Nixon'ın teypleri Balbay'ın günlükler | " /> Nixon'ın teypleri Balbay'ın günlükler | "/>
Halil Berktay / Taraf
Ergenekon muazzam bir olay. Darbe ortamı yaratmayı amaçlayan bir şebekenin deşifre edilmesiyle başladı. Bir koldan orduya, bir koldan JİTEM’e, bir koldan yargıya, bir koldan iş âlemine, bir koldan medyaya sıçradı. Cumhuriyet tarihinde eşi görülmedik bir demokratikleşme momentine dönüştü. Sarsıntılarla ilerliyor. Doğal, zira onlarca yılın otoriter-faşizan kültürü, yapılanması tel tel çözülüyor.
Dolayısıyla ulusalcılığın şaşkınlığı, paniği de doğal. Her şey o kadar beklenmedik, o kadar şaşırtıcı ki. Toplum bir değişim noktasına, teknenin alabora olması veya tahterevallinin bir tarafının kalkıp, diğer tarafının inmesi noktasına (tipping point) yaklaştı. Olamayacak şeyler oluyor, düşünülemeyecek şeyler düşünülüyor, söylenemeyecek şeyler söyleniyor. Buna karşı alelacele kurulan savunma hatları, bir, en fazla iki gün sonra darmadağın oluyor. Saygıdeğer orgeneraller GATA pipeline’ı üzerinden tahliye ettiriliyor. Ama aynı anda, Tuncer Kılınç veya Hurşit Tolon’a izafe edilen ses kayıtları tedavüle giriyor. Mustafa Balbay hakkında yazılıp çizilenleri alın. İkinci defa gözaltına alındığında, önce, “basın ve düşünce özgürlüğü” adına “Hepimiz Balbayız” kampanyası açılıyor. Derken günlükleri ortaya dökülüyor. Hiç altından kalkılır gibi değil. Ama bu sefer de yok uydurmaymış; yok kitap yazacakmış; yok günlük tutmak suç muymuş; yok hiçbir anormallik içermiyormuş, haber değeri taşımıyormuş; yok bunları yayınlamak suçmuş, özel hayatın mahremiyetine aykırıymış tevatürü başlıyor.
Hafızasızlık kötü şey. Üstelik burada hafızasızlık, basınımızın kültürsüzlüğüyle, dünyadan habersizliğiyle, en yakın tarihi dahi bilmezden gelmesiyle de birleşiyor. Türk partikülarizminin, “biz bize benzeriz”ciliğinin en ironik örneği, politik skandallarımızı da kendimize özgü sanmak oluyor.
Şimdiye kadar Ergenekon için hep Gladio örnek veya öncülleri üzerinde duruldu. Soğuk Savaş koşullarının yarattığı gizli, kanunsuz derin devlet örgütlenmelerinin, Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte kendi kendini idame ettiren bir ilk özerkleşme, bir “serserileşme” kazanmış, sonra PKK ile mücadelenin bu özerkliği nasıl çok daha ileri boyutlara ulaştırmış olabileceğine işaret edildi. Ama bu rezaletin yalan ve inkâr mekanizmaları için; basın özgürlüğü ve ahlâkı, gerçek anlamıyla hukukun üstünlüğü, demokratik işleyiş, ya da kamuoyunun sabrının nasıl ve ne zaman taşabileceğiyle ilgili boyutları için ciddî komparatif çerçeveler aranmadı.
İzninizle ben özellikle medya ve yargı açısından böyle bir karşılaştırma çerçevesi önereyim: 1970’lerin başlarında Amerika’yı sallayan Watergate skandalı. Daha doğrusu (a) önce Watergate’in kendisi; sonra (b) onu izleyen ve aşan, Nixon’ın Beyaz Saray teyp kayıtları skandalı. Daha kırk yıl geçmedi üzerinden –nasıl unutulur? Tam da bizlerin Mamak Askerî Cezaevi’nde olduğumuz 1972-74 arası. Haftalık görüşlerde annemin babamın getirdiği Time ve Newsweek’lerden, Guardian Weekly’lerden, Le Monde Diplomatique’lerden hareketle, heyecanlı bir dizi gibi adım adım izliyor, not alıyordum. Aşağıdaki derleme, aklımda kalanların hızlı bir internet taramasıyla gözden geçirilmesine dayalı. Okuma zahmetine katlanan, belki Watergate ile Ergenekon, Nixon teypleri ile de Balbay günlükleri arasında, üzerinde düşünmeye benzer bazı paralellik veya örtüşmeler bulacaktır.
NEYDİ WATERGATE ?
Şu anda mevcut Wikipedia tanımı: “Watergate skandalları, Amerika’da Richard Nixon’ın devlet başkanlığı sırasında patlak veren ve Nixon’ın en yakın danışmanlarından birçoğu hakkında iddianame düzenlenip dava açılmasına, giderek bizzat Nixon’ın 9 Ağustos 1974’te istifasını vermesine yol açan bir dizi siyasal skandalın toplu adıdır.”
2020’nin Wikipedia’sında rastlanması olası bir diğer tanım: “Ergenekon skandalları, Türkiye’de Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ’un genelkurmay başkanlıkları sırasında patlak veren ve bir dizi eski ordu komutanı dahil, çeşitli emekli ve muvazzaf subay ile sivil işbirlikçileri hakkında, serbest seçimlerle oluşan parlamentoyu ve hükümeti devirecek bir askerî darbe tezgâhlamaya yöneldikleri gerekçesiyle iddianame düzenlenip dava açılmasıyla gelişen bir dizi siyasal skandalın toplu adıdır. Her ne kadar, cereyan ettiği ülkenin özel koşulları gereği, en üst komuta kademesinin yargılanması ve/ya istifaya zorlanması gibi bir sonuç verememişse de, silâhlı kuvvetlerin alışılmış otoritesinde ciddî bir kırılmaya, darbeler döneminin kapanmasına, siyasetin görece sivilleşmesine ve on yıldır süren ‘Temiz Basın’ hareketinin doğmasına yol açtığı genellikle kabul edilmektedir.” İnşallah.
NASIL BAŞLADI?
İlkin pek önemsenmeyen bir güvenlik vakasıyla: Susurluk benzeri bir kaza, ya da Ümraniye’de ele geçen el bombaları gibi, ilk ağızda kimsenin anlam veremediği, başka parçalarla birleştiremediği tesadüfi bir olayla. Demokrat Parti’nin en yüksek organı demek olan Ulusal Komite’sinin (DNC: Democratic National Committee) karargâhı, Washington, DC’deki Watergate iş merkezindeydi. 17 Haziran 1972’de ve DNC merkezine gizlice girmiş beş kişi suçüstü yakalandı. Daha ilk soruşturma sırasında, bu beş kişi ile onları yönlendiren Howard Hunt ve Gordon Liddy’nin, Başkanı [Nixon’ı] Yeniden Seçtirme Komitesi’nce (Committee to Re-Elect the President: CRP, ama iğneleme amacıyla CREEP de deniyordu) istihdam edildiği ortaya çıktı.
İlginçtir: kimse “tanırım, iyi çocuklardır” ya da “vatan hizmeti yapıyorlardı” diye ortalara fırlamadı. Bu ilk yedi kişinin hepsi derhal çete kurmak, hırsızlık ve kanundışı dinleme suçlarından yargılanıp Ocak 1973’te mahkûm edildi.
NERELERE VARDI?
