En Sıcak Konular

Gazetecilerin ayakçı/kıyakçı polemiği

5 Eylül 2008 12:23 tsi
Fehmi Koru ile Mustafa Mutlu arasında devam eden kıyakçı/ayakçı polemiğinde söz sırası Fehmi Koru'da. İşte polemiğin kısa bir tarihçesi ve son iki yazı:

Mustafa Mutlu, 28 Temmuz’da Meclis Başkanlığı'na köşesinden sorduğu sorulara  gelen cevabı 31 Temmuz’da köşesinde yayınladı.  Mutlu, 2 Eylül’de’ Cumhurbaşkanı Yalan mı söyledi?’ başlıklı yazısında yine köşesinden bazı iddiaları dile getirdi.
 
Mustafa Mutlu’nun araştırma yapmadan, muhataplarını zor durumda bırakan bu yazı tarzına Fehmi Koru, Taha Kıvanç mahlasıyla yazdığı köşede eleştiren bir yazı kaleme aldı. Koru’nun ‘Kulağı kesik gazeteciler’  başlığıyla yazdığı yazıya Mustafa Mutlu dün bir cevap verdi. Mutlu ‘Ayakçı gazeteciler!’ başlığı attığı köşesinde Fehmi Koru’yu çok ağır bir dille eleştirdi ve çeşitli suçlamalarda bulundu.
 
Söz sırasını alan Fehmi Koru bugün Mustafa Mutlu’ya cevap verdi;  “'Ne güzel gazetecilik bu böyle; kulağı kesik gazeteciler bunlar' derken az bile söylemişim. Adam, önüne bakıp 'Doğru söylüyor, hiç değilse bundan böyle gerçek bir gazeteci olmaya çalışayım' diyecek ve bunun gereklerini yerine getirecek yerde, en kolay yola başvuruyor: Bana hakaret ediyor...”
 
İşte Ayakçı/ Kıyakçı polemiğinde Mustafa Mutlu’nun dün Vatan’da yayınlanan yazısı ve Fehmi Koru’nun bugün Yeni Şafak’daki yazısı.
 

Ayakçı gazeteciler!
İktidarın sözcüsü, Cumhurbaşkanı’nın sırdaşı Fehmi Koru, dün beni konuk etmiş “Taha Kıvanç” ismiyle yazdığı köşesine. Aklınca dalga geçmiş, hakaret etmiş, aşağılamış. Kendi foyalarının tamamını bana yakıştırmış.
Önce “Kulağı kesik gazeteciler” diye başlık atmış, sonra da “kıyak gazeteci” yapmış!

Durup dururken neden buna ihtiyaç duymuş biliyor musunuz?

Çünkü ben Meclis Başkanı’na soru sormuşum!
Yetmemiş, bir de “Cumhurbaşkanı yalan mı söyledi” diye çıkmışım okurlarımın karşısına...
Hani ben sık sık, “Gazetecinin ilk işi soru sormaktır” diyorum ya...
İşin kolayına kaçarak “kıyak gazetecilikmiş” benim bu yaptığım!

“İktidar desteğiyle gazetecilik yapmak, servet içinde yüzmek” değilmiş “kıyak gazetecilik” de, soru sormakmış!
Gazeteci soru sormak yerine sorulara cevap bulurmuş...
 
Örneğin Meclis Başkanı’na, Ihlamur Kasrı’nı bazı yakınlarına düğün için bedava tahsis edip etmediğini nasıl sorarmışım?

Ne yapacaktım yani bir geceyarısı yüzüme çorap takarak Milli Saraylar Daire Başkanlığı’nın muhasebesine girip, hesapları mı kontrol edecektim?

Üstelik bir de dilim kötüymüş... Bu yeteneksizliğimle, sırf birilerinin beni kullanmasına izin verdiğim için köşe kapmışım!


En fazla da Cumhurbaşkanı’na sorduğum o “ayıp soru”ya kızmış sırdaş beyimiz...
Ne hakla Cumhurbaşkanı’na, “Kızınızı evlendirirken gelen hediyelerin yarısını şehit ailelerine vereceğinizi açıklamıştınız. Yoksa yalan mı söylediniz” dermişim?


