bugündür' | " /> bugündür' | "/>

En Sıcak Konular

'Gazze için gün bugündür'

25 Ocak 2009 21:31 tsi
'Gazze için gün bugündür' Gazze’deki katliamın görgü tanıklarından Eva Jasiewicz, “rahat” koltuklarda otururken “suçluluk duygusu”nun atılamayacağını çok çarpıcı ve etkileyici bir şekilde anlattı.

GAZZE’DE GÖRGÜ TANIKLIĞI: DÜN VE YARIN

Eva Jasiewicz*

 “Ağaçlar gibiyiz, köklerimiz var, azar azar büyümemize müsaade ediyorlar, büyüdüğümüzde de kesiyorlar. Fakat bize ne atarlarsa atsınlar, bize ne yaparlarsa yapsınlar, biz hala buradayız ve burada olmaya devam edeceğiz.” Om Bassim, Cebaliye Kampı, Ocak 2009

“Yurdumuz”

Bu savaşın başlangıcında, bombalar ilk kez şiddetle yağmaya başladığında, bir divan üzerinde yattığımı anımsıyorum. Gece geç vakitti, neresiydi tam hatırlamıyorum, belki Beit Hanoun Hastanesi belki de Beit Lahiya. Uykuya daldığımda, patlamaları, gümbürtüleri, bazıları yakın bazıları uzak, kimi batıdan kimi doğudan, ardı ardına duyabiliyordum. Yarı açık bilincimde, hepsinin benim evime, yurduma düştüğünü hissettim. Bombalar farklı odalarda, yukarıda, aşağıda, yan tarafta, altımda, üstümde patlıyordu. Korkmuyordum, hissettiğim yakınlıktı, birlikte bir kenetlenişti. Belki Gazze’nin hapsedilmiş bir alan, duvarla çevrili bir kamp ve küçük-sık örgülü bir mahpushane olmasının sonucuydu ancak ailelerin her parçada, her köşede, her odada, güneyden kuzeye bir akraba topluluğuymuş gibi yaşadığı bu evde, bu yurtta, her patlama ve her katliam keskin bir şekilde, sanki birinin ailesine ve evine oluyormuş gibi yakın hissediliyordu.

Savaş her evde hissedildi ve duyuldu. Bazı evleri istilaya uğrattı, askerler insanların evlerini işgal ve imha etti, tank mermileri, yanan beyaz fosfor ve buldozerler evleri dümdüz etti, bazıları evlerinin altında kaldı, bazılarına evleri mezar olmaya hala devam ediyor. Bu yurt şimdi nerede? Birleşmiş Milletler’e göre 50 bin kişi evsiz. Çadırlarda, sınıflarda, akrabaların evlerinin kalabalık odalarında, üzerine muşamba çekilmiş çatısız evlerinin altında yaşayanlar hala ayakta. Eğer bombardıman ve saldırılar yeniden başlarsa, burası hala Gazze’nin halkına yurt olmayı sürdürecek, her bomba ve her isabet keskin şekilde hissedilecek, her bir topluluk ve her bir aile tarafından omuzlanacak. Cebaliye’den arkadaşım 9 çocuk annesi Om Bassim, dün bana sakince açıkladı: “Bizi abluka altına alıyorlar, elektriğimizi kesiyorlar, tamam, buna katlanırız; gazımızı, unumuzu, yiyeceğimizi alıyorlar, ona da tamam, dayanırız; içeceğimiz suyu alıyorlar, varsın alsınlar. Ve çocuklarımız, bir anne oğlunu büyütür, onu büyütmek dışında hiçbir şeye bakmaz ve ardından onu alırlar ve buna da dayanırız. Tüm hayatımızı, çalışmakla, biriktirmekle, kendimiz, oğullarımız ve torunlarımız için evlerimizi inşa etmekle geçiririz. Sonrasında onu yıkarlar, bombayla dümdüz ederler, katlanırız. Bizler ağaçlar gibiyiz, köklerimiz var, büyümemize izin veriyorlar, azar azar ve sonra büyüdüğümüzde bizi kesiyorlar. Fakat bize ne atarlarsa atsınlar, ne yaparlarsa yapsınlar, biz hala buradayız ve burada olmaya devam edeceğiz, bize yapacakları her şeye dayanırız. Allah büyük. Allah büyüktür. Allah’a bunun için şükürler olsun. Biz sabredenlerdeniz”. Arkasından da gülümsüyor.

Ölüm Bölgesi’ne Doğru

Pazar sabahı erken bir çağrı aldık. Nihayet artık İsrailli birliklerin son 3 haftadır işgali altındaki kapalı askeri bölgelere girmek için “koordinasyona” sahibiz. Buralar, Kızıl Haç ve BM ambülâns ekiplerine ateş açıldığı ve girmeye çalışan kurtarma ekiplerinin öldürüldüğü “askeri bölgeler”.

Bu “kapalı bölgeler”, bu kör ve ölü noktalar: Towam, Zeytun, Atatra, Ezbit Abed Rabbu ve Toffah. Buralar, okullar, dükkânlar ve önlerinde insanların plastik sandalyelerde oturup çay içtiği tespih çektiği, mavi denize baktığı evlerin olduğu mahalleler, portakal ve çilek bahçesi sahibi ahalini yeri. Hepsi tecrit edilmiş. Kızılay’dan sağlık ekipleri buralardan sırasıyla afallamış ve bitkin halde dönüyor. Atatra’dan elinde beyaz bayrakla başından vurulan yaşlı bir adam, tankların çiğnediği tanımlanamayan bedenler ve o ünlü, kırmızı, yarı yenmiş kız. Sağlık ekiplerine göre 1,5 yaşındaki Şahit Ebu Halim, ölmesi için bırakılmış ve yarısı köpekler tarafından yenmiş. Cebaliye’deki Kemal Odwan hastanesine getirildiğinde onu gören herkes için bir dehşet işaretine dönüşerek…

Birçok sefer ambülânslarımız, ailelerin esir edildiği, keskin nişancıların onları rehine olarak tuttuğu, komşuların ve sevdiklerinin izlediği fakat gidemedikleri bedenlerin caddelerde yattığı bu ölü bölgeleri sıyırıp geçti. Arada sırada dış sınırda, insansız keşif hava araçlarının attığı füzelerle ezilmiş bedenleri toplayabildik. Sağlık Bakanlığı ambülânslarıyla Karama’ya (Asalet) gittik. Sağlık ekipleri burada iki adam bulduklarını rapor etti. Tedavi edilebilir yaralarından akan kan nedeniyle asil olmayan bir ölüme yürüyen iki adam. Erişilemeyen.

Bu bölgeler, çıkmaya çalışan sivillerin vurularak öldürüldüğü yerler. Bazıları Atatra’dan 40 yaşındaki İbtisam Ahmet Kanoon gibi ellerinde beyaz bayraklar varken vuruldu. Akrabaları onu saat 2.00’de alana kadar 11.30’dan itibaren orada yattı. Kocası, oğlu ve annesi onunla birlikte yürüyormuş. Oğlu 23 yaşındaki Muhammed Bassam Muhammed el-Kanoora, başından şarapnelle ve 60 yaşındaki Muhammed Ahmet el Kanoora’da sırtından yaralı.

Tıpkı, İzbet Abat Rabbu’dan 64 yaşındaki Musbah Eyüp gibi, Bacaklarına aldığı şarapnel yaraları nedeniyle kan kaybından öldü. Ailesi 3 gün boyunca Kızıl Ay ve Kızıl Haç’ı beyhude aradı.

Tıpkı, ailesi için içilecek su almaya gittiğinde tank şarapneliyle vurulan Zeytun’dan 21 yaşındaki Wael Yusuf Ebu Jerahd gibi. Orada ölmeden önce 4 saat kaldı, ailesi yardım istedi, İsrail işgal kuvvetlerine tahliyesi için yalvardı. Bunun yerine İsrail kuvvetleri Libya Kızıl Ayı cipiyle onu almaya gelen iki sağlık görevlisini öldürdü. Evi işgal ederek, tüm 12 kişilik aileyi, ölü oğullarıyla birlikte küçük bir mutfakta esir aldı, tam 3 gün boyunca. Ailenin nihayetinde ayrılmasına izin verildiğinde, ailenin iki üyesi bir kilometre boyunca oğulları Wael’i ve annesini taşıdı. Şeker hastası 64 yaşındaki anne, oğlunun katledilmesi ve İsrailli askerler onun evinden ateş ederken oğlunun ölüsüyle geçirdiği gece ve gündüzden dolayı girdiği sinir krizinden artık bacakları taşımıyordu.

İsrailli kuvvetlerin ambülânsları almalarına izin vermediği için kanamadan ölenlerin ve onların ölümlerini seyretmek ve onların ölü bedenleriyle yaşamak zorunda kalan ailelerin hikâyeleri, Gazze Şeridi’nin her yerinde dolaşıyor. Ambülânslar sonunda bu bölgelerin bazılarına girdiklerinde, çaresiz ve yüzüstü bırakılmış akrabalar tarafından taşlanıyor. Bu bir savaş suçudur, Cenevre Konvansiyonları’na göre yaralıları almaya çalışan acil yardım ekiplerini hedef almak ya da geçişlerine izin vermemek bir savaş suçudur.

Yürüyen hayat

Şafak sökerken başardık, Atatra’ya yakın Towam’a ulaştık. Beyaz fosfor dumanın pusuyla karışık çisenti, gözlerimiz üzerinde gri bir tülbent gibi. Üzerimizde, şaşırtıcı ve heybetli bir gökkuşağı uçuyor, geniş ve mükemmel. Cebaliye’nin kırık gri caddeleri ve yeni bombalanmış içi caddeye dökülmüş Taha Camisi, kırık dişler gibi evler, düşmüş gerilim hatları ile patlamış ve kararmış apartman blokları üzerinde yay çiziyor. Etrafımızda her şey gri ancak kafayı kaldırdığımız da karşımıza rengârenk bir güzellik çıkıyor.

İlk beden genç bir adama aitti, Nur el Hüda camisi kapılarının dışında yüzükoyun kıvrılmış. Lacivert kazağı şarapnel yaralarından yanık.

Arkamızda bir boş, bir metruk alan var. Sadece günler öncesinde evlerin olduğu bu yerde artık, elbiseler, camlar, kitaplar ve mobilyalarla karışan yıkılmış duvarların çentikleri bulunuyor; bombalanmış ve buldozerle dümdüz edilmiş evler, bir kayıp eşya yumru denizine dönüşmüş. Tüm bunların arasında 87 yaşındaki Meryem Abdül Rahman Şeker Ebu Daher’in kıvrılmış bedeni yatıyor. İlk önce gördüğümüz koluydu, enkazın altında sıkışmış bir battaniye arasından görünen. Onu bir sedyeye almayı başarabildik ve sağlık ekipleri onu götürdüğünde yanında durduğum adam bana, “O benim annemdi” dedi ve ne olduğunu anlattı: “Üç gün önce (15 Ocak) çocuklarımızla ayrıldık ve onu almaya geri geldik ancak ona ulaşamadık, Kızıl Haç’ı aradık fakat onlar da yardım edemediler. Burada her şeyi buldozerlediler, belki 20’den fazla evi. Dönebileceğimizi düşündük, tüm bunları yapacakları aklımıza gelmedi. Üç gün boyunca geri gelemedik, o yüzden nasıl öldü bilmiyoruz, belki de soğuktan öldü. Birkaç saat sonra geri geldik ve uçaklar bize ateş ediyordu, evimizden birkaç metre öteye fakat ateş çok fazlaydı. Eğer askerler gelirse yaşlı olduğu için ona zarar vermezler diye düşündük hatta ona yiyecek verip bakarlar bile diye. Tüm bölgeyi buldozerleyeceklerini düşünmedik.” Dört ölüyü ambülânsa taşıdık. Kızılay gün bitmeden 32’sini daha taşıyacaktı.

Bir insan sırası yavaşça yürüyor, bazıları eşek arabalarıyla, bazıları da motosikletlerle kesekler üzerinde gümbürdüyor. Hepsi evlerine, Atatrah’a, ilk kez geri gidiyor. Atatrah, içinden geçilebilecek kadar büyük delikler olan yeni bombalanmış okulu, yıkılmış camisi ve tepemizde dumanı tüten evleriyle, bir tepe kıyısında kurulmuş, çilek ve hurma bahçeleri ve arkasında kumsalıyla yaşanacak, keyif yapılacak kadar güzel, canlı ve yeşil bir yer. Şimdilerde sakinlerine göre tanımlanamayacak durumda. Sakinler kaybolan evlerle yollarını şaşırıyor, yitik caddeler ve yeni “caddeler” arasında şaşkın durumdalar. Evler arasında buldozerlerle açılmış alanlar, yarısı ayakta binalardaki delikler ve kuma dönüşmüş bir arazi.  Sırayı takip ettim. Arkada yürümek, sayısız ölüm töreni için Gazze ve bir bütün olarak Filistin’in çiğnediğim caddelerinin bir hatırlatıcısıydı. Yavaş bir sıraydı, uzun ve nesiller arası bir yürüyüştü; ölüleri, yaşayanları, esirleri için önümüzde yürüyen binlerce sırtın tahliye ardı dönüşüydü, her işgal sonrası tekrarlanan. İsrail askerleri tarafından her geçici mahpushanesindeki her esaretten salıverilmeden sonraki Yürüyüş. İşte Beit Lahiya Lisesi ve bir komşunun evi. Tüm zamanı sırtlayan; acıyı, mahrumiyeti, aşağılanmayı yenmek için zamanın içinde yapılan bu toplu yürüyüş. Bu yürüyüşe eşlik etmek istedim.

Ufalanmış ve arabaların geçemez olduğu ana caddeden tırmanırken, battaniyeler içerisinde ölülerini taşıyan ve inerken ayaklarını basacak yer bulmaya çalışan 10 kişilik bir grup bize doğru geldi. Tüm günü ölüleri arayarak geçirdik, tüm diğer herkes gibi, diğer bir toplu yürüyüş gibi, “Şehitler nerede? Burada şehit var mı?” diye soran bir toplu arayış gibi ve herkese Arapça İslami başsağlığı ve hüsnüniyet ifadeleriyle “Şükürler olsun iyisiniz”, “Allah verir”, “Allah korur” diyerek. Çürüyen bedenlerin kokularını takip ediyoruz, bazen koku tamamen çürümüş bedenler ya da hayvanlardan geliyor, bir eşek, bir keçi, bir köpek ya da bir at. Toam’dan getirdiğimiz bir adam, 37 yaşındaki Moyuan Ebu Hüseyin bize bir eşek arabası üzerinde ulaştırıldı, kötü şekilde çürümüş ve kanla kaplı bedeni iki battaniye arasında. Ağır plastik ceset torbasını sıkı sıkıya doldurdu.

Ertesi gün, yine, sabah, bedenler yerden, yıkılmış evlerden ve tünellerden çıkarılıyor. Ezbet Abed Rubu’nun tepesinden, sabah erkenden, Sobuh ailesinden, üç adamı, üç savaşçının bedenlerini almaya gittik. Sakinler, onların tünellerinde sıkıştığını söyledi.  İşbirlikçiler yerlerini ihbar etmiş ve tünel her iki ucundan üzerlerine yıkılmış. Oksijensizlikten yavaş bir ölümle tünel mezarları olmuş. İşgalci denizi, havayı ve karayı kontrol ettiğinde direniş ne anlama gelir? Yerin altına inmek denen şey tam da budur. Yürüyüş artık sürünmeye dönüşüyor. F16’lar başlarımızın üzerinde uçuyor ve günleri bölmeye devam ediyor, buranın hâkiminin kim olduğunu hatırlatarak. Yerel insanlar onların başlarına ulaştığında koku dayanılmazdı, çalıştıkça ölüm tükürdüler, sonunda adamlar çıkarıldı, anında battaniyelere sarıldı, izleyenlerin, her suçun, her ölümün, her sonranın buradaki şahitleri olan kişilerin gözleri önünde.

Belki yüz kişilik bir grup, sevdiklerinin yanında ambülânslara doluşmaya çabalıyor, beyaz plastik torbalara feryat ederek, ağlayarak, ağıtlar düzerek. Bir oğlan çocuğu, 8 var yok, yaşadıklarıyla yüzüne yaşlılık kazınan, bir adamın sesiyle bağırıyor “Hasbin Allah u ve Nimel Vekil”, “Allah onları yargılayacaktır”. Fakat İsrail işgal kuvvetlerini, Gazze’de birbiri ardında savaş suçu işleyen askeri ve siyasi liderlerini kim yargılayacak? Bu biz olmalıyız. Vicdanımızı ve insanlığımızı yüklenmeli ve yargımızı eyleme dönüştürmeliyiz.

Dün; yıkımın, kitlesel acının, parçalanmış bedenlerin, cansız varlıkların ve caddelerdeki, evlerdeki, camilerdeki, ambülânslardaki ve hastanelerdeki dehşetin bulanık hızlı bir sarımıydı. Dün, insanların fiziksel olarak parçalandı ve bugünde hala öyleler, birçoğu Fransa, Mısır ve İsrail’deki yoğun bakım ünitelerinde iyileşiyor. Bu katliama ortak olan ve sessiz kalan bu devletler, parçalananları içlerine alıp sonrasında birleştirip, öldürme bölgesine, tekrar gardiyanların vurabileceği, yarıp geçebileceği ve onları herhangi bir anda tekrar parçalayabilecekleri hapishaneye geri gönderiyor.

İşkence ve Rahatlama

Irak’ta Saddam Hüseyin diktatörlüğü altında, insanlar hastanelerin bodrum katlarında işkence gördü, yakıldı, sakat bırakıldı, parçalandı. Sonrasında tekrar üst kata alınarak tedavi edildi, tekrar birleştiklerinde, deriler tekrar çıktığında aynısı onları bekledi, tekrar alta indirilip, tekrar işkence edildi. Tedavi kendi içerisinde alaycı, geçersiz ve aykırı bir süreçti zira tedavi parçalanmanın tekrarının izleneceğine dair uzaktaki belli belirsiz bilgiydi. Bu tarz toplu işkence burada da uygulandı ve buna izin verenler ve bu yıkım çevrimini durduracak şartları yaratmayanlar da aynı suça ortak. İnsanlar bu travma içerisinde geri dönüştürülüyor, nesilden nesle, yeni silahlarla, yeni kimyasallarla, yeni hapishanelerle ve İsrail işgaline desteğini, sessizliğini ve suç ortaklığını sürdüren uluslararası toplumun yeni yollarıyla.

Aileler şimdilerde ellerinde dizüstülerle gelen sosyal görevlilere ve delegasyonlara aşina. Ben de bu yürüyüşe katıldım, yüzlerce gazeteci ve insan hakları çalışanın yürüyüşüne. Kızıl Ay, Kızıl Haç, Birleşmiş Milletler görevlileri, aynı soruları soruyor, aynı detayları not ediyor, aileleri geçici sığınaklar için hazırlıyor, kırılmış pencereleri ve kapıları örtmek için muşambalar, battaniyeler, acil gıda yardımları, çadırlar, gaz ocakları veriyor. Herkes onlardan, herkes bizden bekliyor: aynı yardım ajansları ve vakıfların taze davalar açmak için masalar açmalarını ve son imhadan sonra inşa edilen aynı merkezleri, karakolları, hastaneleri yeniden yapmalarını. Yıkım ve yeniden inşanın geri ve ileri sarım çevrimi, dün ve yarın toplu olarak enkaza dönüşmesi beklenen ve ardından gelen, yine ve yeniden gelen yavaş bir inşanın çemberinde bulanıklaşıyor. “İnsan hakları” görevlilerinin ve çılgınca taziye ve şokla alınan ifadeler ile notların, andan anda, yıldan yıla, “Hepsi boş, yaz fakat ne değiştirecek ki? Hepsi boş?” cevaplarıyla karşılanması şaşırtıcı değil. Burada travma sonrası stres rahatsızlığı yoktur zira burada gerçek travma “sonrası” diye bir şey yoktur. Travmatik olaylar burada sürekli olur, insanlar bir sonraki saldırıya kendilerini hazırlarken, bakarken ve beklerken acı ve imdat işlenmez-kalır.

Parçalar

İnsanlar sevdiklerinin parçalarıyla ve kısımlarıyla geride kaldı, hem kelime anlamında hem de anılarda. Cep telefonlarındaki beyaz çarşaflara sarılı ve üzerlerine ellerin ve gözyaşlarının döküldüğü, gerçek zamanlı taze gözyaşlarının paylaşıldığı sevdiklerinin son değerli görüntüleri elden ele dolaşıyor. Tıpkı Beit Lahiya-Şeyma’daki evlerinin kapısı önünde sabah çaylarını içerken tank mermisiyle vurulan Ebu Sultan, Abbas ve Susa ailesinde 5 kişi gibi. Sağlık ekipleri, evlerinin dışında kanla 1,5 saat onlara ulaşamadı. 22 yaşındaki Esma Ebu Sultan, babasının, kardeşinin ve amcasının kanamadan ölmelerini izledi: “Bu dev patlamayı duyduğumuzda sabah 10.30’tu, evimizde hep beraber çay içiyorduk. Amcamı kapıda gördüm, yaralıydı, içeri girdik. Onları gördüm, göğüsleri yoktu, elleri yoktu, birisi hala nefes alıyordu. “Abi kalk” dedim, ona lütfen kalk, ölme diyordum, şahadet getirmeye başladı ve sonrasında baban öldü dedi. Canı dışarı akıyordu, yüzünden kan süzülüyordu, yine de canlıydı ancak ambülâns getiremedik çünkü sürekli bombaladılar, herkese yardım etmesi için yalvardık, yarım saat sonra kalbine aldığı şarapnel yaralarından öldü”.

