Abdülhamit Bilici
0 0 0000
Türkiye'nin kaybettiği üç lüks
Sadece Amerika'ya değil dünyaya da sevimsiz bir miras bırakan George W. Bush, seçim kampanyasında ABD'nin dünyaya fazla açıldığını ve seçilmesi halinde daha çok içe döneceğini vaat etmişti.
Clinton yönetiminin Somali ve Haiti gibi ülkelere yaptığı müdahalelere "maceracılık" diyen Bush, aynen şöyle diyordu: "Bir ülkeye girip, şunu yap, bunu yapma demek, ABD'nin dünyada oynaması gereken rol değildir."
Evdeki hesap çarşıya uymadı ve Bush itiraz ettiği şeyleri yapmaya başladı. Başkanlığının ilk yılında patlayan 11 Eylül hadisesi ve yol açtığı travma, her şeyi öyle altüst etti ki, dış angajmanları azaltıp içeride biriken sorunlara eğilmeyi vaat eden Bush, ABD'yi iki savaşa soktu; savaş harcamalarını zirveye çıkardı; yol açtığı devasa bütçe açıklarıyla ekonomiyi perişan etti; Ebu Greyb'den Guantanamo'ya döneminde yaşanan insanlık dışı skandallarla Amerika'ya dünya çapında nefreti zirve yaptırdı.
Amerika'yı her açıdan iflasa sürükleyen Bush yönetiminin dünyaya bakışını özetleyen en önemli slogan, "Ya benimlesin ya karşımdasın" idi. Griyi ve diğer ara renkleri reddeden bu bakışa göre, dünya dostlar ve düşmanlardan oluşuyordu.
Ülke içindeki problemlere öncelik verme hayali kurarken en agresif dış politika izlemek zorunda kalan Bush'un karşı karşıya kaldığı bu tablo, sizin niyetlerinizden bağımsız olarak şartların ve konjonktürün her şeyi nasıl tersyüz edebileceğini gösteren gerçek iyi bir örnek.
Aynı dönemde Türkiye, dış politikada Bush doktrininin tam tersini hayata geçirdi. Amerika ne kadar dünyayı, siyah beyaz diye ikiye bölüyorsa, Türkiye birbirine taban tabana zıt kutuplarla aynı zamanda iyi ilişkiler geliştiriyordu. Konjonktürün de büyük desteğiyle geçtiğimiz dönemde Türkiye, belki de tarihinde çok az rastlanacak biçimde çok önemli 3 lüksü yaşadı.
Birinci lüks, Batı ile Doğu arasında seçim yapmak zorunda kalmadan her ikisiyle de ilişkilerini geliştirdi. Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerine başladığı yıl, İslam İşbirliği Teşkilatı'nda ilk kez aday gösterdiği Ekmeleddin İhsanoğlu, genel sekreterliğe seçildi. Irak Savaşı'nın yol açtığı sarsıntıya rağmen ABD ile ilişkiler normal bir biçimde sürdürülürken, Washington'ın 'şer ekseni' diye nitelediği Suriye ve İran ile yakınlaşma her yıl biraz daha artıyordu. 11 Eylül yüzünden medeniyet, kültür, din kavramlarına vurgunun arttığı bir dönemde, Türkiye'nin Batı ile ilişkileri özellikle İslam dünyası ve Ortadoğu'daki cazibesini artırırken, İslam dünyasıyla iyi ilişkileri de Batı'nın gözündeki rolünü güçlendiriyordu.
Brezilya ile birlikte yürütülen İran Tahran nükleer girişiminin sabote edilmesi; Ankara'nın da buna tepki olarak BM'deki yaptırım oylamasında ABD'ye rağmen İran lehine oy kullanması, NATO ile füze savunma sistemi pazarlığında Türkiye'nin elini zayıflatırken, bağımsız dış politika söylemine uyuşmayan çok kritik tercih yapmak zorunda bıraktı. Türkiye hâlâ önceden yaptığı gibi hem İran hem NATO ve ABD'yi bir arada taşımayı istiyor; ama iki taraf açısından da bu pek mümkün değil.
