Ne yapılırsa yapılsın gerçekler yerinde duruyor. Üstelik gerçeklerin silah gücünden ya da dokunulmazlık zırhından falan korktukları da görülmüş değil.
Türkiye'de dokunulmazlığın sadece milletvekillerine, cumhurbaşkanına ait bir ayrıcalık olduğu sanılır.
Oysa Türkiye Cumhuriyeti'nde birçok kurum ve bu kurumlardaki bürokratların dokunulmazlıklarının yanında milletvekillerinin sahip oldukları dokunulmazlıklar devede kulak kalır.
Üstelik milletvekillerinin dokunulmazlıkları Meclis isterse ya da bürokrasi karar verirse bir gecede kaldırılabilir. Dokunulmazlığa sahip milletvekilleri birkaç saat içinde sıradan bir suçlu muamelesine tâbi tutulabilirler, tartaklanarak Meclis'ten çıkartılıp gözaltına alınabilirler. Haklarında onlarca yıllık cezalar dahi kesilebilir.
Ayrıca milletvekillikleri sona erince dokunulmazlıkları da kalktığı için kesintiye uğrayan bir yargı süreci varsa o da yeniden işlemeye başlar.
Netice olarak milletvekili dokunulmazlığı öyle kutsal bir şey değildir. Kişiye ömür boyu güvence, adeta kutsal bir dokunulmazlık sağlamaz.
Oysa bürokrasi için aynı şeyleri söylemek zordur.
Türkiye'de özellikle 1982 Anayasası ile getirilen darbe rejimi bu dokunulmazlık meselesini inanılmaz boyutlara vardırdı.
Sıradan yarı demokratik rejimlerde bile görülmedik bir bürokratik despotizm ve neredeyse kutsallık atfedilen bir sorumsuz dokunulmazlık sistemi oluşturuldu.
Türkiye'de milletvekillerine ve hatta son 'cumhurbaşkanı seçememe' olayında görüldüğü gibi Meclis'e dahi dokunulabilir, ama bazı kurumlara ve bu kurumların tepelerinde hüküm süren bürokratlara dokunulamaz. Hatta bunların bazılarına emekliliklerinde de dokunulamaz.
Örnek mi istiyorsunuz. Çok uzağa gitmeye gerek yok.
Şemdinli meselesini hatırlayın. Olayla ilgili Van cumhuriyet savcısının hazırladığı iddianemede adı geçen Orgeneral Yaşar Büyükanıt”ın yine iddianamede adı geçen 'asker kişilerden oluşan çete' ile ilgili olarak ifadesine başvurulması gündeme gelmişti.
Gerçi bu iddialarda bulunduğu için Genelkurmay'ın talebiyle meslekten çıkartıldı ama, unutmayalım yargılama bu iddianameye göre yapıldı.
İşte o günlerde şöyle bir durum ortaya çıktı:
Türkiye'de Genelkurmay başkanlarını, hatta duruma göre kuvvet komutanlarını yargılayacak bir Anayasa maddesi, yasa hükmü ve bir mahkeme bulunmuyor.
Kanunlar herkes için çıkartılıyor ama bazı görevler ve görevliler mutlak dokunulmazlıklara sahip kılındıkları için kimse o makamlara ve o makamlarda oturanlara dokunmak bir yana hesap dahi soramıyor.
1982 Anayasası'nı hazırlayan cunta bu konuda hiçbir ayrıntıyı ihmal etmedi.
Bu sayede bazı kurumlar ve makamlar dokunulmazlık açısından eskiye nazaran daha da donanımlı hale getirildi.
O kurumlar da hem bazı Anayasa ve yasa maddelerine dayanarak hem de bazı ilkelere, tarihi değerlere kutsallık atfederek, bu değerleri dokunulmaz ilan ederek zırhlarını pekiştirdiler.
Kendilerini uzun yıllar boyunca neredeyse erişilmez, konuşulmaz, tartışılmaz kurumlar gibi kamuoyuna sundular.
Hâlâ “Onlar ne yaparsa yeridir. Bu kurumların yaptıkları kesinlikle denetlenemez, hesap sorulamaz” deniliyor.
Bazı kurumlara mesela orduya, yargıya dokunulmak bir yana hesap dahi sorulamıyor. Bir süre öncesine kadar tartışmak dahi mümkün değildi.
Şimdi biraz tartışılıyor ama, bu bile hâlâ riskler içeriyor.
Çünkü tartışma açanlar, karşı çıkanlar ve hele eleştirenlere karşı bürokrasinin diğer mekanizmaları hemen çalışmaya başlıyor.
Çünkü biliyorlarlar ki bu eleştiriler ve ardından denetim talepleri bir yaygınlaşıp yerleşmeye başlarsa artık imparatorluk benzeri ilahi yetkileri (!) dokunulmazlıkları ve en önemlisi ulvilikleri kalmayacak. Sıradanlaşacaklar. Sorgulanacaklar. Denetlenecekler.
Olması gereken gibi olacaklar. Bu ise onların işine gelmiyor.
Bakın şu son olup bitenlere ve Genelkurmay bildirilerine.
Koskoca Genelkurmay bir gazetenin ABD muhabiri ile çekişiyor. Ben böyle bir Genelkurmay'a niçin saygı duyayım?
Genelkurmay, şu Hudson Enstitüsü'nde tartışılan Türkiye'ye ilişkin felaket senaryolarıyla ilgili haberler nedeniyle malum, klasik suçlamaya sığınıyor.
“Silahlı Kuvvetler yıpratılıyor” diyor. Olayı, 'olmamış' kabul etmemizi istiyor.
Dokunulmazlık zırhına sığınarak “Ben güçlüyüm. Dokunulmaz ve tartışılmaz olan benim. Öyleyse ben haklıyım” demek istiyor.
Şemidinli'de de öyle yaptı. Son gece yarısı bildirilerinde de öyle yaptı. Şimdi de bu dokunulmazlık zırhına sığınarak bir olayı, 'olmamış' kabul etmemizi istiyor.
Kusura bakmasınlar ama daha öncekilerde olduğu gibi bu mesele de ben onlara değil gerçeklere inanıyorum.
Ne yapılırsa yapılsın gerçekler yerinde duruyor. Üstelik gerçeklerin silah gücünden ya da dokunulmazlık zırhından falan korktukları da görülmüş değil.
Yeni Şafak
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle