Bu köşede dünkü yazım Türkiye’nin dış politikasıyla, “Türkiye Batı’dan Doğu’ya mı savruluyor?” sorusuyla ilgiliydi.
Buna yanıtım ‘hayır’dı.
Türkiye, Soğuk Savaş döneminde de Batı blokunun bir üyesi olarak Doğu’ya açılımlar yapmıştı.
Batı’da yer alırken, Doğu’yu da göz ardı etmeyen dış politika çizgisi, hem Türkiye’nin tarih ve coğrafyasından, hem de nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman bir ülke olmasından kaynaklanıyordu.
Şimdi buradan devam edelim.
Evet, Türkiye’nin ‘Doğu politikası’ eskiden de vardı. Ama bugün durum biraz daha farklı. Her şeyden önce Berlin Duvarı yirmi yıl önce yıkıldı, Soğuk Savaş eski bloklarla birlikte tarihe karıştı.
Ayrıca, ekonomisi özellikle 2000’li yıllarda hızla büyümeye başlayan bir Türkiye’nin siyasal istikrar ve demokrasi ortamına dönük ihtiyacı kendini her geçen yıl daha fazla hissettirdi.
Barış ve istikrar
Türkiye bu yüzden hem kendi içinde, hem kendi çevresinde barış ve istikrar arayışlarına hız verdi.
Üstelik, bu arayışların altında geçmişten farklı olarak taktiksel ve dönemsel değil, daha ciddi, daha sistemli ve kalıcı niyetler yatıyordu.
Kürt, Alevi, Ermeni açılımlarıyla ya da Irak ve Irak Kürdistan yönetimiyle, Suriye’yle yakınlaşma politikalarıyla, Rusya ve İran’a yönelişlerle Türkiye içeride ve çevresinde bir barış ve istikrar kuşağı yaratma siyaseti izlemeye başladı.
Şimdi soru malum:
Türkiye bu politikalarıyla Batı’ya, Avrupa Birliği’ne bir alternatif mi oluşturmak istiyordu? Hayır. Türkiye için Doğu’yla Batı birbirinin alternatifi değil, ‘birbirinin tamamlayıcısı’ydı.
ABD ile de, AB ile de ilişkilerinin iyi gitmesi, gelişmesi Türkiye’nin çıkarlarına uygundu. Ancak, Türkiye’nin çıkarları sırtını Doğu’ya çevirmesini de gerektirmiyordu.
Çizmeye çalıştığım bu genel çerçeveyi, Cumhurbaşkanı Gül’le Başbakan Erdoğan’ın son konuşmalarında bulmak mümkün.
Cumhurbaşkanı Gül önceki gün Slovakya yolunda gazetecilere yaptığı açıklamalarda, Başbakan Erdoğan ise dün partisinin Meclis Grubundaki konuşmasında, dış politikada herhangi bir yörünge değişikliğinin olmadığını kesin bir dille söylediler.
Erdoğan şöyle dedi:
“Avrupa Birliği hedefinden geri adım atmak, reformlardan vazgeçmek söz konusu değil. Yüzümüz Batı’ya, Avrupa’ya dönük ama Doğu’ya, Kuzey’e, Güney’e sırt çevirmemiz anlamına gelmez bu... Ve bütün bunlar Batı’nın alternatifi değildir, yedeği değildir. Hepsi birbirini tamamlar.”
Hem Cumhurbaşkanı Gül, hem Başbakan Erdoğan, her ikisi de, İran’ın nükleer silahlara sahip olmasına Türkiye’nin karşı olduğunu belirttiler. Erdoğan, nükleer silah konusunda adını anmaksızın İsrail’in de eleştiri paketine dahil edilmesine dair görüşünü tekrarladı.
Erdoğan’dan İsrail’e
İsrail’e yönelik bilinen eleştirilerini yineleyen Erdoğan özetle şöyle dedi:
“Gazze’de yapılanlar karşısında hakkı, hukuku, insaniyeti savunmak, dış politikada yörünge değişikliği olarak yorumlanamaz. Şimdi ben bu eleştiriyi yapıyorum diye İsrail karşıtı, Musevi karşıtı mı oluyorum? Hayır, öyle değilim. Antisemitizm’in bir insanlık suçu olduğunu ilk ben söyledim bir lider olarak... Bunun gibi İslamofobya’nın, İslam düşmanlığının da insanlık suçu olduğunun kayda geçirilmesi lazım. Müslümanlar arasından da, Museviler arasından da, Hıristiyanlar arasından da terörist çıkar. Ancak bu dinlerle terör yan yana konamaz.”
AB konusuna gelince...
Hem Gül hem Erdoğan, Türkiye’nin AB hedefinden sapmadığını, sapmayacağını belirtirken, özellikle Sarkozy ve Merkel politikalarıyla AB’nin Türkiye’de yaratmakta olduğu hayal kırıklıklarına da haklı olarak yine işaret ettiler.
AB’nin geleceği açısından bunun yanlış olduğunu söylerken, bir noktayı bir kez daha diplomatik bir dille de olsa vurguladılar:
Gelecekte Türkiye’nin AB’ye ille de mahkûm olmayabileceği...
Evet, AB’nin de bu gerçeği kafasının bir yerinde tutmasında yarar var.
Erdoğan’ın hatalarına gelince...
Dış politika ince ayar gerektirir. Hele bazı konuların kuyumcu titizliği ile işlenmesi ve çok dikkatli ve de özenli bir dille konuşulması şarttır.
Bu açılardan Erdoğan, özellikle İran’la İsrail arasında ‘denge’yi her zaman tutturamıyor. İsrail’e bazen fazla yüklenirken, İran’ı fazla kolluyor.
Böylece ölçü kaçıyor.
Bu da ciddi bir hata.
Evet, İsrail’in Filistin politikaları ve bu bakımdan Netanyahu-Lieberman ikilisinin aşırılıkları barış açısından mutlaka eleştirilmelidir. Ama bu yapılırken, İsrail’le Türkiye arasındaki mesafenin açılmasına da fırsat verilmemelidir.
Bu da bir yanlıştır.
Dış politikada ölçü ve denge meselesi önem taşır çünkü...
milliyet
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle