sürpriz çocuğu | " /> sürpriz çocuğu | "/>

En Sıcak Konular

28 Şubat’ın sürpriz çocuğu

4 Ekim 2008 16:14 tsi
28 Şubat’ın sürpriz çocuğu Halil Berktay’a göre, 28 Şubat postmodern darbesinin yarattığı çatlaklar, Milli Görüş’ün katı dogmatik çizgisinden Batı’ya düşmanlık gütmeyen “yenilikçi kanadı” çıkardı. İşte Berktay'ın yazısı ve 28 Şubat'ın beklenmeyen çoc

Berktay'a göre Milli Görüş'ün o yenilikçilerinin bu kadar güçlü iktidara geleceğini ve geleneksel İslamcı çizgiden sapıp muhafazakâr demokrat bir rota tutturacağını başlangıçta kimse tahmin etmiyordu.

30 Ekim 1995’te, gene Tansu Çiller’in başbakanlığında bir DYP-CHP koalisyon hükümeti kuruldu. TBMM seçimlerin 24 Aralık 1995’te yenilenmesine karar verdi. Sonuçlar, siyasetin krizini alabildiğine netleştirdi. DYP ve ANAP yüzde 20’nin sınırında, sırasıyla 135 ve 132 milletvekilinde dengelenirken, Refah Partisi yüzde 21.38 oy ve 158 milletvekiliyle ilk sırayı aldı. DSP ise tamamen Bülent Ecevit’in kişiliği sayesinde Baykal’in CHP’sini geride bırakıp, 49’a karşı 76 milletvekiliyle ortanın solunda birinci parti oldu.
n Seçimlerin ardından, önce Mesut Yılmaz’ın başbakanlığında bir ANAP-DYP koalisyonu denendi. Ancak güven oylaması Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince, Necmettin Erbakan başbakanlığı üstlenip Refahyol adıyla bilinen RP-DYP hükümetini kurdu. Susurluk skandalı bu dönemde patlak verdi ve Mehmet Ağar’ı yalnız İçişleri Bakanlığı’ndan değil, DYP’den de istifaya zorladı. Bunu, askerî-bürokratik kompleksin Erbakan’a karşı tavrının katılaşması izledi. 4 Şubat 1997’nin erken saatlerinde, Ankara’nın Sincan ilçesinde RP’li belediye başkanının “irticaî” uygulamalarına karşı tanklar bir gövde gösterisi yaptı. 28 Şubat’ta ise, 12 Eylül rejiminin vesayet enstrümanı olarak tasarladığı Millî Güvenlik Kurulu toplanıp 18 maddelik bir kararı benimsedi ve Refahyol hükümetine dikte etti. Bu muhtıra karşısında eli kolu bağlanan Erbakan Haziran’da istifa etti. Çok geçmeden Anayasa Mahkemesi RP’yi “laiklik karşıtı faaliyet”ini gerekçe göstererek kapattı. “Post-modern darbe” Refahyol’un başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı Tansu Çiller’i de hırpaladı. (Altı yıl sonra Çiller, 3 Kasım 2002 erken seçimlerinde DYP’nin barajı aşamaması üzerine istifa ederek politikadan çekildi ve yerini, DYP’ye geri dönen Mehmet Ağar’a bıraktı.)
n28 Şubat darbesinden sonra, giderek daralan ve tükenen opsiyonlar bağlamında, başbakanlık gene Mesut Yılmaz’a verildi ve 30 Haziran 1997’de zar zor, ANAP ile DSP ve (DYP’den ayrılan Hüsamettin Cindoruk’un kurmuş olduğu) Demokratik Türkiye Partisi’nin Anasol-D koalisyonu kuruldu. Ancak hükümeti dışarıdan destekleyen CHP, Kasım 1998’deki Türkbank ihalesi yolsuzluğu üzerine Mesut Yılmaz hakkında gensoru verince bu formül de çöktü ve uzun süreli bir hükümet bunalımına girildi. Sonunda DYP, Anasol-D’nin başbakan yardımcısı Bülent Ecevit başkanlığında kurulacak bir hükümete destek vermeyi kabul etti. Böylece Ecevit, 21 yıllık (1978-99) aradan sonra 11 Ocak 1999’da başbakanlığa döndü ve DSP azınlık hükümetini kurdu.