Parçalar. Bir öğleden sonra, bu savaşın dünlerinde, Gazze Şehri’nde bir araç bombalanması çağrısı aldık. Filistin caddesine doğru, Ehli el Arabi Hastanesine yakın aydınlık ışık altında olay yerine vardık. İki yaralı alınıp götürülmüştü. Araba ezilmiş dilim dilim bir hurdaydı. Nedense yangın yoktu. İri, kafası olmayan, hala kanayan bir adamı aldık. Kimse ona dokunmak istememişti, herkes ondan dehşete düşmüştü. Olay yerinden ayrılmadan önce, birisi benim elime Arapça, küçük plastik kimlik kartını ve başını tutuşturdu, sakallı bir yüzdü, 30’ların sonlarında, canlıyken alınmış gibiydi, güçlü görünüyordu. Ambülâns yıkık caddelerden zıplarken elimden bırakamadım, arkamızdaydı, elsizdi, parçalanmış bacakları açıktı, sıska bir sedyenin üzerindeydi, iki elimle birden kavradım, bırakamadım, bir elim sedyenin bir tarafına sarılı, birbirlerine bastırdım, onu bir şekilde bedenine yakın tutmaya çabalayarak.

Birkaç gece önce, arkadaşım ve 9 yaşındaki oğlu Abit’le Beit Lahiya’da mum ışığında oturdum. Ona insan vücudunu, beynini, boşaltım, kas sistemini anlatan, insan gözünün, kalbinin, damarlarını ve kapakçılarını gösteren parça parça kartlar getirdim. Abit onlara dokundu, mum ışığında mutfak masasının üzerine yaydı, bunlar, gördüğüm dışarıdaki bedenlerin, Gazze’nin caddelere dökülmüş bedenlerin parçalarıydı. Burada onun ellerindeydi, önümüzdeki masanın üzerinde, tek boyutlu bir renk içerisinde. Şarkı söylemeye başladı, “Dayanacağız, dönmeyeceğiz geri, bu abluka altında, metin olacağız”. Sözleri arka arkaya tekrarladı, etiketlere dokundu ve mum ışığında oynaştırdı, uyuklamaya başlayana kadar şarkı söyledi. Babası, “Kalk ve uyu” dedi, onu öptük ve gitti.

Herkes burada işgal edilen hayatların parçalarını toplamaya çalışıyor, dünün saldırıları ve ailelerinin birbirlerinden koparılması, tekrar birleşmesi, inşası, yeniden bir araya gelmesi yıllar alacak.

Dün tekrar yaşanabilir. İnsanlar, İsrail’in saldırılarını daha da arttırdığı, daha ileri gittiği, daha fazla kurşun döktüğü bir yarın bekliyor. Bazıları bunun daha derin bir savaşın provası olduğuna inanıyor, İsrail’in kazandığı bir turnusol testi olduğuna çünkü 21 günlük saldırılar boyunca uluslararası toplum İsrail’in bombalaması ve kısıtlama olmadan öldürmesi için yeşil ışık yakmaya devam etti. Oyunun sonu, uysal, pasifleştirilmiş bir Gazze, İsrail’in kontrolü altında zayıf bir Filistin Yönetimi ya da görülebilirse boşaltılmış bir Gazze, İsrail’den gelen kanundışı öldürmeler ve sürpriz istilalar gibi provokasyonlarla somutlaştırılan, sonunda direnişten gelen roket atışlarıyla cevaplanan ve arkasından gelen büyük bir saldırı ve halkı güneye doğru Sina ve Mısır hamiliğine sürülüşü, yeni kamplar ve halihazırda sürgün ve hükümdarlık yoluyla birçok kez çizilen haritanın yeniden çizilişi.

Dün tekrar yaşanabilir, buradaki insanların 60 yıldan fazla süredir çabaladıkları yarın hala karanlık, hala uzak, hala yaşatılan fakat buradaki abluka altında katlanılan acının ortasında hayal edilmesi çok daha zor. Yapabileceğimiz fark bugünü yakalamaktır. Dehşet, mahrumiyet ve şokun burada birbirine dolandığı dün ile ibadet ederken, yürürken, otururken, ayaktayken, iyileşirken, savaşırken insanları öldüren ve aynı tedhişi yeniden üreten, geri dönüştüren, aynısının daha fazlasını getirebilecek yarın arasındaki fark bizim bugünümüzdür.

