Hasan Cemal
0 0 0000
Bir Bekir Coşkun yazısı ve bazı düşünceler...
Yıllar çok çabuk geçiyor. 1991’ in sonbaharı olmalı. Türkiye genel seçimlere gidiyor.
İktidarda ANAP var, muhalefette DYP. Ana muhalefet lideri Demirel yükseliyor. Ben de Cumhuriyet’te Genel Yayın Yönetmeni’yim.
Seçim kampanyasının kızıştığı günler. Bir Rus helikopterinin içinde Demirel ve Cavit Çağlar’la birlikte Konya üzerinde uçuyoruz.
Demirel, Uzan’lara ait Star televizyonundan memnun değil. Mehmet Barlas’ın her akşam ekranda yaptığı yorumlara fena halde bozuk.
Star’ın sahibi Kemal Uzan’a helikopterden telefon ediyor. İktidara gelmek üzere olduğunu belirttikten sonra,(ki bir ay sonra Başbakan olacaktı Demirel) Barlas’ın yorumlarından hiç hoşlanmadığını münasip bir dille söylüyor Uzan’a...
İşte, 20 yıl önceki bir seçim döneminde Mehmet Barlas’ın Demirel’e muhalif sesi böyle susturulmuştu Star ekranında...
* * *
İstisnasız her devirde buna benzer örnekler yaşandı.
Siyasal iktidardan, genelkurmaydan, iş dünyasından gelen telkin ya da baskılarla ‘gazeteci milleti’nin bir ferdi kendini kapı önünde buldu.
Ne yazık ki öyle.
Örnek çok diye susup geçiştirecek miyiz? Kanıksanacak mı bu haller?
Elbette değil.
Bir köşe yazarının, bir gazete yöneticisinin, bir habercinin iktidar odaklarının bastırmasıyla işini kaybetmesi hiç kuşkusuz rahatsızlık vericidir, ürkütücüdür.
Bu gibi örnekler yaşandığında bazen ben de kendi vicdanımla başbaşa kalmışımdır.
Yazayım mı, yazmayayım mı?
Tepki koymak mı, susmak mı?
Yazdığım, tepki gösterdiğim örnekler vardır. Ama bazen de susmuşumdur. Sonra da bu suskunluğum kimi zaman benim vicdanımı rahatsız etmiştir.
Gazeteci dünyasında tepkiler genellikle işin ucu ‘kendi kampı’na dokunduğunda verilir.
Ne yazık ki böyledir.
‘Karşı kamp’tan birinin başına bir şey geldi mi daha çok susulur.
Oysa, bu durumda da susulmaması gerekir. Bu bakımdan ben kendimi de eleştirdim, kitaplarıma da yazdım bu özeleştiriyi...
Eğer ifade özgürlüğü diyorsak, özgürlükler düzeni diyorsak, bizim gibi düşünmeyenlerin sesi kısılınca da tepki göstermek bir demokrasi görevidir, kendi mesleğimize karşı bir sorumluluktur.
* * *
Bir ülkede siyasal iktidarların, başbakanların gölgesi basın üzerine, medya üzerine ne kadar çok düşerse, o ülkede özgürlükler düzeni, demokrasi o kadar çok yara alır.
Bu gölge bugün bizim ülkemizde yoktur diyebilir miyiz?
Dersek, inandırıcı olamayız.
Bu gölge konusuna Başbakan Erdoğan’ın zaman ayırıp düşünmesi, bu açıdan eksileri nedir mutlaka gözden geçirmesi gerekir.
Demokrasiyi kısıtlayıcı olan bu gölge konusu yalnız iktidar sahiplerini ilgilendirmiyor. Medya sahipleri de bu konunun ilgi alanı içinde yer alır.
Medya patronlarının eğer Ankara’yla iş ilişkileri fazla derin olmasaydı, başbakanların medya üzerindeki gölgesi bugünkü kadar koyu olabilir miydi?
Hayır olamazdı.
* * *
Şimdi biraz da gazeteci milleti olarak kendimize dönelim.
Bu köşede arada bir değindiğim editoryal anlaşma diye bir konu vardır. Gazetecilerle, özellikle gazete yöneticileriyle patronlar arasında gazete-patron ilişkilerinin temel ilkelerini saptayan bir mutabakattan söz ediyorum.