Zaten Cumhurbaşkanı’nın sözünü yerine getirdiği de biliniyormuş!
Sanki Cumhurbaşkanı, “Biz bu 200 bin YTL’yi şu kurumlara bağışladık” diye açıklama yapmış da ben bunu yok saymışım!


Bana gazetecilik-yazarlık dersi veren bu adamın tek özelliği, Başbakan’ın, Cumhurbaşkanı’nın peşinde, “dişe tırnağa dokunur tek bir soru sormadan” dolaşması!


Bu sayede aynı anda bilmem kaç gazeteden maaş alıp, bilmem kaç televizyona program yapıyor. Ayda on binlerce YTL’ye para demiyor!


Eee insanın böyle arkadaşları olursa, “soru sorma”dan gazetecilik yapar elbette! Sadece kendisine “servis edilen”leri yazar, olur biter...

Uzun söze gerek yok:

Soru sormak, bu iktidar kaleminin dediği gibi “kıyak gazetecilik” falan değildir!
Dünyanın her yerinde gazeteciler, yazarlar, muhabirler her gün binlerce soru sorar...
Soru olmazsa, haber de olmaz, sağlıklı yorum da...

Gelelim kullanılma meselesine:
Hayatım boyunca kimsenin köpeği olmadım, olmam!
Başbakan “düdük” çalınca, koşup sıraya girmedim, girmem!
Kulaklarımda İsmet İnönü’nün “gazeteci kulağı çeken eli” değil, Sedat Simavi’nin sözleri küpe gibi durur:
Bu yüzden gerekirse kalemimi kırarım ama asla satmam!
Haydi sıra sende “ayakçı” gazeteci...

Yüreğin yetiyorsa, yüzün kızarmayacaksa aynı sözleri sen de söyle...

Söyleyebilirsen tabii!
Mustfa Mutlu / Vatan


***************
Kulaklarına küpe, göğüslerine madalya

“Ne güzel gazetecilik bu böyle; kulağı kesik gazeteciler bunlar” derken az bile söylemişim. Adam, önüne bakıp “Doğru söylüyor, hiç değilse bundan böyle gerçek bir gazeteci olmaya çalışayım” diyecek ve bunun gereklerini yerine getirecek yerde, en kolay yola başvuruyor: Bana hakaret ediyor...
Bu tiplerin sığınağı hakarettir zaten...

Oysa yapması gereken “Gazetecilik nedir?” sorusunu kendisine sormak olmalıydı. Öyle Meclis Muhasebat Müdürlüğüne gizlice girmesi gerekmiyor gazetecinin, sorularını okurlarına iletmeden önce muhatabına sorması yeterli. Meclis Başkanı, Meclis Genel Sekreteri, Meclis'in basınla ilişkilerini yürüten birim... Bunlar derece derece gazetecilere cevap vermekle görevlidir.

Hayır öyle yapmıyor beyimiz, kulağına üflenenle derhal sütun dolduruyor. İstim arkadan gelsin. Daha da tuhafı bu yaptığının 'gazetecilik' olduğunu sanıyor ve Sedat Simavi'nin “Kalemini kır, ama satma” sınıfına girenlerden sayıyor kendisini...


Gazetecinin işi, merak ettiği soruyu muhatab(lar)ına iletip cevabını aldıktan sonra başlar... Tatmin olmuşsa ve aldığı bilginin önemli olduğuna inanıyorsa onu haberleştirir, tatmin olmamış ve işin içinde başka bir iş olduğuna inanıyorsa, ne yapıp edip gerçeğe ulaşmaya çalışır. 'Ne yapıp etme' içine, araştırdığı konuyla ilgili birimlerden kendisine doğru bilgi verecek birini (biz buna 'kaynak' diyoruz) konuşturmaktan “Bedava düğüne katıldım” diyecek tanık bulmaya kadar pek çok çaba girer...