nGarip tesadüf, 1974’teki başbakanlığına denk gelen Kıbrıs müdahalesini seçim başarısına dönüştürememiş olan Ecevit, Abdullah Öcalan’ın 1999’un ilk üç ayındaki başbakanlığı sırasında yakalanıp Türkiye’ye getirilmesini bu sefer sandıkta iyi değerlendirdi ve DSP 18 Nisan 1999 seçimlerinden yüzde 22 oy ve 136 milletvekiliyle birinci parti olarak çıktı. MHP 129, RP’nin yerini alan Fazilet Partisi 111, ANAP 86, DYP 85 sandalye aldı. CHP yüzde 9’a yakın oyla barajın altında ve Meclis dışında kaldı. Tekrar başbakanlıkla görevlendirilen Ecevit, 28 Mayıs 1999’da DSP-MHP-ANAP koalisyonunu kurdu.
Bütün icapları, uzantıları ve çağrışımlarıyla birlikte “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük” formülüne hapsolmanın yol açtığı zihinsel darlık ve sıkışmayı; aynı zamanda, laik-üniter ulus-devlet fundamentalizminin, sonunda kendini ne kadar sınırlı seçeneklere mahkûm ettiğini, belki hiçbir şey, bu Ecevit-Bahçeli-Yılmaz ittifakının yapaylığı — hattâ, olası koalisyonların en yapayını simgelemesi — kadar iyi anlatamaz. “Konuşan Türkiye” ideali, ya “bağıran” ya da “sus(turul)an Türkiye” arasında bölünüp parçalandı; 1980’lerin ikinci yarısının değişim arayışları tersyüz oldu; 12 Eylül kurumları ve kültürünün dayattığı konformizm büsbütün koyulaştı; adetâ bütün politikalar MGK’nın “gizli anayasa”sından ve “Türkiye’nin kırmızı çizgileri”nden ibaret kaldı. Bu dönemin başlıca üç hatırlanabilir olayı vardı : Demirel’den sonraki cumhurbaşkanı arayışının kilitlendiği bir sırada, Ecevit’in Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’i hatırlayıp üzerinde uzlaşma sağlaması; derken, 5 Mayıs 2000’de seçilip 16 Mayıs’da göreve başlayan Sezer ile Ecevit arasında tâyinler yüzünden çıkan yakışıksız kavganın, büyük bir malî krizi tetiklemesi; 2000 Kasım ve 2001 Şubat krizlerinin ardından, gene Ecevit’in, Dünya Bankası’ndan Kemal Derviş’i yardıma çağırması ve ekonomiden sorumlu devlet bakanı yapması. Gerisi bir grilikti; “laik gelenekçilik” ya da “Atatürkçü muhafazakârlık”tan beslenen bir millî güvenlik devleti donukluğuydu.
W. H. Auden, İkinci Dünya Savaşının patlak vermesi üzerine yazdığı “1 Eylül 1939” şiirinde, “alçak ve yalancı bir onyıl boyunca beslenen kurnazca umutların sönüp gidişi”nden söz eder. Türkiye’nin en yavan, en bayağı, küçük kurnazlıklarla en fazla dolup taşan onyılı, herhalde 1992-2002 arası oldu. Her şey bir yana; bir tükenmiş şöhretler mezarlığıydı enikonu : Kaya Erdem, İsmet Sezgin, Yıldırım Avcı, Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve daha niceleri — dönemin unutulmuşları saymakla bitmez. Bunun da altında, giderek dar bir alana hapsolan sivil siyasetin, ıvır zıvır meselelerle uğraşırken, askerlere terk etmeye zorlandığı gerçek sorunlar üzerinde hiçbir yeni fikir, hiçbir yaratıcı ve heyecan verici söylem geliştirememesinin belirlediği yaratıcılık-yetenek-cesaret yoksunluğu yatıyordu.

2002 SEÇİMLERİ VE İLK AKP HÜKÜMETİ • Onun için, 1990’lar boyunca eksik olmayan kısa süreli hükümet bunalımlarından bir diğeri patlak verdiğinde, bunun daha derin ve uzun vâdeli bir dönüm noktası olacağını kestirmek kolay değildi. Kısmen, 1999-2000’de bir ara CHP genel başkanlığını bırakır gibi yapan ama hemen geri dönen Deniz Baykal’ın bir diğer manevrası: Şubat 2001 krizinden DSP-MHP-ANAP’ı sorumlu tutup muhalefetini şiddetlendirmesiydi, yakın neden. Kısmen, koalisyonun olmazsa olmazı, temel direği Bülent Ecevit’in sağlık sorunlarının 2002 Mayıs’ından itibaren ağırlaşmasıydı. Kısmen de MHP’nin kendi dışında hükümet formülleri aranmasından tedirgin olmasıydı. Bu koşullarda, 3 Kasım 2002’de bir erken seçim kararı daha alındı — ve artık alışıldığı veçhile, bir köşe kapmaca furyası daha yaşandı. Ecevit’in göreve devam edip edemeyeceğinin belli olmaması DSP’yi böldü. İsmail Cem DSP grubunun yarısıyla birlikte ayrılarak Yeni Türkiye Partisi’ni kurdu. YTP’de yer alması beklenen Kemal Derviş ise, Türk-İş başkanı Bayram Meral, Zülfü Livaneli ve Prof. Yaşar Nuri Öztürk ile birlikte, CHP’ye katılan önemli isimler arasında yer aldı.
3 Kasım seçimlerinin, mevcut düzeni ve Türk siyasal hayatının dar çerçevesini altüst edici sonuçları oldu. Bütün varlığı Ecevit’e bağlı olan DSP, tek bir seçim döneminde, yüzde 22 ile iktidar olmaktan sıfırlanmaya yuvarlandı; barajı aşamadı ve Meclis dışında kaldı. Aynı şey MHP’nin de başına geldi. CHP çok büyük umutlarla girdiği bu seçimde, ancak yüzde 19’a ve 178 milletvekiline ulaşabildi. Kazanan ise, yüzde 34’ün biraz üzerinde bir oy oranıyla 360’ı aşkın milletvekilliği elde eden Adalet ve Kalkınma Partisi oldu.
Bu kadarını kimse öngörmemişti. Gerçi, yaşlı ve yorgun merkez partilerinin iflâsı karşısında İslâmcılığın yükseldiği ve gerek siyasî, gerek manevî bir boşluğu doldurmaya başladığı gözleniyordu. 1971 öncesinin MNP’si ve sonrasının MSP’si ile başlayan Erbakan önderliği tekrar sahneye çıkmış; Refah Partisi 1991’de 62, 1995’te ise 158 milletvekili çıkarmış ve birinci parti olmuş; kendisini laik-Atatürkçü olarak tanımlayan establishment, bu tehdide karşı tekrar Anayasa Mahkemesi aracılığıyla parti kapattırmaya başvurmuş; RP’nin 1998’de kapatılmasından sonra kurulan Fazilet Partisi de 1999-2001 arasında inişli çıkışlı olarak ilerleyen bir yargılamadan sonra 22 Haziran 2001’de kapatılmıştı. Keza, 28 Şubat’tan başlayarak RP ve sonra FP içinde çatlaklar belirdiği de biliniyor; 1990’ların sonlarından itibaren, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın etrafında, “Millî Görüş”çüler gibi katı bir dogmatizmin esiri olmayan, Batı’ya düşmanlık gütmeyen bir grubun şekillendiği konuşuluyordu. Nitekim FP de kapatıldıktan sonra bu ayrılık iyice belirginleşmiş; “gelenekçiler” ve “yenilikçiler” ayrı ayrı örgütlenmiş; Erbakan’ın emanetçisi Recep Kutan’ın önderliğinde Saadet Partisi ve Erdoğan’ın önderliğinde AKP kurulmuştu.
Gene de, ne AKP’nin (SP’yi dahi yok ederek) bu denli büyük kazanacağı tahmin edilebilirdi, ne de — Erdoğan’ın SP’lilerden büyük tepki toplayan “biz gömleğimizi değiştirdik” ifadesine rağmen — alışılmış İslâmcı çizgiden bu kadar farklı ve gene Erdoğan’ın “muhafazakâr demokrat” diye tarif ettiği bir rota tutturacağı. Askerî-bürokratik kompleksin korktuğundan da beteri olmuş; Erdoğan’ın daha önce bir yolu bulunarak (Ziya Gökalp’in bir şiirini okuyarak “halkı düşmanlığa tahrik” ettiği gerekçesiyle) mahkûm edilmesi de işe yaramamış; bütün koalisyon barikatları çökerken, sadece iki partiden oluşan TBMM’de, neredeyse üçte iki çoğunluğa sahip AKP’nin karşısında zayıf bir CHP’den başka kimse kalmamış; dahası, Erdoğan’ın uyduruk siyaset yasağının kaldırılması için önerilen anayasa değişikliği Deniz Baykal’ın da desteğini alarak gerçekleşmiş ve 9 Mart’ta tekrarlanan Siirt seçimlerinde milletvekili seçilen Erdoğan, 15 Mart’ta başbakanlığı Abdullah Gül’den devralmıştı.