Bugün

Birçok insana, arkadaşlara, taksi şoförlerine, doktorlara, polislere, bu ay İngiltere Brighton’daki EDO-MBM Technoligies’e yapılan eylemi anlattım. EDO, F16’lar için bomba atma mekanizmaları üretir. Eylemciler,  Filistin halkına karşı savaştaki ve özellikle de Gazze halkını öldürmedeki suç ortaklığı nedeniyle tesisin hizmetine son verdiklerini açıklarken kendilerini kameraya aldılar. Eylemciler bilgisayarları pencerelerden aşağı atıp malzemeleri parçaladığında bir çeyrek milyon sterlinden fazla hasar oluştu. Onlar direnişlerini güçlü ancak sembolik caddelerden İsrail’i silahlanmasından sorumlu olanların ofislerine taşıdı, onların işlerini fiziksel olarak kesintiye uğrattı. Üçü hala hapiste tutuklu duruyor.

Bu eylemi insanlara anlattığımda, onların yüzünde daha önce uluslararası dayanışma hakkında konuşurken rastlamadığım bir ifade gördüm. Bir tür saygıydı, ağaran bir gülümsemeydi, şaşkın bir gurur hissiydi, burada ziyadesiyle yaşayan cehennemleri ve kan feragati ile dünyanın öteki tarafında rahat mekânlardaki insanların, kendileri için yaptıkları feragatleri arasında denge sağlamak için ifa edilen ince bir hamleydi.  Çocukları F16’lar tarafından uçurulan aileler yapabilseler burada ne yaparlardı? Eğer çocuklarımız savaş uçakları tarafından koparılsa ve bu silahların nerede üretildiğini bilsek ve bu silah satıcılarına karşı çıkabilsek ve çocuklarımızı öldürmelerinden sorumluları silahlandıranları durdurabilsek ne yapardık? Onları durdurmaz mıydık, caddelerden bu ölümlerin, yarının ölümlerinin yapıldığı fabrikalara, ofislere ve tesislere taşınan hamleyi yapmaz mıydık, onları silahsızlandırıp, öldürme yollarının üretiminin yapıldığı fiziksel kökleri kurutarak hayatları kurtarmaz mıydık? Hayatları orada kurtarın ki buradaki yorgun ve abluka altındaki doktorlar, tüm handikaplara ve ürkütücü şartlara rağmen çabalamak zorunda kalmasın. Dışımızdaki uluslararası kanunu uygulanması için zorlamalıyız çünkü bunu bizim için yapacak başka kimse yok. Buradaki insanlar dayanışma eylemlerinin daha da ileri gitmesini istiyor, çok daha ileri gitmesine ihtiyaç duyuyor.

Buradan bir arkadaş, saygın bir entelektüel ve eylemci, savaşın arasında pejmürde çabalayan, söyleşiden söyleşiye koşan, yazı arkası yazı yazan, direniş makaleleri kaleme alan, dün gece başarısızlığından dem vuruyordu, yeterli yapamadığından. Tüm hepimiz için direnişin ölürken, kurban olurken, en büyük bedeli öderken o ne yapıyordu? Rahat bölgesinde oturarak rahatlatma yazıyordu, kendisine ve kendisi için, daha iyi ve güçlü hissetmek için yazıyordu fakat kelimeleri nereye ulaşıyordu? Yazdığı ve konuştuğu kelimeler ile ölümü ve işgalci kuvvetleri durdurulması arasındaki ilişki neydi? Che Guevara’nın bütünlüğüne bakın, bir doktor, bir yazar, bir savaşçı, tam bir adamdı ve peki o neydi, bir akademisyen, bir eylemci fakat bir silah ya da bir bedeni tutamayan? Asıl sorulması gereken “yeterli” neydi ve biz “yeterli” ne yaptık olmalıydı.

Sınırlarımız ve “Yeterli”

 “Yeterli” görecelidir, “yeterli” özneldir ve aşırı derecede kişiseldir ancak ezici suçluluk duygusunu atmak için yapılan farazi bir girişimdir. Acizliğin ve etkisizliğin başarısızlık hissiyle ve değişime tesir edecek hareketler ile yolların kurulma çabasının suçu, hepimizin sırtındadır, tüm dünyanın sırtındadır. Bence yeterlinin farazi tanımı, sınırları aşmak, mümkün olanın bize ait sınırlarının ötesine geçmek olmalıdır.

