En Sıcak Konular

Haşmet Babaoğlu


Haşmet Babaoğlu
0 0 0000

Merakım dindi, geriye pek bir şey kalmadı!



Dediler ki Takva, “sinemamızda bir devrim, bir milat”tır.

Dediler ki Takva, “manevi dünya ile kapitalizmin çatışmasının filmi”dir.

Dediler ki Takva, “çok tehlikeli ve provokasyona açık bir konuya özenli yaklaşımın en güzel örneğidir.”

Dediler ki senaryo, oyunculuk, dekor, ışık, hepsi harika...

Merak edilmez mi böyle bir film?

Hele Güven Kıraç ve Erkan Can gibi oyuncular varsa, koşa koşa gidilmez mi?

Gittim.

Oyunculuk etkileyiciydi gerçekten, dekor-mizansen-ışık güzeldi. Gerçekçilik için gösterilen özen gerçekten etkileyiciydi.

Ama ışıklar yanıp sinema salonundan çıkarken içim bomboştu...

Harcanan emeğe duyduğum saygıya rağmen film zihnimi kurcalamamış; kalbimi okşamamıştı.

Maddesi dolgundu ama sanki “ruh”u yoktu!

Neden peki?

***

Takva filmindeki koyu dindar tiplemeleri bugüne kadar Türk sinemasında gözlemlediklerimize hiç benzemiyor. Propaganda amaçlı “horlama” veya “yüceltme” mantığıyla yaklaşılmamış filmin karakterlerine. Bu doğru.

Takva filmindeki dergâh görüntüleri, zikir sahneleri, ibadet ritüelleri daha önce filmlerimizde rastladığımızın tam tersine, derme çatmalıktan, yalan yanlışlıktan uzak. Doğru.

Ancak bütün bunlar Takva’nın bir “sinema devrimi” oluşuna mı yoksa bugüne kadar benzer konuları ele alan filmlerdeki “ayıp”lara mı işaret eder, onu sormalıyız kendimize...

Doğrusu, ikinci şıktır.


***

Takva...

Arapça “korumak, himaye etmek” anlamındaki bir kökten gelen bu kavram, özetleyerek söylersek “Allah korkusu ile günahtan ve haramdan sakınma” anlamına geliyor. Tasavvufta “dünyadan el çekme, kendini ibadete verme” şeklinde bir yan anlamı da var.

Çocukluğundan beri çuvalcı Ali’nin yanında çalışan Muharrem (Erkan Can) bir gün bağlı olduğu dergâhın şeyhi tarafından tarikatın tahsildarı olarak görevlendiriliyor. Altına araba, üzerine takım elbiseler, eline lap-top ve cep telefonu tutuşturulup göreve salınıyor.

Muharrem tarikate ait 45 daire ve 30 dükkânın kiralarını toplarken hayatın gerçekleriyle tanışıp çarpılıyor. Yetmiyormuş gibi yaşı kırkına varmış ve hâlâ bekâr Muharrem’in erotik rüyaları da onu rahatsız ediyor.

Filmin amacı Muharrem’in günahla iç ve dış çatışmasını anlatırken bir yandan da o dünyanın atmosferini beyazperdeye taşımak...

Bir gün nedendir bilinmez, Muharrem üç kuruş para hesabını yapamıyor ve yine nedendir bilinmez, deliriveriyor.

Film delirme olayını bizim “zavallı Muharrem’in günahla tanışıp yenilmesi” olarak algılamamızı bekliyor.

Film aynı zamanda Şeyh Efendi (Meray Ülgen) ve Rauf Efendi’nin (Güven Kıraç) yoksul olduğu için kirasını ödeyemeyen veya içki içen kiracılar konusundaki gevşek ve kayıtsız yaklaşımlarından da herhalde “maneviyatla kapitalizmin günahkâr uzlaşması” sonucunu çıkarmamızı bekliyor.

Olmuyor tabii. Olamıyor!

Üstelik filmin sonu paraşüt hızıyla gelince seyirci neye uğradığını şaşırıyor.

Tatsız bir “boşluk” duygusu gelip yapışıyor seyircinin yakasına...


***

Neden olmuyor?

Hepsi bir yana, Muharrem derinlikli bir karakter değil. Çektiği sıkıntılar (dindar olsa da olmasa da) kendi halinde “obsesif kompülsif” bir kişinin çekeceği sıkıntılar.

Filmdeki dekor, kostüm derme çatma değil ama Muharrem’in erotik rüyaları ve bu rüyalar karşısındaki tavrı fena halde derme çatma! Rüyadaki kızın şeyhin kızı olmasındaki gizem ise (tabii varsa eğer) çözülmüyor.

Hele Muharrem’in iki bin dolarlık yanlış hesap yüzünden birdenbire bütün perdeyi yıkıp her şeyi viran eylemesini ciddiye almak imkânsız.


***

Akıl ve bilgi açısından bakarsak, iddia edildiğinin aksine, konusuna “içerden” bakan bir film değil, nezaketine ve özenine rağmen çok “dışardan” bir film Takva.

Kalp açısından bakarsak...

Sadece bir sahne...

O sahnede ön plandaki aktörlerin arkasında şeyhin halvete çekildiği odanın kapısı görünüyordu.

Kapıdaki tabelada şöyle yazıyordu.

“Yalnızdım,

Seni düşündüm.

Seni düşündüm,

Yalnızım.”



Bu yazı 1,171 defa okundu.






Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.





    Diğer köşe yazıları

     Tüm Yazılar 
    • 29 Nisan 2011 Çılgın projeyi eleştirenlere bakıyorum da...
    • 17 Temmuz 2010 Cep telefonu beyne zararlı mı?
    • 19 Aralık 2008 Gece... Mevlana... Düşünceler...
    • 16 Ağustos 2008 Giderayak İzmir, Çeşme, Alaçatı...
    • 17 Kasım 2007 Kaybedersek çok üzülmeyeceğim!
    • 27 Ekim 2007 Uçuruma doğru ilerleme
    • 13 Ekim 2007 Bayram gibi bayram!
    • 15 Eylül 2007 Kırılgan dünyalar, gergin tel gibi insanlar
    • 14 Temmuz 2007 İçimizdeki korkunç yalnızlık: Kıskançlık
    • 7 Temmuz 2007 Bu değil halkı, kendini bile tanımamaktır!
    • 5 Mayıs 2007 Mavi tuhaf ve karanlık bir renktir!
    • 21 Şubat 2007 Film deyip geçme, içinde ne çok şey var!
    • 26 Ocak 2007 Irkçılık, Şeytan ve Adem (insan)
    • 1 Ocak 2007 Beş yeni hayat... İşte bayram!
    • 11 Aralık 2006 Merakım dindi, geriye pek bir şey kalmadı!
    • 7 Aralık 2006 Papa ne yaptığını bilmiyor mu?
    • 6 Aralık 2006 Su bitecek, ilgileniyor musunuz?
    • 25 Kasım 2006 Philippe Noiret ölmüş diyorlar
    • 19 Kasım 2006 Romeo ve Jülyet yaşasaydı...
    • 8 Kasım 2006 Ecevit’in trajedisi: Bizi değil kendisini aldattı!

    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,077 µs