‘BATI VE AVRUPA’ KÂBUSUNUN CANLANIŞI • Daha da ürkütücüsü, bu andan itibaren AKP’nin, Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerinin başlaması için gerekli koşulları gerçekleştirmek için giriştiği atılımdı. Peki, ne vardı bunda? Kırk küsur yıldır resmî politika değil miydi bu? Türkiye tâ 1960’larda Roma Antlaşması’nı, sonra 1990’larda Tansu Çiller Gümrük Birliği anlaşmasını imzalamamış; en son, Ecevit’in başbakanlığındaki o DSP-MHP-ANAP yamalı bohçası dahi, 3 Kasım 2002 erken seçim kararından hemen önce, yeni bazı uyum yasalarını onaylamamış mıydı?
Hem evet, hem hayır. Evet, çünkü Avrupa hedefi gerçekten hep vardı; ama aynı zamanda hayır, çünkü her zaman ve bütün unsurlarıyla aynı derecede ciddiye alınmıyordu. Bir kere, Avrupa uluslar-üstücülüğü zaman içinde çok değişmiş; Ortak Pazar’dan başlayıp, Avrupa Ekonomik Topluluğu’ndan geçerek Avrupa Topluluğu ve sonunda Avrupa Birliği’ne doğru evrilmişti. Burada, salt ekonomik düzenlemelerden, giderek daha kapsamlı bir siyasal içeriğe doğru bir kayma söz konusuydu. Dahası, bu kayma demokrasinin yeniden tanımlanmasıyla elele gidiyor; 1960’lar, 70’ler ve 80’ler boyunca özellikle Avrupa’da demokrasi anlayışı genişliyor ve derinleşiyor; demokrasi salt cumhuriyet, anayasa ve seçimlerle özdeşleşmenin ötesine geçip, daha katılımcı, daha çok-kültürlü bir mahiyet kazanıyordu. Dolayısıyla bu süreçte, Türk devlet ve siyaset adamlarına ters düşen bir taraf hep olmuş; daha fazla ekonomik yararları gözetilen bir ilişkinin siyasî boyutları, örneğin 12 Mart ve 12 Eylül gibi darbe dönemlerinde rahatsız edici sayılmıştı.
İkincisi, bu tür salınımların ötesinde, 1990’ların sonlarından itibaren daha köklü ve yapısal bir değişim de söz konusuydu. Bu değişim, Türkiye’nin sosyo-ekonomik açıdan gelişmesi ve çeşitlenmesinin (dolayısıyla çoğulculuğun nesnel tabanının genişlemesinin), SSCB’nin dağılması ve Soğuk Savaşın sona ermesi ile çakışmasından kaynaklanıyordu. Komünizm tehlikesi sürdükçe, Yunanistan gibi Türkiye’nin de Batı açısından belirli bir “Soğuk Savaş değeri” hep söz konusuydu. NATO’nun güneydoğu kanadının kilidi sayılan bir ülkede, her türlü sol muhalefet Sovyet yıkıcılığının hesabına yazılabiliyor; madalyonun diğer yüzünde, başta askerî müdahaleler olmak üzere demokrasinin her türlü lekesi, Hür Dünya’nın güvenliği adına mazur görülebiliyordu. Ama diğer yandan, o kadar net görülemeyen bir husus, Batı’nın da Türkiye devleti ve seçkinleri veya egemen sınıfları açısından keza bir “Soğuk Savaş değeri” taşıdığıydı. En başta da belirttiğimiz gibi, Türk ulus-devleti çok güçlü bir milliyetçilik etrafında kurulmuş; diğer Balkan (Bulgar, Yunan), Kafkas (Ermeni) ve Ortadoğu (Kürt, Arap) milliyetçilikleriyle rekabetin yanı sıra, 1911’de Trablus’un işgalinden Seferberliğe (1914-18) ve sonra İstiklâl Harbi’ne (1919-22) uzanan süreçte, sadece zamanın Büyük Devletlerine değil, daha genel olarak Batı’ya da düşman kesilmiş; bu nefret “medeniyet”in (yani “Garp medeniyeti”nin) kâh “kahpe”, kâh “tek dişi kalmış canavar” diye kötülenmesine yansımıştı.
1923 sonrasında ise, iki şey bastırmıştı bu Batı ve Avrupa düşmanlığını. Birincisi, Mustafa Kemal’in başlattığı topyekûn Batılılaşma hareketi, İstiklâl Marşı‘nın sözlerini değiştirmemekle birlikte, Âkif’in “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” dizesini en azından “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” sloganıyla dengeleyebilmiş; bu çağdaşlaşma hamlesi katı bir anti-emperyalizmi kısmen yumuşatmayı başarmıştı. İkincisi, bunun üzerine Stalin’in Boğazlar üzerindeki talepleri, Kore Savaşı ve NATO üyeliği binmiş; komünizm heyûlası, Türk milliyetçiliğinin hem patriçi (askerî-bürokratik kompleks) hem pleb (MHP) varyantlarını, Batı’ya kinini frenlemeye zorlamıştı.
Ama şimdi, yani 20. yüzyılın sonu ve 21. yüzyılın başlarında, bu fren çalışmıyordu artık, zira komünizmin çökmesiyle birlikte, hem Batı için Türkiye’nin, hem Türkiye için Batı’nın Soğuk Savaş değeri yok olmaya yüz tutmuştu. Ve bu iki silme veya eksiltme işleminin etkisi zıt yöndeydi, ya da birbirine ters orantılıydı: Batı, Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları ihlâllerine son vermesini eskisinden çok daha kesin ve tutarlı bir şekilde talep edebiliyor; buna karşılık Türkiye’yi vesayet altında tutup tümüyle yönetmek iddiasında olan güçler, bu tür her talep veya uyarıyı eskisinden çok daha antipatik buluyordu. Türk milliyetçiliği 1875-1914 Yeni Emperyalizm çağındaki yalnızlığına, “Türkün Türkten başka dostu yok” fikrinin doğduğu döneme ilişkin büyük korkularını — bölünme ve parçalanma korkusunu, toprak kaybı korkusunu, Büyük Devletlerce himaye edilen gayrimüslimlerin birer Truva atı veya Beşinci Kol gibi kullanılması korkusunu, kozmopolitizm korkusunu, misyonerlik korkusunu, müdahale korkusunu — tekrar hatırlıyor-hatırlatıyor; sadece günümüzdeki şekliyle Kıbrıs, Kürt ve Ermeni soykırımı sorunlarını değil, daha genel olarak AB’yi yeniden bir ezelî ve ebedî emperyalizm sorunsalı, daha özel adıyla “Sevr sendromu” çerçevesinde görmeye-göstermeye başlıyordu. Esas korku ise, adı konsun konmasın, ulus-devletin şeffaflığı, hesap verirliği etrafında dönmekteydi. Türk devletçi-milliyetçili ideolojisi, ülke dışı ve içinde şeffaflığı olan bir yönetişim istemiyor; uluslararası alandan başlayacak bir hesap verirliğin zamanla yerel, ulusal ölçeğe taşınmasını, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarının “tam bağımsızlık” sloganına başvurarak önlemeye çalışıyordu. Çünkü bu engellenemediği
takdirde, 1920’li ve 30’lu yılların dışlanmış ve/ya koopte edilmiş özlemleriyle yeniden yüz yüze gelinecekti. O dışlanmış, bastırılmış kesimlerin başında da Müslümanlar ve/ya İslâmcılar, sonra Kürtler, sonra anıları ve mağdurlarıyla Rumlar ve Ermeniler, sonra kadınlar ve işçiler geliyordu.

Taraf



Bu haber 815 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    3,972 µs