Ne yapıp ne yapamayacağımıza dair bize ait sınırlar, diğerleri tarafından yazılmış ve bizim tarafından benimsenmiştir. Şiddetle yoluyla yeniden-kazınan ve gözaltı, hapis ve hayatı yaşanır kılan her şeyden feragatle tehditle yetkililer tarafından kalınca çizilen sınırlar. Sevdiklerimizle iletişim, hareket özgürlüğü, doğal çevremizle olan etkileşimimizle duyularımızın doğal uyarımı, kimlik algısı, hepsi radikal olarak kesilir ve esaret yoluyla altı boşaltılır. Ölüm, son çizgi, mutlak güç tarafından silahlı ya da silahsız direnişe cüret edenlere dayatılan son durak, insansız hava araçlarının füzeleriyle yere geçirilerek öldürülen ve sonlandırılan hayatlar. F16’lar insanlarla dolu evleri patlatıyor. Sona erdi. Hepsi bitti. Hayatları altına bir çizgi çekildi. Fakat bizim çizgilerimiz nerede? “Yeter” sonsuza uzanan bir ufuk çizgisidir, sınırı hep ilerimizdedir fakat kendi korku sınırlarımızı geçmeden değişime etki edecek kritik kütle olabileceğimiz yere asla yakın olamayacağız. 

 “Yeter” daha fazla yapabileceğinizi ve daha önce girmediğiniz eylem alanına bir adım atabileceğinizi bildiğiniz ve yaptığınız andır. “Yeter”, kendinizi zorladığınızı, acı vereceğini bildiğiniz feragatleri yaptığınız ve riskleri aldığınız, ağır gelebileceğini, tüm hayatınızı sonsuza kadar değiştirebileceğini bildiğiniz fakat yaptığınızdır. Eylemlerinizin potansiyel sonuçlarını bildiğiniz fakat korkularınızla yüzleşip bir adım ileri attığınız zaman, kendi çizginize adım atmış olursunuz. İlk kez caddelere gösteri için çıktığınız zamandan, dünyaya bir silah, bir uçak fabrikasını ya da imkan sağlayan bir yerleşkeyi durdurduğunuzu anlatmak için bir sandalye kapıp üniversitenizde bir barikat oluşturarak ve bunu yaparak, bize ait korku, çekince ve kaygı sınırlarımızı aşmak zorundayız. Hareketlerimizi ileriye doğru, insandan insana, gruptan gruba, partiden partiye, ağdan ağa taşıyabiliriz. Sınırlarımızı aşarak ve buradaki kayıp, yıkım ve akan yoğun kanla karşılaştırıldığında küçük kurbanlar vererek yapabiliriz.

Doğrudan eylem, grev eylemi, yaygın işgaller, Filistinliler tarafından ilk intifada da kullanıldı. Tümü bizim uluslararası hükümetlerimiz tarafından meşru kılınan İsrail’in karşı abluka, yoğun işgal ve ağır askeri kıyımı tarafından ezildi. Karşı-kıyım hiçbir azalma emaresi göstermiyor.

Savaş sınırlarımızı yeniden çizmeli ve ötesine geçmeliyiz. Yapmak isteğimiz “yeterli” olanı yapmak ve olmak isteğimiz “yeterli” için. Vicdanlarımız ve tarihimiz bunu bizden talep ediyor. Bu yeterli değil ve başkaları tarafından bizi yargılamak için yazılan yeni tarih için çok geç olacak, kendimizinkini yapmak zorundayız. Bizi yargılayacak Tanrı olmayacak, bizi yargılayacaklar Filistin’deki ve uluslararası toplumdaki kız ve erkek kardeşlerimiz, dullar, yetimler, çocuksuz aileler ve ölülerin ardından yaşamak zorunda olanlar olacak.

Dünün kendini tekrar etmesine dayanamayız. Yarın bize gelene kadar da bekleyemeyiz. Dün ve yarın arasındaki bugün intifadamızı kurmalıyız. Dayanışma intifadamız gösterilerin ötesine geçmeli ve doğrudan eylemle Boykot, Tecrit ve Yaptırım (BDS) politikaları uygulanmalıdır. BDS kampanyası 135’ten fazla Filistin halk organizasyonu tarafından 2005’te başlatıldı. Bu çağrı büyütülmeli, uluslara yayılmalı ve İsrail’in uluslararası kanunları ihlal etmesine ve insanların hayatlarını söndürmesini sağlayan firmaları ve kurumları hedef almalı. Doğrudan eylemle, İsrail’in genel silahsızlandırılmasıyla ve gerçek halk demokrasi hareketiyle, hep beraber “yeterli” olana ulaşabiliriz. Henüz olmamış olana etki edebiliriz, yarın olacağı değiştirebiliriz. Bu bizim intifadamız, bu bizim bugünümüz. 

Eva Jasiewicz, deneyimli bir gazeteci, topluluk ve sendika organizatörü ve dayanışma çalışanıdır. Gazze’ye Özgürlük Hareketi’nin Gazze Projesi koordinatörlüğünü yürütmektedir.

Çev: Oğuz Eser / timeturk

 



Bu haber 413 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,744 µs