En Sıcak Konular

Yasin Aktay


Yasin Aktay
0 0 0000

Güç ve ahlak sorunu



Daha önce fark mı etmiyorduk, yoksa gerçekten kadınlara yönelik şiddet her geçen gün daha da mı artıyor?

Bir istatistiğe göre son yedi yıl içinde kadınlara yönelik cinayetlerin sayısında yüzde 1400 artış olmuş. Buna mukabil aynı dönemde cinsel taciz suçlarında yüzde 30 artış olmuş. Ayşe Paşalı, Tuğba Dilek, Arzu Yıldırım, Ünzile Çalışkan gibi medyada boy boy haber olan cinayetlerin yanısıra bu istatistiğe göre neredeyse her gün benzer özelliklere sahip üç cinayet işleniyor.

Kadın haklarına yönelik toplumsal bilinç düzeyinin nispeten daha fazla arttığı bir süreçten geçiyoruz oysa. Bu süreç kentleşme, refah seviyesinin artışı ve kadanın toplumsal hayata daha fazla katılmasıyla belirlenmiş güçlü sosyolojik zeminler üzerinde cereyan ediyor. Bu sosyolojik gelişmelerin kadının toplumsal statüsünde, ekonomik bağımsızlık seviyesinde yol açtığı artışa mukabil kadının şiddete maruz kalmayacak şekilde güçlenmiş olması da beklenir.

Üstelik bu esnada yapılan siyasal düzenlemeler kadının şiddete karşı korunmasına yönelik çok daha belirlenmiş sınırlar tayin ediyor. 12 Eylül referandumunda kadınlar lehine pozitif ayırımcılık doğrultusunda yapılabilecek düzenlemelerin anayasanın eşitlik ilkesine uymadığı gerekçesiyle itiraz edilememesi anayasal bir güvenceye bağlandı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı konu üzerinde hassasiyetle duruyor. En son Bakan Fatma Şahin'in kadına yönelik şiddet eğilimi tespit edilenlere elektronik kelepçe düzenlemesi teklifi bu yönde genel olarak ne kadar güçlü bir duyarlılığın gelişmiş olduğunu da gösteriyor. Şahin'in bu konudaki teklifi ve girişimleri toplumun kadın-erkek her kesiminden büyük takdir ve destek topladı.

Yani kadına yönelik şiddet sözkonusu olduğunda aslında hiç bir cinsiyet ayırımı olmadan aynı ölçüde büyük bir nefretle karşılanıyor. Kadının statüsü geçmiş zamanlara nazaran çok daha fazla kazanım elde ediyor, yani toplumsal statüsü yükseliyor, sosyal hayata ve istihdama katılımı giderek artıyor, ne var ki. bütün bu artış aynı zamanda kadına yönelik şiddetin artışıyla da paralellik arz ediyor. Aslında üzerinde durmamız gereken asıl büyük paradoks bu.

Kadına yönelik şiddetin artışını cinsiyetçi bir açıklamayla geçiştirmek mümkün değil. Bunu yapmak bir çok feministin hoşuna gidiyor olabilir ama doğrusu şiddet ile cinsiyet arasındaki ilişki yüzeysel ve tepkisel değerlendirmeler dışında hiç de doğrulanabilecek bir ilişki değildir.

Doğrusu kadının statüsünün artışı ile karşılaştığı şiddetin artışının ilk akla gelebilecek açıklamalarından biri geleneksel cinsiyet rolleri ile yeni cinsiyet rolllerinin çatışmasıdır. Tek tek her örnekten yola çıkarak değil de toplamda bu rollerin farklı kültürel kodları tahrif ederek harekete geçirdiği söylenebilir.

Bu şiddet artışının daha spesifik sebeplerinden biri de medyada sergilenme biçiminin oynadığı reklam rolü. Bu rol başka vakalar için tetikleyici olabiliyor. İntihar vakalarının artışında bu rolün etkisi kesin olarak tespit edilmiştir. Hiç intihar vakası yaşanmamış bir yerde bir vakanın yaşanmasının akabinde diğerleri de sıradaymış gibi arka arkaya yaşanıyor. Marilyn Monroe'nun intiharını izleyen ay içinde (1962) Amerikan tarihinde en yüksek intihar oranları tespit edilmişti. Bu intiharların hiç biri de Monroe'ya üzüntüden kaynaklanmıyordu, her biri kendi hikayesinin peşinde ama muhtemelen Monroe'nun intiharından etkilenerek tetikleniyordu. 2000 yılında yaşanan Batman intiharlarında da daha sonra Kastamonu ve başka yerlerde yaşanan bir dizi intihar vakasında bu etki açıkça görülüyordu. Kadına yönelik şiddetin neredeyse birbirini kopyalayarak cereyan etmesi de bu etkiyi akla getiriyor.