Türkiye'nin ikinci lüksü, hem Araplar hem İsrail ile aynı anda iyi ilişkilere sahip olmaktı. Bu, her iki taraf nezdinde de Türkiye'nin cazibesini artıran bir karttı. Üstelik İsrail'le Ankara arasındaki ilişki, 1990'ların sonunda olduğu gibi ağırlıklı olarak İsrail'in önceliklerine hizmet eden, Türkiye'yi İslam dünyasında itibarsızlaştıran edilgen bir ilişki değildi. Her iki tarafla da iyi olmak, hem Suriye-İsrail hem Filistin-İsrail ekseninde Türkiye'nin rolünü güçlendiriyordu. Bu ilişki, Arap sokağında Türkiye'ye ilgiyi azaltmadığı gibi, İran ile ilişkilerin geliştirilmesinde bile sorun olmuyordu. Önce İsrail Başbakanı Olmert'in, Suriye ile yürüttüğü barış girişimine odaklanmış Başbakan Erdoğan'ı hayal kırklığına uğratan Gazze saldırısı; sonra 'one minute' olayı ve ardından Mavi Marmara trajedisi, bu lüksü sone erdirdi.
Geçtiğimiz dönemdeki üçüncü lüksü ise özellikle 'Arap Baharı' denen süreç başlayana kadar Ortadoğu'da yaşıyorduk. Türkiye bir yandan Mübarek'ten Esed'e otokratik rejimlerle ilişkilerini geliştirirken, diğer yandan halklar gözünde ekonomik başarısı, demokratik dönüşümü, sivil toplumu, Batı'da ve Doğu'da saygı uyandıran proaktif dış politikasıyla model olarak görünüyordu. Türkiye, rejimlerle halk arasında tercih yapmak zorunda değildi. Bu sayede ekonomik ilişkiler gelişiyor; Türkler ve Araplar karşılıklı birbirlerini tanımaya başlıyor; Türk dizileri Arap kanallarında reyting rekorları kırıyor, buzlar hızla eriyordu. Arap Baharı, Türkiye'nin bu lüksünü elinden aldı. Artık Esed, Mübarek, Kaddafi gibi otoriter liderlerle, özgürlük isteyen halkları arasında tercih yapmak zorundaydı.
Bugün Suriye'de ve başka alanlarda yaşadığımız krizler, büyük oranda yaşanan bu büyük değişimin sonucu. Bu tablonun ne kadarı konjonktürün, ne kadarı yapılan tercihlerin sonucu tartışılabilir. Sebep hangisi olursa olsun, bu tabloyu iyi analiz etmek ve değişen şartlara göre yeni konseptler geliştirmek şart.
zaman
Bu yazı 1,683 defa okundu.
Diğer köşe yazıları
Tüm Yazılar
-
25 Eylül 2012
Ankara'nın Suriye'ye bakışı
-
1 Eylül 2012
İran'a Mursi tokadı!
-
14 Ağustos 2012
Suriye kimin meselesi?
-
7 Ağustos 2012
Başbakan da 'terörist' oldu!
-
28 Temmuz 2012
Yüksek riskli Suriye politikası
-
24 Temmuz 2012
Suriye nereye gidiyor?
-
14 Temmuz 2012
"Derin devlet"
-
10 Temmuz 2012
Türkiye'nin kaybettiği üç lüks
-
3 Temmuz 2012
Ortadoğu için hangi Türkiye?
-
26 Mayıs 2012
Gül'ü kaçıran Google aracı!
-
21 Nisan 2012
Neden Batı Çalışma Grubu?
-
13 Mart 2012
Abant'ın 4 mesajı!
-
4 Şubat 2012
Araplar bilmez, biz biliriz!
-
24 Ocak 2012
Obama'yı vur, İsrail'i koru!
-
14 Ocak 2012
Silivri boşalsın, Türkiye rahatlasın!
-
24 Aralık 2011
Fransa'ya en iyi cevap
-
29 Ekim 2011
Keşke Başbakan da okusa!
-
27 Kasım 2010
Psikolojik harekâta dikkat!
-
30 Haziran 2010
AK parti'yi kaybetmenin sifreleri!
-
28 Kasım 2009
Davutoğlu Yeni Osmanlıcı mı?
Yorumlar
+ Yorum Ekle