İyi gazeteci, Meclis Başkanlığı'na bağlı saray ve kasırlarda bedava düğün-derneğe müsaade edilip edilmediğini öğrenir ve gerçeği yazar. Hiçbir iyi gazeteci, üç gün önce büyük bir 'mali skandal' gibi sunduğu bir olaydan sonra şu satırları yazmak zorunda kalmaz: “Böylece bazı özel yakınlıklar istismar edilerek, ulusal miraslarımızın ücretsiz kullandırıldığı iddiaları da boşa çıkmış oluyor. / Umarım bu ciddiyetten taviz verilmez.”


Bana hakaret etmek veya Sedat Simavi'nin lâfının arkasına sığınmak bu gerçeği değiştirmiyor işte...
Geçenlerde 'kıyak gazeteciler' tarafından sorularla saldırı hedefi yapılan bir devlet adamı, “Ben bunları yazanlara artık kızmıyorum; okumuyorum çünkü” dedi ve ekledi: “Esas kızdığım, o gazeteleri çıkaran grupta beni iyi tanıyanlar... En başta da patronları... Bulunduğum her görevde Türkiye'nin yararına olacağına inandığım için onların başarısına da çalıştım; icraatlardan yararlandılar. Bir-iki kez, teşekkür mahiyetinde gönderdiği bayağı kıymetli hediyeleri kendisine iade ettim. Benim ne kadar tok, ne kadar müstağni olduğumu bilmesi gereken biri, tersini yazıp duran yanı başındaki bu kişilere gerçeği neden söylemez?”

Neden acaba?


Deneyimlerimden çıkardığım sonuç şu: 'Kıyak gazeteci' kategorisine girenler, nasıl yapıp etmişlerse, patronlar nezdinde dokunulmazlık kazanmışlardır: “Yanlış, yalan bile yazsa yazara dokunulmaz; yazdığı yalanlar yüzünden yüksek cezalar bile ödemiş olsan ey patron, yazarına, 'Yalan yazma' diyemezsin...”

Emin Çölaşan olayında bu ortaya çıktı.


'Kıyak gazeteci' kategorisine girmez Emin Çölaşan, ama yine de konumuzla ilgili bir yönü var. Çölaşan'ın cezalarını ödemekten bıkan Aydın Doğan, sonunda çareyi kendisini gazetesinden uzaklaştırmada buldu. Yayın yönetmeninin ilişki kesebilmek amacıyla Çölaşan'ın karşısına çıkabilmesi için de, patronunun “Ya bu adamı atarsın, ya atacak birini yerine getiririm” zılgıtını yemesi ve kendisini iyice sarhoş etmesi gerekti.


Bana verdiği hakaret dolu cevabı okuyanlar 'kıyak gazeteci'deki seviyeyi gördü. Aklı başında kimse tarafından okunmayan, görüşlerine başvurulmayan, “Acaba ne der?” sorusunu akla düşürtmeyen birine, Türkçesine de dikkat etmezseniz, hergün bir sütunu doldurma görevi verebilirsiniz. O da o sütunu cevabını kolayca öğrenebileceği sorularla ya da birilerine hakaret ederek doldurur.


Helâl olsun, daha ne diyeyim?


İsmet Paşa olsa kulağını çeker, o da bunu 'madalya' sayardı. Yılmaz Çetiner'in 'Nefese Nefese Bir Ömür' adlı anılarından (505) daha önce özetini verdiğim paragrafı okuyalım:
“İsmet Paşa'dan tarihî bir yanıt aldım; ama ne pahasına... O meşhur kulak çekme acısına katlanarak! Paşa özellikle sevdiklerine yapardı bu işkenceyi. Bir iltifattı bu. Rahmetli Örsan Öymen'e de yapmıştı. Fakat o da insanı öyle zor durumda bırakan sorular sorardı ki! Sonra Mete Akyol da aynı şekilde kulağı çekilenlerdendi. O devrin yetenekli iki genç gazetecisi, İsmet Paşa'nın güvenini kazanmış meslektaşlarımdı. Bana gelince... Ben de nihayet kulağımı kaptırmıştım İsmet Paşa'ya! Aslında bu madalyaydı.”
Şimdi madalyaları ben takıyorum.
Fehmi Koru / Yeni Şafak



Bu haber 699 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    6,395 µs