Önce FBI’ın, sonra Senato Watergate Komisyonu ve Kongre Adalet Komisyonu’nun yürüttüğü soruşturmalar, bu zorla açıp girme (break-in) işinin, Nixon’ın kendi personelinin yığınla illegal faaliyetinden sadece biri olduğunu ortaya koydu. Demek, Beyaz Saray’da bir “kirli işler” ekibi vardı; bir “düşmanlar listesi” tutuluyor; olası açık veya sızıntılar ise “muslukçular” (plumbers) birimince kapatılıyordu. Bu kadronun suç ve cürümleri, başka bir dizi hırsızlık, zorla girme ya da ofise-meskene tecavüz fiilini; seçim sahtekârlıklarını; siyasî casusluk ve sabotajı; vergi yolsuzluklarını; büyük çaplı bir kanunsuz telefon dinleme şebekesini; nihayet operasyonlara katılanlara ödemede kullanılan kara paranın Meksika’da aklanmasını içermekteydi. İlk yedi sanığın konuşmaması için dağıtılan sus payları da aynı fondan sağlanıyordu.
Bütün bunların, en üst yönetim kademelerinin bilgi ve onayı olmaksızın gerçekleştirilemeyeceği çok açıktı. Nitekim açık bir toplumda, “derin devlet”ten kaynaklanan sistematik dezenformasyon, kafa bulandırma, ya da yargıya gizlice baskı uygulama yöntemleri çalışmayınca, hukukun üstünlüğü ve kamuoyunun aklıselimi, olağan sayılması gereken sonuçlara vardı. Adalet Bakanı John Mitchell başta olmak üzere bir dizi önemli Beyaz Saray danışmanının sorumluluğu gözler önüne serildi. Hepsi istifa etti, yargılandı ve bir ile dört yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldı. Bir kısmının bu kadar ucuz kurtulmasında, mahkemeyle işbirliği yapıp her şeyi itiraf etmeleri önemli rol oynadı.
Bütün hükümler yerine getirildi. Kimse GATA muadili sayılabilecek Walter Reed hastanesinden rapor almak gibi yöntemlere başvuramadı; sağlık nedenleri veya başka gerekçelerle bu vartadan kendini sıyırmayı başaramadı. Ayrıca asker-sivil hiçbir yetkili, kamuoyunu hiçe sayarak, sanıkları ziyaret gösterilerinde bulunmak, ya da faraza Veli Küçük’ün bir vakitler Korkut Eken’e yaptığı gibi yurtseverliklerini övmek cesaretini gösteremedi. ABD’de ne olurdu, tutuklu orgenerallere bir kolordu komutanının, hem de Genelkurmay adına “geçmiş olsun”a gitmesinin karşılığı? CIA ve FBI direktörlerinin Sirica’nın salonunda boy göstermesi mi? Böyle bir dayanışma jesti kimsenin aklının ucundan geçmemiştir sanırım.
BASININ KATKISI NE OLDU?
Medya kraldan fazla kralcı davranıp, başkanlık adına “durumdan görev” çıkartmaya mı kalkıştı? Ne gezer. Asıl basının yaklaşımıdır ki, Watergate binasına ve DNC bürolarına girilmesi ile Nixon’ın bağış toplama komitesi arasındaki finansman ilişkisini gün ışığına çıkardı. Türkiye’de bir zamanlar çok lâfı edilen, ama medya patronlarının özel çıkarlarının gölgesinde artık unutulmaya yüz tutmuş bir zanaat var: gerçek anlamıyla araştırmacı gazetecilik. 1972-74 arasında bu alanda başı Time dergisiyle New York Times ve Washington Post gazeteleri çekti. Bunlar ve diğer basın-yayın organları Watergate’e dişlerini öyle bir geçirdiler ki, bir daha bırakmadılar. “Münferit bir olay” türü savsaklamalara itibar etmek şöyle dursun; her ipucunun üzerine gittiler, her resmî açıklamayı didik didik ettiler, projektörü bir an bile söndürmediler veya başka yöne çevirmediler, yönetim üzerinde bunaltıcı bir baskı kurdular.