Türkiye’de hangi yönetici ya da yönetici kadrosu bugüne kadar böyle bir anlaşma yaptı gazete patronlarıyla?..
Hatırlamıyorum.
Eğer biz gazeteci milleti, kendi mesleğimizin temel ilkelerini yazılı olarak kendi patronlarımıza karşı savunur hale gelemezsek, medya sahiplerinin de, iktidar sahiplerinin de üzerimizdeki ‘gölgesi’ bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da hiç eksik olmayacak.
Gazeteci-patron ilişkilerinin çerçevesini çizen, gazetecilik ilkelerini gazete sahiplerine karşı da savunan ve “Gazeteyi gazeteciler yapar!“ diyebilen bir editoryal anlaşma hepimizi rahatlatır, tatsız sürprizleri de en aza indirir.
* * *
Son bir noktaya daha kısaca değinmek istiyorum. Bu da köşe yazarlarıyla, yani bizim meslekle ilgilidir.
Gazetede köşesi olan, her şeyi yazamaz, kendi başına buyruk olamaz. Irkçılık yapamaz, şiddet kışkırtıcılığı yapamaz, şiddeti övemez, başkalarını hedef gösteremez.
Darbeydi, muhtıraydı savunamaz.
Kimsenin kişilik haklarıyla oynayamaz, kimseye şu ya da bu nedenle hakaret edemez.
Ayrıca, patronla yaptığı sözleşmenin içerdiği bazı sınırlar da vardır.
Şimdi soruyu biliyorum:
Bunlara karar nasıl verilir ve kim verir?
Elbette tartışılabilir.
Ama bu da her zaman çok fazla karmaşık bir konu değildir. Neyin ne olduğunu ortaya çıkarmak biraz bilgiyle, biraz deneyimle, biraz vicdanla çok güç olmaz.
* * *
Bütün bunlar Hasan Cemal’in ‘romantik görüşleri’ mi?
Kimine göre öyle.
Ben aynı görüşte değilim. Bütün bunlar yapılabilir şeyler, hele bugüne kadarki ‘gerçekçi görüşler’le nerelere geldiğimiz apaçık ortadayken...
Farkındayım, söz uzadı.
Bekir Coşkun‘un Habertürk gazetesindeki köşesinden olması, eski bir dost ve bir meslektaşı olarak beni de üzdü ve rahatsız etti.
Bunu kayda geçiriyorum.
Bu yazı 1,460 defa okundu.
Diğer köşe yazıları
Tüm Yazılar
-
16 Eylül 2012
Türkiye AB’nin, AB Türkiye’nin neresinde?
-
13 Eylül 2012
Ve soruyorum Ak Parti iktidarına...
-
7 Ağustos 2012
Özkök Paşa demokrasi adına bir şanstı!
-
12 Mayıs 2012
Ak Parti’yle kadınlar, başörtüsü sorunu ve Kürt sorunu...
-
18 Nisan 2012
Demokraside asker sorunu, sivil sorunu!
-
15 Nisan 2012
Suriye’de akan kan ve evimizin içi!
-
3 Nisan 2012
Suriye’de ben de tarafım!
-
27 Mart 2012
Zamanın ruhu ve dış konjonktür PKK’ya karşı!
-
21 Ocak 2012
İnsanlık ölmedi, karanlık sorgulanacak!
-
18 Ocak 2012
Sanık Kenan Evren, ayağa kalk!
-
20 Kasım 2011
''Dersimli okşanmakla kazanılmaz!''
-
18 Ekim 2011
Herkes ‘Atatürk milliyetçisi’ olmak zorunda mı?..
-
5 Ekim 2011
Ak Parti, CHP, BDP uzlaşması...
-
29 Eylül 2011
Ciğeri yanan Erdoğan’a, Öcalan’a...
-
27 Eylül 2011
PKK, BDP, Güneydoğu’dan haberler öyle ki...
-
22 Eylül 2011
Avrupa Birliği Türkiye'ye dürüst davranmıyor mu?
-
21 Eylül 2011
Düşen helikopterin beynini kim söküp aldı ?
-
7 Eylül 2011
Başbuğ Paşa da hesap vermek zorunda!
-
2 Eylül 2011
Erdoğan’ın askeri vesayetle mücadelesi...
-
6 Ağustos 2011
Kürt sorunu: Bardağın dolu ve boş tarafı!
Yorumlar
+ Yorum Ekle