Geçtiğimiz hafta içinde Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez'in Diyanetin Kadın Kolları iftarındaki konuşması şiddetin gerçek kökeni konusunda cinsiyetçi açıklamayı aşan çok daha yerinde bir teşhis ortaya koyuyordu. Görmez, "bu olayların cinsiyetle açıklanması mümkün değil" diyordu, aksine "sorun basitçe bir güç ve ahlak sorunudur". Güçlü olanların kendilerinden daha zayıf olanlara nasıl davranmaları gerektiği hususunda tabi olmaları gereken güçlü bir toplumsal ahlakla ilgili bir sorun. Erkek kadından ona karşı fiziksel şiddet uygulayabilecek kadar güçlü olduğunda bu gücünü ne kadar ve hangi nedenle kontrol etmeli?

Ünlü sosyolog Emile Durkheim, İntihar araştırmasında, kadınların şiddet vakalarında daha az yer almalarını, sanılanın aksine şiddete daha az yatkın olmalarına değil, güçlerinin az olmasına bağlar. Bu konuda bir dizi başka örnek arasında en önemlisi olarak kürtaj vakalarını örnek verir. Kürtaj vakalarında erkeklerin de müdahil oldukları durumlar olabilir ama büyük çoğunluğu kadınlar tarafından uygulanır ve kendini hiç bir şekilde savunamayacak canlılar çok kolaylıkla parçalanarak öldürülebiliyor. Demek ki sorun cinsiyetle ilgili değil Prof. Görmez'in de yerinde ifadesiyle gücü ahlakla kontrol etmekle ilgili bir sorundur. Herkesin bir şekilde kendisinden daha zayıf varlıklara karşı potansiyel olarak sahip olduğu bu güç hayırlı bir biçimde nasıl kontrol edilebilir? Bu güçten bir şiddet değil bir şefkat, merhamet ve adalet sadır olması nasıl sağlanabilir? Bütün mesele bu..

Ramazan tam da sahip olduğumuz bu gücü denetlemekle ilgili, bizden daha zayıf durumda olanları düşünmeyi bize öğreten bir eğitim süreci değil mi? Sahip olduğumuz hiç bir şeyin, hiç bir gücün aslında bize ait olmadığını, bize emanet verilmiş olduğunu ve bunları sorumluca, ama mutlaka başkalarını da düşünerek idare etmemiz gerektiği dersini almadan Ramazan'dan çıkmak mümkün mü?

Açlık içinde yaşamakta olan Somaliliyi, Afrikalıyı, Suriyeliyi, yanıbaşımızdaki komşuları veya uzak komşularımızı düşünmeden bir Ramazan yaşamış olur muyuz?

yenişafak

Bu yazı 1,268 defa okundu.






Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.





    Diğer köşe yazıları

     Tüm Yazılar 
    • 16 Temmuz 2012 Suriye bağlamında dış politika bilançosu
    • 9 Temmuz 2012 Suriye'nin geleceği Mısır'dan görünüyor
    • 30 Nisan 2012 YÖK'te Katsayı uygulaması mı hortlatılıyor?
    • 14 Nisan 2012 Soruluyor nitekim ve taşlar yerine oturuyor
    • 25 Mart 2012 Facebook devrim yapar mı?
    • 14 Ocak 2012 Darbelere karşı bile bir konsensumuz yokken
    • 9 Ocak 2012 Kafa karıştırsa da, halkın sesine kulak vermek...
    • 5 Aralık 2011 Konferanslar arasında Türkiye'nin değişen ufku
    • 14 Kasım 2011 Revaklar meselesi
    • 8 Ağustos 2011 Güç ve ahlak sorunu
    • 6 Ağustos 2011 YAŞ'ta hesaplaşma yerine helalleşme
    • 25 Temmuz 2011 Öcalan'ın anlama sorunu
    • 18 Temmuz 2011 Cahiliye
    • 25 Nisan 2011 Kalpsiz bir dünyanın kalbi: Kutlu Doğum
    • 14 Şubat 2011 Mısır'dan bakınca çeşitlenen Türkiye modeli
    • 31 Ocak 2011 Devrim dalgalarını sen, oyun mu sandın?
    • 24 Ocak 2011 Endişeler ve yaşanmış tecrübeler
    • 27 Aralık 2010 Almanya'ya işçi göçünün 50. Yılı
    • 20 Aralık 2010 Kürt meselesinde siyasetin dönüşü(mü)?
    • 22 Kasım 2010 İktidar hevesi

    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    3,505 µs