Hiçbir gazete sahibi veya yayın yönetmeninin karartmaya kalkışmadığı bu yansız ve amansız takipçilik, suç zincirine halkın gözünde çok yüksek profil kazandırdı. Türkiye’de “Darbe Günlükleri”yle Nokta dergisi ve Alper Görmüş’ün, “Balbay’ın Günlükleri”yle Tempo24 web sitesi yönetmeni Doğan Akın ve çalışma arkadaşlarının, Star’da Şamil Tayyar’ın, daha genel olarak ve son bir buçuk yıldır Taraf gazetesinin “kamu yararına” oynadığı rolün bir benzerini, ABD’de en başta Washington Post’un ünlü muhabirleri Bob Woodward ve Carl Bernstein üstlendi. Woodward ve Bernstein, anonim haber kaynaklarına dayanarak, gerek DNC bürolarına sızma ve gerekse olayı örtbas etme girişiminin izini sürüp bir kısım Adalet Bakanlığı, FBI, CIA ve Beyaz Saray makamlarına ulaştı.
1960’ların sonlarının kötü bir porno filmi vardı, Deep Throat diye (benim de öğrenciliğimde bir kere görmek bahtsızlığına uğradığım). Woodward ve Bernstein’ın en önemli kaynağına, Washington Post’un editörü işte bu kod adını vermişti: “Derin Gırtlak” !
Altını çizelim: o muhabirler hiçbir baskıya uğramadı bu yüzden. Haklarında Andıç yayınlanmadı, Oktay Ekşi muadilleri “Alçakları Tanıyalım” diye yazı yazmadı. Kimse onları kaynaklarını açıklamaya zorlamadı, askerî mahkemeye çıkarmadı, genelkurmay açıklamalarına konu yapmadı. Gazeteleri basılmadı; dosyalarına, daktilo makinelerine (masaüstü veya dizüstü bilgisayarlar yoktu o zaman) el konulup götürülmedi. Sahi, birileri Washington Post’u kapatmaya kalsaydı –düşünmesi bile olanaksız ama, “hani meselâ dedik”- Amerika’da nasıl bir kıyamet kopardı acaba ?
Geçelim. FBI’ın Direktör Yardımcılığı, yani ikinci adamlığından 1973’te emekli olan Mark Felt Sr, hakkındaki iddiaları otuz küsur yıl reddettikten sonra, 31 Mayıs 2005’de “Derin Gırtlak”ın kendisi olduğunu açıkladı. 18 Aralık 2008’de, 95 yaşında öldü. Kimse de ardından “Fethullahçı polis” diye atıp tutmadı. Hayatının diğer ve daha kirli boyutlarına karşın, Watergate’in yüzü suyu hürmetine iyi şeyler söylendi, yazıldı genellikle. O sırada Harvard’daydım. New York Times’daki yaşam öyküsünü itinayla kestim, saklıyorum.
NEREDEN ÇÖZÜLDÜ?
Büyük ölçüde basının işin arkasını bırakmaması, adalet mekanizmasının da uykuya yatmayı reddetmesi sayesinde, olay ilk sanığın mahkûmiyetiyle kapanacağına daha da büyüdü. Yeri gelmişken belirtelim ki, yargı sürecini etkilememek, kamuoyunun susturulması, mahkeme kararlarının tartışılmaması biçiminde yorumlanmaz Amerika’da. Aksine, her şey konuşulur da konuşulur; olası bütün yorumlar sergilenir –ve kimse gocunmaz bundan. Halkın bilgilenme hakkı öncelik taşır.
