En Sıcak Konular

Tarkovski’de savaş ve kurban: Kıyamet ağacı

0 0 0000 00:00 tsi
Tarkovski’de savaş ve kurban: Kıyamet ağacı Nükleer savaş tehdidi bir yana, görünmeyen savaş bütün şiddetiyle devam ediyor bugün dünyada. Kerahat vakti başladı çoktan. Gök ile yerin birbirine kapanacağı günü bekliyor her canlı. Güneşin batıdan doğacağı o gün gelene dek, giderek hızlanacak zaman.

Nükleer savaş tehdidi bir yana, görünmeyen savaş bütün şiddetiyle devam ediyor bugün dünyada. Kerahat vakti başladı çoktan. Gök ile yerin birbirine kapanacağı günü bekliyor her canlı. Güneşin batıdan doğacağı o gün gelene dek, giderek hızlanacak zaman. Ay gün gibi, gün saat gibi kısa gelecek. Zaten geliyor gitgide... Zaman içinde zamanı bulmak imkânsızlaşıyor. Maktul niçin öldürüldüğünü, katil niçin öldürdüğünü bilmiyor. Zevk için işkence gören siviller… Yanlışlıkla katledilen bebekler…

Biz ise artık sıcak savaşı bile göremez hâle getirildik. ‘Savaş hiç olmadı.’ kıvamında oyalanıyoruz. Bir yanda televizyon, internet, diğer yanda cep telefonu… Suç ile eğlenceyi eşitleyen, şiddet ile magazini bir kılan ekranın karşısına geçiyoruz. Haz ve iştahımız kabardıkça vicdanımızın üzeri örtülüyor. Kişisel mutluluklarımız adına, başkalarına yapılan haksızlıklara susuyor, eğlenmek ve hoşça vakit geçirmek adına başkalarının trajedilerinden çıkar sağlayanları alkışlıyoruz.

İçeride, konforlu, sıcak yuvamızda medenî ve özgür zannediyoruz kendimizi. Dışarıda lânetli kelimeler, beddualar var. ‘Bozuk kan’ diye damgalanarak akıtılan kanlar var. Ve birileri bize sürekli kardeşlikten bahsediyor, bir bakıma hedef gösteriyor kardeş kanını. Şüpheye düşen her ego kendi polisini dikiyor güven müessesesinin önüne. Devlet terörüne de, şiddete de göz yumuyoruz konforumuz için, nefsimizin rızası için!

Kendi yazgısını insanlığın yazgısına bağlamakta tembel davranan modern insan, her değeri tüketerek, tabiî en çok da kendi nefsine zulmederek yaşıyor, sahte tatminleriyle.  Sanki dünyada olup biten hiçbir kötülükte; kuruyan derelerde, katledilen köylerde, dalından çabuk kopan hormonlu meyvelerde, kimyasal silahlarla sakat kalanlarda kendi sorumluluğu yokmuş gibi…  İstiyor da istiyor kendisi için. Sırf kendisi için.

Bugün bu dünyada kişisel mutluluğunu ‘varılacak son durak’ olarak görenler, vicdandan sanki geliştirilebilen bir aygıtmış gibi söz ediyorlar. Sanki erdemler eskiyebilirmiş gibi ya da… İnsan olma sorumluluğunu hep başkalarına, uzaktakilere yıkıyor ve kendilerinden hiçbir şey beklemez hâle geliyorlar. Direnişle vahşet arasındaki o bıçak sırtı ayrımı bile fark edemezken, uzaktan kumandalı füzelerle katledilen bedenlerin buna ‘müstahak’ olduğunu düşünebiliyorlar bu evrimci bakışla.

İnsan canı, etrafa dağılmış organlarıyla teşhir edilen bir bedenden ibaret çoktandır. Ruh içeri kaçtı. Bütün insanî kavramları, hatta insanın kendisini evrimci bir paradigmanın içine hapsettikçe aslî tabiatımızdan gelen insanî değerlerin ilâhî yüzü silindi, siliniyor.

“Ruhsal kuruluktan kurtulabilmek, insanın kendi yolunu kendi istediği gibi çizemeyeceğini anlamasıyla ve Yaradan’ın iradesine itaat etmesiyle mümkün olabilir.” diyordu yıllar öncesinden Rus yönetmen Andrei Tarkovski. “Ancak bugün en basit ahlaksal sorunların ele alınması bile istenmiyor.” Akşam vakti girmezden önceki bu son savaş; en uzun, en görünmez savaş değil mi?

İşte tam da burada Tarkovski’nin 1986 yapımı Kurban adlı son filmi başlıyor yeniden. Bireyselleştikçe kendi sorumluluğunu üzerinden atan modern insana karşı bir nev’î manifesto olan film, kurumuş bir ağaca su taşıyan babanın oğluna anlattığı bir hikâyeyle başlar:

Bu, bir keşişin hikâyesidir. Her türlü davranış mantığının aksine, üç yıl süreyle kovalarca suyu dağdaki kurumuş bir ağaca taşıyan keşiş, hiç kuşku duymadan Tanrı’nın mucizesine inandığı için, günün birinde bu mucize kendini gösterir ve kuru ağaç dalları bir gece içinde yeşerir.

Filmin baş kahramanı Alexander, oğluna bu hikâyeyi anlattıktan sonra şöyle der: “Eğer insan her gün aynı saatte, aynı şeyi yaparsa ve bunu bir ritüel gibi kararlılıkla ve sistemli olarak her gün tekrar ederse, dünyada bir şeyler değişirdi o zaman…” Nitekim Alexander ile oğlu sonraki günlerde de (Sovyet Rusya’da sıradan bir dindar için bile kolay değildir elbette bu tür davranışlar.) ağacı sulamayı sürdüreceklerdir.

Peygamber Efendimiz’in, kıyamet koparken elimizdeki ağacı dikmemizi söylemesi elbette boşuna değildi. Korku ile umut arasında o dosdoğru yoldan sapmamamızın bir başka yolu var mıydı? “O hâlde…” demiştim filmi seyretmeye başladığımda, “Tarkovski her gün kararlılıkla yapılan ritüellerin dünyayı değiştireceğini söyletiyorsa bir kahramanına, sıradan bir izleyici olarak ben de bu ritüellerden birini neden ‘namaz kılmak’ olarak almayayım?”

Tarkovski mutlaka inanca ait bir şeyler söyleyecekti yine. Ve bu kez ben de onun Kurban adlı filmini bir başka türlü okuyacaktım. Müslüman gözüyle:

Alexander’ın evinde ilk karısından olan kızı, karısı ve oğlu, yardımcıları ve bir ahbabı vardır. Üstelik o gün onun doğum günüdür. Akşama hazırlanmaktadırlar. Açıklanması mümkün olmayan ama belgelenebilen olayları toplayan postacı Otto gelir ansızın eve. Tuhaf bir adamdır. Örneğin bir ara oturduğu sandalyeden kalkar ve yıldırım çarpmış gibi yere düşer. 
“Kötü bir melek, kanadının ucuyla yokladı beni!” diyerek espri yapar ardından.

O anda içimden bu postacının bir haberci, belki bir melek olabileceğini düşünmüştüm. Meselâ Cebrail. Nitekim Tarkovski’nin daha sonradan okuduğum yorumu da benim buluşumu doğrular cinstendi: “Tanrı tarafından görevlendirilmiş karakterler vardır filmde. Örneğin postacı Otto, belki de Tanrısal kehanetin bir aracıdır. Kendi deyişiyle gizemli ve açıklanamaz olayları toplayan ve bu eve nereden, nasıl geldiğini kimsenin tam olarak bilmediği Otto.”

Akşama doğru televizyondan başbakan konuşmaktadır: “Bizim ülkemizde dört füze başlığı ihtiva eden bir askeri üs bulunmaktadır. Ve büyük bir ihtimalle bunları kullanmaya yönelik trajik bir karar almak zorunda kalacağız. Sevgili vatandaşlarım! Herkes olduğu yerde kalsın, çünkü şu anda bütün Avrupa’da bizim bulunduğumuz yerden daha güvenlikli hiçbir yer yok, herkes olduğu yerde kalsın…”

Nükleer savaşın eşiğine gelinmiştir. Televizyon ve telefonlar kesiliverir. Kıyameti artık apaçık bir biçimde beklemeye başlayacaktır herkes. Alexander odasına gider, diz çöker ve dua etmeye başlar:

“Tanrım, Seni sevenlerin ve sana inananların hepsi ve gözleri görmediği için ve hiçbir zaman gerçek anlamda mutsuz olmadıkları için Seni düşünmeyi bilmeyenlerin hepsi… Bu felaket saatinde umutlarını yitirenlerin hepsi; geleceklerini, hayatlarını ve Senin sözüne itaat etme imkânını da kaybediyorlar. Ve yürekleri korkuyla dolmuş, sonlarının yaklaştığını hissediyorlar… Bu korkuyu Senden başka hiç kimsenin koruyamayacağı insanlar için duyuyorlar.

Çünkü bu savaş en sonuncusu… En korkuncu olacak… Ardında hiçbir şey bırakmayacak; ne galipler ne mağluplar. Ne bir şehir ne de köy; ne ağaçlar ne otlar… Ne pınarlarda su ne göklerde kuş… Sana, sahip olduğum her şeyi sunuyorum. Sevdiğim ailemi bırakıyorum. Evimi barkımı yıkacak, oğlumdan vazgeçeceğim. Dilsiz kalacağım. Bir daha hiç kimseyle konuşmayacağım. Beni hayata bağlayan her şeyden vazgeçeceğim. Yalvarırım, her şeyi eskisi gibi yap! Bu sabahki, dünkü gibi yap ve bana ıstırap veren bu hayvanî ve ölümcül korkuyu al benden. Tanrım, yardım et bana! Sana söz verdiğim her şeyi yapacağım.”

Filmin en unutulmaz sahnelerinden biridir bu yakarış. Modern ve bencil insana nazîre yaparcasına… Bu uzun dua boyunca aklımda yalnızca İbrahim Peygamber vardı benim de. Allah’a öylesine gönülden teslim olmuştu ki, en değerli varlığını, oğlunu feda etmeyi göze almıştı. İşte bu saf teslimiyet anında ona kesmesi için bir koç gelmişti. Kalpte en ufak bir şüphe kalmadığında, umut ve güvenle yazgısını seçen kuluna bambaşka bir yol açılıveriyordu çünkü.

Aklî ve hissî tüm tedbirlerinden tamamen sıyrılabildiğin an, tahayyül dahi edemediğin bir yol açılıyordu önünde. Bütün tedbirlerin yetersiz kaldığı, çözüm yollarının tıkandığı, yeni ve eski fikirlerin anlamsızlaştığı an… Anlarsın ki her an aslında böyledir, tevekkül edersin. İşte o vakit de yol açılıverir sahiden.

Ve anlamıştım ki; Kurban adlı film, bana veya benim gibi seyircilere tam da İbrahim’in teslimiyetini anlatacaktı. Nitekim bana Cebrail’i çağrıştıran postacı Otto, az sonra Alexander’a gelecek ve insanlığın kurtuluşu için bir yol daha olduğunu söyleyecektir: Hizmetçisi Maria ile birlikte olmasını söyleyecektir ona. (Neredeyse cariyesi Hacer ile birlikte olması istenen İbrahim gibi) Gizemli ve açıklanamaz olaylarla ilgilenirken Maria’daki bazı gizemlerin farkına varmıştır çünkü Otto.

Alexander ona itiraz ettiğinde ise şöyle diyecektir: “Hiçbir şey anlamıyorsun. Bu bir gerçek. Kutsal bir gerçek…” Alexander evden gizlice ayrılırken tıpkı Hacer ile birlikte olmasına razı gelen Sare’yi hatırlatırcasına karısının sesi düşer görüntünün üstüne: “Lütfen çabuk dön! Lütfen!” Filmdeki karakterler giderek kendi yazgılarına teslim olmuş bir biçimde kullanmaya başlayacaklardır iradelerini.

Nitekim hizmetçi Maria’nın evinde gerçekleşen birleşme tamamen İlahi İrade’ye itaat şeklinde cereyan eder. Sinemanın dilinde bunu nasıl mı anlatmıştır Tarkovski? Beyaz çarşaflar ve yatak: Yatak, üstündekilerle birlikte havalanır ve usulca odanın içinde süzülmeye başlar.

Tevrat, İsmail ile İshak’ın soyundan gelenlerin insanlığı devam ettireceğini bildirir. Ancak tam bu noktada ansızın fark ederim ki, filmde Alexander’ın oğlunun adı hiç zikredilmemektedir. Ondan oğlan veya küçük oğul gibi tanımlarla bahsedilmektedir. Kitabı Mukaddes’e inananlar kurban edilme niyetiyle götürülen oğlun İshak olduğuna, Müslümanlar ise İsmail olduğuna inanırlar zira.

Neticede savaş çıkmaz ve Alexander, Tanrı’ya verdiği sözü tutarak evini ateşe verir. Belki de kıyameti bekleyen kurumuş bir ağacın içindeki yeşerme umudu kalabilsin diye… Feda eder kendine ait tüm değerleri.

Filmin sonunda Alexander, delirdiği varsayılarak zorla bir ambulansa bindirilmektedir. O an postacı Otto’yu fark eder. Bunun üzerine kapıyı yeniden açıp aşağı iner ve Otto’ya sarılarak vedalaşır. Sonra kendiliğinden arabaya biner. Otto ardından seslenir: “Görüşmek üzere Alexander!” Benim gibi bir izleyici için, meleğin açtığı bu yol, insan olma savaşı veren bir adamın iç özgürlüğüne giden yoldur artık.

Ve biz, kalpte Yaratan’dan başka hiçbir şey olmadığını, varoluşun, var olan her şeyin O’ndan olduğunu görmeye başlarız. İlâhlaştırdığımız ne varsa, irtifa kaybetmeye başlar iyice gözümüzde. Nefsimizin rızası adına paçamıza dolanan ne varsa, sıyrılıp gider bir bir. Başkalarıyla aramızdaki mesafe daralır. Öteki’leştirdiğimiz kim varsa biraz da biz olur. Ve o mesafesizlikte öteki’yle kul paydasında eşitleniriz yeniden.

Tarkovski, “Senaryo açısından farklı anlama ve yorumlama biçimleri söz konusudur.” diyor filmi için. Alexander’ın bu eylemle diğerlerinden üstün olduğunu kanıtladığını belirtiyor ve ekliyor: “Alexander benim için Tanrı’nın seçkin kullarından biridir. Hayatın bizi tehdit eden, yaşamlarımızı mahveden, iflah olmaz bir biçimde yozlaşmaya götüren mekanizmalarını bütün dünya önünde açığa çıkarmak ve insanlığı son kurtuluş yolu olan Tanrı’ya dönüşe çağırmak için seçilmiş kullarından biri.”

İbrahim ateşe atıldığı zaman “Bana yardımcı olarak Rabbim kâfidir. O’nun gücü her şeye yeter” demişti. Duası kabul olundu ve Rabbi ateşe emir verdi: “Ey ateş İbrahim’i yakma, O’na karşı serin ve esenlik hâlde ol.” Böylelikle ateşin yakıcı özelliği yok edildi.

Alexander’ın evini yakan ateş de belki böylesi bir tevekkül sonucunda kimseyi acıtmamış, azaba sürüklememiştir. Eğer Alexander en kıymetli varlıklarını evin ilerisinde, göl kenarındaki o kuru ağacın içinde yeşerme umudu kalabilsin diye kurban etmişse, elbet ateşin de vereceği bir serinlik, bir esenlik olacaktır. Olmuş olandaki hayır, biz henüz göremesek bile oradadır.

Ve son sahneler: Evin yokluğu. Yine kurumuş ağaç. Ve Alexander’ın ağaca su taşıyan adsız oğlu… Tarkovski’nin yıllar öncesinden fısıldayan sözleri çınlıyor bir yandan kulağımda: “Uygar insanlığın büyük bölümü, inancını yitirdiği ölçüde, mucizeleri anlayışla karşılamayı da unuttu.”

Oysa bilen biliyor hâlâ... Kıyamet koparken bile ağacına su vermeye devam etmek: Korku ile umut arasında... Kendimizi kurban ederken, insan soyunun süreceğine güvenmek… Umudu hiç yitirmemek değil midir?

Leyla İpekçi
Keşkül Dergisi



Bu haber 3,395 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    3,571 µs