet İnsel’in editörlünde güvenlik sektörüyle ilgili yeni bir rapor yayınladı. Bu raporda asker-sivil ilişkileri çok önemli bir yer tutuyor. Tam da darbecilerin sivil mahkemelerde yargılanmasına izin veren yasanın geçtiği günlere rastladı bu rapor. Siz bu yasayı nasıl değerlendiriyorsunuz? 

ALİ BAYRAMOĞLU:
 Türkiye 2000’li yıllarda ciddi bir sivilleşme-demokratikleşme sürecine başladı. Bugüne dek bu süreçte hukuk açısından çok önemli iki viraj alındı. Bir, Milli Güvenlik Kurulu Yasası’nın değiştirilmesi. İki, askerlerin askerî suçlar dışında sivil mahkemelerde yargılanmalarına izin verilmesi. Sadece darbecilerin sivil mahkemede yargılanmasına izin verilmesi açısından değil... Bu, darbe yapmak, muhtıra vermek gibi işlerin askerî görevler olmadığını hem askerlere hem sivillere anlatması açısından çok önemli bir kilometre taşıdır. Bu yasayla, bundan böyle muhtıralar, darbeler yargılanabilir. 

Peki, bu yasa değişikliği iki başlı yargının bitmesi anlamına gelir mi?
 

Hayır gelmez. Çünkü Yüksek Askerî İdare Mahkemesi diye bir askerî danıştay ve ayrıca Askerî Yargıtay varlığını sürdürüyor. Genelkurmay Başkanı hâlâ bu mahkemelerin sicil amiri olmaya devam ediyor. Ama gene de bu yasayla iki başlı yargı sisteminde büyük bir gedik açıldı. 


İki başlı yargının sona ermesi, ordunun siyaset içindeki rolünü nasıl etkiler?
 

Askerin siyasette rolünü bitirmez çünkü askerin başka özerklikleri var. Ama gene de son yasa değişikliği, askere açıkça şunu söyledi. “Eğer asker olarak anayasayı ihlalle ilgili bazı suçlar işlersen seni askerî mahkemeler değil, sivil mahkemeler yargılayacak” dedi. Kısacası, “darbe yapmak ya da muhtıra vermek askerî bir görev değildir” dedi ve bunu yapanları artık yargılama imkânı ortaya çıktı. Siviller ilk kez askere, “Ben buradayım arkadaş. Seni denetlerim. Siyasete keyfî müdahale edip öyle kendi hukukunun altına girip kendini koruyamazsın” mesajını verdiler. 


Peki, hâlâ insanların ordu tarafından fişlenmesi sürüyor mu?
 

Fişlemeler EMASYA üzerinden sürüyor... Yalnız şu bir gerçek ki artık işler farklılaştı. Edilgin ve savunma halinde bir karargâh politikası var şu anda. Silahlı Kuvvetler, bırakın siyasete müdahale etmeyi, kendi yaşam alanını koruma mücadelesi veriyor şimdi. Oysa 27 Nisan 2007 muhtırasına dek asker, sesini siyasi kararlara müdahale ederek çıkarıyordu. Artık siyasete müdahale edemiyor. Zaten Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un bütün açıklamaları da hep askerin kendi konumunu korumaya yönelik oldu. 


2007, Ergenekon soruşturmasının başladığı tarih değil mi?
 

Önce Temmuz seçimlerinin cevapları geldi. Sonra Ümraniye’de bir evde bombalar bulundu. Arkasından Ergenekon soruşturması başladı. Taraf Gazetesi’nin açığa çıkardığı Dağlıca ve Aktütün gibi askerî zafiyetler, Silahlı Kuvvetler’in toplumsal meşruiyetini zora soktu. Asker artık bağırarak çağırarak, sert gösteriler yaparak toplumu ikna etmek ve peşinden sürüklemek noktasından çok uzaklaştı. Eleştirilmeye ve sorgulanmaya başladı. Bu yüzden asker bugün kendi alanını tahkim etmeye çalışıyor.


Bizim ordunun bu ülkede konumu tam olarak nedir?
 

Türkiye’de askerin konumu tek kelimeyle şudur. Silahlı Kuvvetler, devlet içerisinde kendini denetletmeyen, içe kapalı ‘özerk’ bir yapı. Bu ülkede asker sadece hukuki açıdan değil, finansal ve idari açılardan da özerk! Kendi harcamalarını denetletmeyerek finansal açıdan, Savunma Bakanlığı’na bağlı olmayarak da idari açıdan özerk. Ve tabii en önemlisi asker, hukuki açıdan özerk! Asker, kendisini dokunulmaz kılan bu mekanizmadan güç alıyor ve siyasete müdahale ediyor. Şimdi işte bu koruma kalkanında çok önemli bir delik açıldı. 


Savunma harcamaları yüksek harcamalardır. Savunmaya ayrılan paranın askerler tarafından nasıl harcandığı denetlenebiliyor mu?
 

Hayır. Bu mali özerklik çok ciddi bir sorun. Her askerî darbe döneminde çıkarılan kanunlarla, ‘gizlilik’ ve ‘milli güvenlik’ esası diye diye askerler önce askerî malları, daha sonra askerî kadroları, daha sonra da askerî harcamaları Sayıştay denetiminden muaf hale getirdiler. Bu düzenlemeler hep askerî darbeler sırasında yasalaştı. 1980 askerî darbesinden sonra iş öyle bir noktaya geldi ki, hem askerî mallar (cemseler, cipler...), hem de askerî harcamalar ve ihaleler (tank ve silah alımları, askerî kadrolar, personel giderleri, maaşlar, yolluklar) askerin kendi iç denetimine tâbi kılındı. “Askerî malları, Sayıştay gizlilik esasına göre denetler” dendi. 


Gizlilik ve denetim yan yana gelebilir mi?
 

Gelmez. Nitekim Parlamento adına denetim yapan Sayıştay yıllarca askerî malları denetleyemedi. Oysa dünya, askerin parlamenter denetimine çok önem veriyor. Mesela NATO, Doğu Avrupa ülkelerini üye alırken, ordu harcamaları üzerinde parlamenter denetimi en önemli şeffaflık kriteri olarak belirledi. 2003’te yapılan anayasa değişikliği bizde de askerî malların ve askerî harcamaların denetimini esasa bağladı ama bu denetim de kâğıt üstünde kaldı. Çünkü yönetmelik hâlâ çıkarılmadı. Zaten sıkıntı hep böyle yaşanıyor. Ya yönetmelik gizli oluyor ya da yasa değiştiriliyor ama yönetmeliği 20 yıl boyunca çıkarılmıyor. Ama bu yönetmelik artık uzun süre askıda kalamaz. AB ilerleme raporları ‘yönetmelik nerede’ diye sormaya başladı. 


Bu, niye o kadar önemli AB için?
 

Çünkü AB, asker-sivil ilişkilerinde çok temel iki prensipten yola çıkıyor. Bir, askerin ve kolluk güçlerinin siyasi otoriteye mutlak bağımlılığını istiyor. İki, hukuki, mali ve idari denetimden oluşan sivil denetimi şart koşuyor. Türkiye’nin ‘benim özel durumum var’ deyip kaçamayacağı şartlar bunlar. Bu yüzden yasa değişikliğine karşı direniyorlar ve Ankara’da kıyamet kopuyor. 


Ordunun bir bütün olarak siyasete müdahale ettiğini biliyoruz. Peki, siyaset ordu içinde nasıl yaşanıyor?
 

Ordu, Türkiye’de büyük bir siyasi oyuncu. Bu kadar büyük bir siyasi oyuncu, siyasete nasıl müdahale edeceği tartışmalarıyla iç siyasi bölünmeler de yaşıyor tabii. Dünyada ve Türkiye’de yaşanan değişim baskısı, ordu içindeki gruplaşmaları çok arttırdı. Çünkü değişmek zorunda olmak, ordu içinde bir direnç yarattı. Bu değişim baskısı, ordu içindeki siyasi kırılmaları çok sertleştirdi. 


Kırılmalar niye sertleşti?
 

Avrupa Birliği’ne üyelikle birlikte, Türk siyasi tarihinde ilk kez böyle bir değişim süreci yaşıyoruz. Bu değişimden İslamcı, milliyetçi herkes etkilenirken subay etkilenmez olur mu? O da etkileniyor. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ eskiden olsa çıkıp bağırırdı. Şimdi bağırmıyor. Çünkü bağıramıyor. Bağırdığı zaman o bağırmanın karşılığı olan güce sahip olmadığını biliyor. Bu güç azalması onların düşünmelerine yol açıyor. Mesela şimdi geri çekiliyorlar. Kışlaya doğru hareket etmek zorunda kalıyorlar. 


Türkiye’de bir de ciddi bir Jandarma sorunu var. Jandarma bir asayiş gücü ama düşmanla savaşmak için eğitilmiş ordunun bir parçası. ‘Düşman’ anlayışıyla eğitilmiş bir birimi, kendi vatandaşının asayişini sağlamak için kullandığında sonuç ne oluyor?
 

Aslında Türkiye’deki sorun, askerin iç güvenlik alanına girmesiyle ilgilidir. Askerin iç güvenlik alanına girme yollarından biri de Jandarma’dır. Çünkü asker, kırsal alanda polis görevi yapan Jandarma’nın sicil amiridir. Bu durum, kırsal alanda asayiş görevini askerîleştiriyor. Mesela Jandarma askere bağlı olduğu için, yasaların uygulanmasına karşı direniyor ve yetki gaspında bulunuyor. Mesela bir yeri ilçe yaptık diyelim. Jandarma’nın ilçe yapılan yerden çekilmesi gerekir. 


Çekilmiyor mu?
 

Çekilmeyebiliyor. Çünkü Emniyet’in Jandarmanın yerini alabilmesi için, Emniyet’le Jandarma’nın bir protokol imzalaması gerekiyor. İşte bu protokolü Jandarma imzalamayabiliyor. İmzalamadığı zaman da Jandarma o ilçede kalıyor. Mesela Trabzon Pelitli’nin ilçe olduğu halde 1999’dan beri Jandarma’da olması bu yüzdendir. Jandarma, Pelitli’nin Polis’e geçmesini uygun görmüyor. 


Niye? Pelitli, Hrant Dink cinayetinde adı öne çıkan bir ilçe değil mi?
 

Evet, oradan Hrant’ın katilleri çıktı. Pelitli’yi Jandarma bırakmıyor çünkü orası, Trabzon Üniversitesi’nde okuyan öğrencilerin ucuz diye oturdukları bir yer. 2008’de Türkiye’de 42 ilçe kuruldu. Ama Jandarma kırkından çekilmediği için bunlar Emniyet’e geçmedi. Mesela Jandarma Ankara Pursaklar’dan hâlâ çekilmedi. Pursaklar’ı bırakmak istemiyor, çünkü bir Nakşibendi tarikatı daha çok orada oturuyor. Jandarma’nın doğrudan Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı olması, ülkenin yüzde 92’sinde iç güvenlik hizmetini askerin yaptığını gösteriyor. Yani asker, Jandarma yoluyla sivil alana giriyor ve iç güvenlik yoluyla ülkede inanılmaz büyük bir kontrol ve iktidar sağlıyor. 


Asker bu iktidarı nasıl sağlıyor?
 

Asker, Jandarma yoluyla girdiği sivil alanda kendi askerî mekanizmalarını ve hukukunu kullanıyor. Böylece Jandarma’nın faaliyetlerini korumaya alıyor. Dolayısıyla Jandarma’nın insan hakları ihlalleri, JİTEM’den Hrant Dink cinayetine kadar uzanan eylemleri, büyük bir koruma kalkanı altında kalıyor. Yani Jandarma hesap vermiyor. Bir Jandarma subayını yargılayabilmek için Jandarma Genel Komutanlığı’nın idari soruşturma yaparak müsaade etmesi gerekiyor. Ayrıca Jandarma’nın yetki gaspı bununla da kalmıyor. 


Jandarma başka ne yapıyor?
 

Hakkı ve yetkisi olmadığı halde Jandarma Komutanlığı il ve ilçelerde istihbarat da yapıyor. Kırsal alandaki olayı İstanbul’da da takip etmem gerek diyerek mesela Rafi Portakal’a gidiyor tarihî eser kaçakçılığıyla ilgili bilgi alıyor. Oysa kanun, “il ve ilçelerin dışında alan kırsal alanda Jandarma, kent alanında Polis görev yapar” diyor. Ama Jandarma ilçe yapılan yerlerden çekip gitmiyor. Jandarma Genel Komutanlığı, “çekilmeyi uygun görmedim” diyebiliyor. Bu kadar özerk bir yapı yani Jandarma! Oysa demokrasilerde askerin iç güvenlik alanına girmesi ciddi kurallara bağlanır. 


Sizin üstünde çok durduğunuz EMASYA var bir de. EMASYA tam olarak nedir? 


Askerin polis gücü olarak kullanılmasını düzenleyen protokoldür EMASYA. Bu protokol, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da emir komutanın askere geçmesine imkân veriyor. Bu protokole göre, 81 ilde asayiş güvenlik merkezleri kuruluyor. Bu asayiş güvenlik merkezleri, toplumsal olayları izleme merkezleri olarak çalışıyorlar. Yani insanları fişleyebiliyorlar. Ayrıca devletin bütün istihbarat bilgilerinin buralarda toplanmasını istiyorlar. 

Nasıl bir sistem bu? Sonuçta bu sistem yüzünden insanların başlarına ne geliyor?
 

Askerî bir sistem bu. Askerin sivil otoriteye bağlı olması yerine, sivil otoritenin askerin yörüngesinde hareket ettiğini gösteren otoriterleşmiş, militerleşmiş bir kamu düzeni bu... Asker, Jandarma ve EMASYA kanalıyla iç güvenlik alanını askerîleştiriyor. Böylece asker, kanuni yetkisi olmadığı halde polis hizmeti ve istihbarat toplama işi yapıyor. Ve, asker bunları yaparken denetlenmiyor. Aslında Jandarma’yla İçişleri Bakanlığı’nın ortak bir komisyon kurup yönetmelik çıkarması lazım. Asker buna direniyor. Çünkü asker komisyonlara katılmıyor.  


Siyasetçi EMASYA’yı neden kaldırmıyor?
 

Bu, kabul edelim ki kolay iş değil. Asker sorun çıkarır diye korkuyor. Mesela ‘kaldırırsan iç güvenlik zafiyeti olur’ der, onun düzeneğini hazırlar ve yaşatır. Bu durumda sivil olarak sen zafiyet yarattın diye suçlanırsın. Bir de tabii Türk siyasetçisi askerî vesayete eleştirel bakmıyor. Asker ondan yana mı yoksa ona karşı mı, buna bakıyor o. İlkelerden uzak, kişi bazında faydacı siyaset algısı büyük sorun üretiyor. 


JİTEM’e gelirsek... JİTEM hangi anlayışla kuruldu?
 

JİTEM, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve devletin, yasalar yoluyla çözemediği kimi sorunları yasadışı yollardan çözmek üzere kurulan bir yapıdır. Devlet içinde resmî bir çeteleşme yapısıdır. JİTEM, hem istihbarat hem de operasyon yapıyordu. Dünyanın hiç bir yerinde bu iki işi aynı birimler yapmaz. JİTEM, insanları korkutmak, suçluları kullanmak, adam öldürmek, infaz etmek gibi devletin politikalarından kaynaklanan bir cinayet işleme mekanizması olarak çalıştı. JİTEM tamamen yasaya aykırıydı. Aykırı olduğu için de zaten yıllardır “JİTEM yoktur” yalanını tekrarlayıp durdular. 


Bugün JİTEM’in durumu ne?
 

Bugün JİTEM’le ilgili soruşturmalar derinleşiyor ve şu anda dört soruşturma ve iki dava sürüyor. JİTEM ise Jandarma İstihbarat Teşkilatı olan JİT’e dönüştü. Jandarma İstihbarat Dairesi’nin bütün birliklerde JİT olarak yapılanmaları var. Aslında bu ülkede Jandarma, Kürt meselesinin patlamasıyla 1980’den sonra çok siyasileşti. Kürt meselesiyle ilgili en ön safta mücadele eden bir güç oldu. JİTEM’in kuruluşu da buna denk geldi. Bugün 81 ilde Jandarma komutanlığı ve ilçe komutanlıkları var. 81 tane Jandarma alay komutanı var. 81 ilde görev yapan kişilerin hepsi Silopi’de, Cizre’de JİTEM’in çarkından geçtiler. 


Polis’le Ordu’nun ilişkisine gelirsek. Polis-Ordu çekişmesi var mı?
 

Her zaman rekabet var. Ayrıca Polisle Ordu arasında, ideolojik ve politik nitelikli bir çatışma var. Bu çatışmaya iki tür yorum getiriliyor. Birincisi, bunun, Fethullah Gülen cemaatine bağlı polisler olduğu söyleniyor. Buradaki iddia şu: 2003-2004 yılında asker darbe yapsaydı ilk hedefi Gülen cemaati olacaktı. Onun için daha o günlerden itibaren Polis içindeki Gülen cemaatinin üyeleri, Ordu’nun siyasi gücüne ve darbe yapmasına karşı ‘artık zamanı geldi’ diyerek bayrak açtılar ve bir mücadele başlattılar. Dolayısıyla 2003’ten sonra ortaya çıkan bütün belgeler, bütün itiş kakışlar, Gülen cemaatinin devlet içindeki imkânlarıyla ilişkilendirildi. 


Sizce bu doğru değil mi?
 

Bunun doğru olmadığın söylemek mümkün değil. Ama Türkiye’de yaşananları, mücadeleyi sadece buna indirgerseniz, sivilleşme ve demokratikleşmeyle ilgili herkesi Gülen cemaatinin parçası kılarsınız ki, bu doğru değil. Ayrıca Gülen cemaatinin demokratikleşme ve sivilleşmedeki payı sanıldığı kadar büyük değil. Özellikle Emniyet içinde şu ya da bu cemaatten olmayan bir polis ekolü ve nesli yetişmeye başladı. Mesela Hanefi Avcı ekolü var poliste. Bazı polisler Hanefi Avcı’yı idol biliyorlar. Bunlar, kendi alanlarının muhafazasını kendi onurları olarak kabul edip askeri oradan dışarı itmek istiyorlar. Ama TSK bütün olup biteni Gülen cemaatinin Polis içindeki teşkilatlanmasıyla açıklamaya çalışıyor. Hatta son yasa değişikliğini de böyle yorumluyor. 


Bunda gerçeklik payı yok mu?
 

Böyle bir Polis var ama demokratik mücadele veren insanlar da var. Emniyet de, Jandarma da birer güvenlik gücü. Dolayısıyla biri daha fazla sivilliği ve demokrasiyi temsil ediyor değil. Önemli olan sivil ilkeler, sivil denetim ve demokratikleşmedir. Meseleye Gülen cemaati eksenli tartışmalarının dışından bakabilmek lazım. Böyle güç kavgaları yok mu? Var. Ama önemli olan demokrasi ilkelerinin esas olduğu bir sivilleşme sürecidir. 


Peki, sizce polis şiddeti niye artıyor? 


Bizde polis de hukuki ve idari olarak koruma altında. Hrant Dink davasında bunu gördük. Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nden Ankara’da Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığı’na atanan Ramazan Akyürek hakkında bir dava açılamadı. Çünkü İçişleri Bakanlığı izin vermedi. Askerin üzerinde nasıl koruma kalkanı varsa Emniyet’in üzerinde de var. Aslında bütün dünyada kolluk güçleri, yasal fizikî şiddet tekelini kullanan yapılardır. Bunların sürekli denetlenmeleri gerekir. Bizde denetim mekanizmaları zayıf. 

Türkiye, normal bir ülke haline gelebilecek mi sizce?
 

Bu çok uzun bir zaman alacak. Gerçi hem dünyada globalleşmeyle birlikte özgürlükçü dalganın büyümesi hem de Türkiye açısından AB’nin varlığı bu geçişi hızlandırıyor. Avrupa’nın 150 yılda yaşadıklarını on beş yıla sığdıran bir Türkiye karşımıza çıkıyor ama... Şunu kabul edelim ki burası bir askerî imparatorluktu. Şimdi ise askerî bir cumhuriyettir. Burada damarlarımıza sızmış bir yapı var. Bu sistemin çok ciddi bir sivil ayağı var. Çünkü yurttaşlık bilgisi ve milli güvenlik kitaplarına baktığınızda bu ülkede güvenlik paranoyası ve hezeyanı etrafında bir insan yetiştirme mekanizması var. Bu yüzden asayişçi ve güvenlikçi mantık bu ülkede sadece askerde karşımıza çıkmıyor. 


Başka nerede ortaya çıkıyor?
 

Sokakta da karşımıza çıkıyor. Çünkü eğitim süreci, Türk olmak, kahraman olmak, asker millet olmak, bölücülüğe karşı koşullanmak, dış tehdit ve iç tehdit fikrini tabii fikir olarak benimsemek üzerine kurulu. Bölünme ve parçalanma paranoyasını tabii hale getiren bu eğitim sistemi, askerî cumhuriyeti besliyor. Ayrıca bu ülkede askerî vesayet sistemi tek bir kurumdan da oluşmuyor. Mesela Milli Güvenlik Kurulu’nun yapısı, kadrosu değiştiriliyor. Bu değişiklik, Türkiye’yi milli güvenlik devleti olmaktan çıkarmıyor. Çünkü asker siyasetin içinde o kadar yaygın olarak var ki, bir kapı kapanırken o başka bir kapıyı açıyor. Mesela Milli Güvenlik Kurulu bitti, Yüksek Askerî Şura uygulanmaya başladı. 


Yüksek Askerî Şura nasıl kullanıyor?
 

Yüksek Askerî Şura’nın yetkileri sadece terfi ve sicillerden oluşmuyor. Orada iç ve dış tehdit, stratejik değerlendirmeler de yapılıyor. Ve Milli Güvenlik Siyaset belgesinin ana unsurları artık orada oluşturuluyor. Ama son olarak şunu söylemeliyim. Bugün artık öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, askerî olanın siyasal sistem içinde yeri yok. Global dalgalar, değerler böyle bir sistemi içinde barındırmıyor. Dolayısıyla Türkiye’de askerin sistem içindeki rolü değişmek zorunda. Nitekim şu anda bu süreç yaşanıyor ve Türkiye demokratikleşme yolunda böyle böyle ilerliyor.



Bu haber 743 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,666 µs