Bu koşullarda, Howard Hunt, Gordon Liddy ve suç ortaklarını yargılayan hâkim John Sirica, Danıştay cinayeti ve Cumhuriyet’in bombalanması davalarında soruşturmanın genişletilmesini göz göre göre reddeden, sonra da apaçık Ergenekon bağlantıları hakkında “unutmuşuz” diyen heyet gibi davranmadı. Keza, Hrant Dink davasına bakan mahkeme gibi de davranmadı, müdahil avukatlarının soruşturmayı genişletme talepleri karşısında. Bu tavrın tam zıddında, kendisi soruşturmayı genişletme yollarını aramaya girişti; sanıkları itirafa zorlamak amacıyla, üzerlerindeki ağır ceza tehdidini arttırmayı denedi. Daha sonra yazdığı To Set the Record Straight (1979) kitabında Sirica, bu dönemde basını ne kadar dikkatle izlediğini anlatıp “işin içinde başka kimsenin olmadığına inanmak için enayi [moron] olmam gerekirdi” diyor: “Hiçbir seçim kampanyası komitesi, çok daha yukarılarda birinin onayı olmadan, Gordon Liddy gibi birine o kadar para [89.000 dolar] emanet edemezdi.”
Sirica’nın baskısı işe yaradı: Watergate binasında suçüstü yakalanan beş kişiden James McCord, mahkûmiyetinin ardından cezasının hafifletilmesi umuduyla Sirica’ya yazdığı bir mektupla, olayın perde arkası bağlantılarını gizlemek için komplo kuranları ihbar ediverdi. Watergate asıl bu andan itibaren eşi görülmedik bir siyasî skandala dönüştü. Bu amaçla yapılan alenî duruşmada “Yargıç Sirica mektubu okumayı bitirdiği anda, mahkeme salonunda sanki bir bomba patlamış gibi oldu,” diyor bir gözlemci: “Muhabirler arka kapıdan gazetelerine telefon etmeye koştu.... Yalan tanıklık. İşin içinde başkalarının varlığı. Watergate artık çözülmek üzereydi.”
SORUŞTURMADA ŞEFFAFLIK NASIL BİR ROL OYNADI?
Öyle de oldu. Senatör Sam Ervin’in başkanlığında bir Senato araştırma komisyonu kuruldu ve sağa sola celp yağdırmaya başladı. 30 Nisan 1973’te Nixon en nüfuzlu yardımcılarından Haldeman ve Ehrlichman’ın istifasını istemek zorunda kaldı (ikisi de yargılandı, mahkûm edildi ve hapse tıkıldı). Nixon’ın aynı gün işine son verdiği Beyaz Saray Hukuk Danışmanı John Dean ise Senato’nun Başkan aleyhindeki en önemli tanığı haline geldi (Hilmi Özkök’ün söz verdiği gibi Silivri’ye giderse ne diyeceğini heyecanla beklemek için çok güçlü bir neden). Gene 30 Nisan’da Nixon, Adalet Bakanlığı’na Mitchell’ın yerine Elliot Richardson’ı atadı ve Watergate soruşturmasının yargı tarafına, mutlak bağımsızlığı garanti edilecek özel bir savcı atamaya yetkili kıldı. Richardson da 19 Mayıs’ta bu göreve Archibald Cox’u getirdi.
O sırada Senato Komisyonu toplantıları başlayalı iki gün olmuştu. Üstelik bu oturumlar, ABC, CBS ve NBC arasında kurulan bir üçlü rotasyon sistemiyle, her gün ülke çapında televizyondan yayınlanıyordu. 17 Mayıs - 7 Ağustos 1973 arasında televizyon sahibi Amerikan ailelerinin yüzde 85’inin, Komisyon toplantılarını izlediği tahmin ediliyor. Başta John Dean olmak üzere bir dizi eski yöneticinin ifade verdiği bu celseler, Nixon’ın saygınlığına öldürücü darbeler indirdi. Öyle ki, bırakalım Demokratları, duruşmaların en canalıcı sorusunu Cumhuriyetçi bir senatör sorabildi (Howard Baker): “[Sizce] Başkan ne biliyordu ve ne zamandan beri biliyordu?” Bu, Nixon için sonun başlangıcı demekti.
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle