En Sıcak Konular

O halde buyrun: Sorumluluk sizin!

15 Temmuz 2008 14:29 tsi
O halde buyrun: Sorumluluk sizin! Agarta'nın "yasak dünyasının" kapıları açılıyor. Kan taşından vampirlere, Moğollardan Transilvanya'ya, çok saymayalım, Agarta'nın "mistik" öyküsü sizin için...

Tibetli lamalara göre saklı imparatorluk mevcuttur. İçlerinden bazıları, Şamballa’nın Büyük Üstatları ile ve yeraltı dünyası Agarta’da hüküm süren büyük inisiyelerle sürekli ilişki içinde bulunduklarını iddia etmektedirler.

Tibet el yazmaları, dünyanın bu bölgesinin alelade insanlar için ulaşılmaz olduğundan bahsederler. Söylendiğine göre Kanjur’da Tibet rahipleri tarafından Şamballa’dan doğrudan alınmış bir metnin kopyası bulunmaktadır.

Bu metinde Tarim ırmağının civarında yer alan ve daima Kuzey yönüne doğru gidildiğinde Şamballa’nın ruhsal sarayına ulaştıran bir “mavi yol”dan söz edilir. (Kuzey’in tradisyondaki önemi bilinmektedir. Burası Kutup yıldızının ekseninde yer alan manyetik bölgedir. Mu ve Atlantis kıtalarının doğuşundan çok önceleri üzerinde “ilk uyanmışların” yaşamış oldukları Hiperborea kıtasının yer aldığı bölgedir.)

Lamalar’a göre, “İstenmeyen kişi Şamballa’ya ulaşamaz. Sadece imtihanları başaran zat (tüm inisiyasyonlarda olduğu gibi) Ebedi Kent’e kabul edilir.”

Andrews Thomas, “Şamballa” hakkındaki eserinde, “Yeryüzünün en bilge insanlarının vadisine ancak Şamballa’nın ‘rüzgar ile’ yollanmış çağrısını ya da diğer bir ifadeyle Büyük Üstatlar tarafından telepatik olarak yollanan çağrıyı duyanlar tam bir emniyet içinde ulaşabilirler.” diye yazmaktadır.

Nicolas Roerich seyahatnamelerinde, gizli dünyanın girişine ulaşabilmek için dar bir yeraltı dehlizinde sürünerek ilerlemek zorunda kalan bir lamanın hikayesini anlatır. Turfan ve Türkistan’da bulunduğu sıralarda keşişler Roerich’e bazıları hiç kimse tarafından keşfedilmemiş olan birtakım mağaraları göstermişlerdi. “Şamballa Aşramları’na bu yollarla ulaşılabilir mi?” diye sormuştu Roerich.

Lamalar ise kendisine bu ülkenin sınırlarının meraklılardan bir hayli garip yöntemlerle
korunduğunu söylediler. Kayalardaki yarıklardan çıkan zehirli gazlar korunmayı sağlıyordu. Bazı anlatılara göre ise esrarengiz ışınımlar insanlarda (ve hayvanlarda) sarsıntılı titremeler meydana getiriyordu.

Sayısız Moğol efsanelerini toparlamış olan Ossendoi, garip bir rastlantı(!) eseri bir yeraltı mağarasına giren ve bir duman perdesi ile korunmakta olan salonlarla karşılaşan bir avcının hikayesini anlatır. Avcı geri döndüğünde başından geçenleri anlatmaya karar verir, ancak lamalar onun bu keşfini açıklamasını engellemek için derhal dilini kesiverirler.

Tesadüf diye bir şeyin olmadığını biliyoruz. Böylece bu talihsiz avcının hikayesi burada bitmemektedir, çünkü böyle bir geçidin girişini, şayet çağırılmamış olsaydı asla keşfedemezdi. Lamalar tarafından yapılan işkenceyi kabullenmekle konuşma yeteneğini yitirmeyi kabullenmiş oluyordu.

Bu şekilde yıllar boyunca, sakatlığından ötürü asla kederlenmeksizin yaşadı. Kendi iç sessizliğinde, yeraltı tapınağında yaşadığı unutulmaz hatıraları tekrar tekrar görüyor, yıllar geçtikçe birtakım gerçekleri, tıpkı kendisine yapılan işkencenin sebebini anlamaya başladığı gibi daha iyi kavrıyor, etlerini kesen ve dilini koparan ellerin sahiplerine olan duyguları minnete dönüşüyordu. Tüm bunları anlayabilmek için bir ömür geçmesi gerekmiş, saçları beyazlandığında da alelade insanların dünyasını terk etmiş ve o mağaraya geri dönmüştü. Bunun içerisinde kayboldu gitti ve bir daha da asla geri dönmedi.

GÖKTEN GELEN TAŞ

Nikolas Roerich, Gobi çölünde gece olduğunda gökyüzünde şimşekler ve ışık sütunları oluştuğunu görmüştü. Lamalar kendisine bunların Şamballa Kulesi’nden yollanan ışık huzmeleri olduğunu belirtmişlerdi.

“Bu kulenin üzerinde elmas gibi parıldayan ve ışıklar saçan bir taş bulunmaktadır.” diye iddia etmekteydiler.

Tibetli rahiplerce iyi bilinen bu taşa Sanskritçe’de Chintamani (Şintamani), Tibet dilinde ise Norbi Rinpoch adı verilir.

Andrews Thomas, “Tibet’de, M.S. 331 yılında kral Tho-thori Nyan Tsan hükümdarlığı sırasında içinde bu Şintamani taşının da olduğu dört kutsal obje bulunan ve gökten düşen bir sandığın mevcudiyeti herkesçe bilinirdi.” diye yazmaktadır.

Tibet efsanesi bu mücevheri sırtında taşıyan bir kanatlı attan ya da Tibet dilindeki adıyla bir Lung-Ta’dan bahseder. “Yukarıdan” gelen Bilgi’nin sembolü olan bu taş, demek ki Şamballa’nın en yüksek kulesinin tepesinde ışıldayacaktı.

İşte bu noktada bir kez daha evrensel bir mit ile karşılaşıyoruz: Yukardan düşen yıldırım taşı, Yuvarlak Masa şövalyeleri tarafından bıkmadan yorulmadan aranan Graal, tüm simyagerlerin arayıp durdukları filozof taşı, düşüşü sırasında, yani enkarne oluşu esnasında Lüsifer, yani Işık Taşıyıcısı tarafından kaybedilen yeşil zümrüt, gökten gelen kahramanlar tarafından samimi ve içten insanlara armağan edilen bu ateş, tanımlamayı başaramadığımız içimizdeki bu saf ve parlak alevle şuurlarımızın derinlerinde yanıp durmaktadır.

Tibetliler “gökten gelen ilahi habercinin” bu taşın bir parçasını Atlantis imparatoru Tazlavu’ya vermiş olduğunu anlatırlar.

Bu kıymetli taşın parçalarından biri bir parmak uzunluğundadır ve zihinsel titreşimlere karşı duyarlı bir frekans yaymaktadır. Üzerinde dört esrarengiz işaret kazınmıştır. Taş karardığında bulutların bir araya toplaştığı, ağırlaştığı zaman ise kan döküldüğü söylenir.

Bazıları Cengiz Han’ın bu taşı parmağında taşıdığını ve taşın kendisine tüm savaşlarda zafer kazandırdığını iddia ederler. Hindistan’da Akbar, Yahudiye’de Süleyman ve Çin imparatorlarından biri de bu sihirli taşın kısa süreli sahipleri arasında gösterilirler.

Bu mücevherin titreşimleri ve astral renkleri de yeryüzünün devrelerine göre değişir. Kali Yuga (bugünkü) Çağı’nda inisiyasyonun bu yeşil taşının üstünde uzun ve kanlı hatlar oluşmuştur.

Bir zümrüt saflığına, günün birinde insanlar Bilgi’nin sırlarını ifşa etmek ve onlarda dünyaüstü görüşün gözünü, aynı anda hem içe hem de dışa bakmayı sağlayan “üçünçü gözü” uyandırmak için arı yüksekliklerden inmiş bulunan Işık Taşıyıcısı’nın parlaklığına kavuşacağı Kova Burcu Çağı’na dek böyle kalacaktır.
Çigan inisiyelere göre (Agarta’dan gelmiş oldukları iddia edilen çingeneler) Kali Yuga, Vampirler Çağı’dır. Kehanetlerine göre Vampirler hükümranlığının ardından Parlak Horoz (Kova) Devri gelecektir.

KAN TAŞI

Nekromansi (*) ayinlerinde kullanılan büyülü taş yeşildir ve üzerinde kırmızı damarlar vardır. Bu vampirik güçlere adanmış olan taştır, kan simyası tarafından elde edilmiş olan kırmızı ve siyah Graal’dir.

Günümüzde de Transilvanya dağlarının ardında kaybolmuş vaziyette, Işık Şamballası’na uzun yeraltı tünelleriyle bağlı olan ve insanların ulaşamayacakları bir Vampirizm Şamballası mevcuttur.

Bu, “iyi” ile “kötü”nün birbirlerine bağlı oluşları ve Bilgeliğe gerçek çehresini kazandırmaları ile aynı yasaya bağlıdır. Kötü ile iyi aslında tek ve aynı şeydir, aynı parlaklığı paylaşmaktadırlar, çünkü hakikat, düalizmi ortadan kaldırır.

Kötü ile iyi, ne başlangıcı ne de sonu olmayan Ezeli-Ebedi Tanrı’nın, insanlara Evrensel Şuur’a ulaşmaları için verdiği ve imtihanları için gerekli olan görünümlerden ibarettir. Kan Taşı ve Zümrüt de aslında iki ayrı taş değildir. Bunlar aynı mücevherin çeşitli halleri, sayısız titreşimleri içindeki durumlarıdır.

Vampirizm hizmetkarlarının parmaklarında taşıdıkları Kan Taşı, aslında okültistlerce gayet iyi bilinen bir Heliotrop’tur. Batıl inançlara göre bu taşın kanamaları durdurma, şiddetli adet sancılarını azaltma, burun kanamasını durdurma ve şayet bir büyü ayini esnasında kullanılmışsa büyüleme ve hatta öldürme gibi yetenekleri olduğu söylenmektedir.

Şayet gümüş (ay madeni) bir yüzüğe takılırsa ve üzerine de bir vampir işareti kazınmışsa, ölüler ülkesine dalabilmeyi, Karpatlar’daki yuvalarına çekilmiş ve izole vaziyette yaşayan bu gaddar prenslerin, bu “gecenin senyörlerinin” esaretine canlı girebilmeyi sağlamaktadır.

Aynı şekilde yeşil taş da nur varlıkları davet etmeyi ve dağların ötesinde yer alan Şamballa’ya girebilmeyi temin etmektedir.

Jacques Bergier, Transilvanya’nın hayli esrarengiz bir coğrafya üçgeninde bulunduğunu açıklar. Beşeri tarihin son asırlarına damgasını vuran bazı dehalar bu üçgen içinde doğmuşlardır.

YASAK DÜNYANIN KAPILARI

Yasak ülkeye götüren binlerce yolu anlayabilmek için sayısız ezoterik geleneklere ve çeşitli yörelerin folkloruna göz atmak yeterlidir. 20. yüzyılda da, çağların ötesinden kendisine ulaşan çağrıyı duyan “asil yolcu”yu daima bekler vaziyetteki bu saklı eşikleri, bu efsanevi girişleri açıklamaktan memnuniyet duyulması kaçınılmazdır.

Bu konudaki en bilinen metinler Moğolistan’dan, Tatarlar’ın istila sahalarından, korunmuş vadilerden, Himalaya dağlarından ve Kuzey Kutbu’nun yakınlarında (Kadim Tule’nin bölgesinde) ve yeryüzü manyetizminden yalıtılmış bir bölgeden söz ederler. Kızılderili tradisyonlarına dayanan diğer bazıları da, Ölüler çölünde yer alan ve yeraltı şehirleri ile bağlantısı bulunan “esrarengiz kuyular”dan, ve sayısız insanın, bir altının (hiç şüphesiz başka türlü bir altın) peşinden koşarken kaybolup gittikleri Amazon’un en ücra bölgelerinden bahsederler.

Transilvanya’nın yüksek dağlarında, Curtea da Arges civarlarında yeraltı aleminin girişleri olan bazı mahzenleri sakladığı söylenmektedir.

İngiltere’de, Broceliande ormanının, Agarta’ya götüren gizli geçitleri saklamakta olduğu ifade edilir. Bu kapılardan biri, iddiaya göre “kayıp kuyu” denilen bölgede bulunmaktadır. İşte böylece, eski inisiyelere göre, dünyanın her parçasında insanlarca bilinmeyen bu kapılardan mevcuttur ve buna layık olan kişi, Şamballa’nın da çağrısıyla ve rehberliğiyle, binlerce kilometrelik ve bitmek tükenmek bilmez yeraltı koridorlarından ve dehlizlerden geçerek “Mutlular” ülkesine ulaşır.

AGARTA’NIN HABERCİLERİ

Şamballa krallığı zaman zaman insanlar arasına bir haberci yollar ve ona “garip ve sihirli biçimde ortadan kaybolmadan önce” tamamlanmak üzere okült bir misyon verir. Ezoterik gerçekleri ellerinde tutan bazılarının iddiasına göre yakın tarihin üç asrı boyunca ortalıkta görünmüş olan St. Germain Kontu da Agarta’dan yollanmış bir zattır.

15. Louis’nin danışmanı olan kontun, Marie-Antoinette’e de ihtilalin yakın olduğunu bildirdiği ve yaşının da üç yüz olduğunu söylediği anımsanmaktadır. Bilgisinin evrenselliği, çağının asilzadelerini çok şaşırtmıştı. Transilvanya (!) kökenli bir soydan geldiğini iddia ediyordu.

Andrews Thomas, “Onun, Aix-en-Province yakınlarında bir inziva evi olduğu ve burada bir Buda heykelinin karşısında tıpkı bir yogi gibi oturarak yoğun ve derin düşünce ve temaşa saatleri geçirdiği anlatılır.” diye yazmaktadır.

St. Germain Kontu’nun son sözleri Franz Gräffer’in hatıratında kayıtlıdır: “Himalayalar bölgesine gitmek üzere Avrupa’dan ayrılacağım. Orada dinleneceğim. Zaten dinlenmek zorundayım. 85 sene sonra beni yeniden görecekler.” Bu sözlerin söylendiği tarih 1790 senesidir.

19. yüzyılın sonunda Teozofi Cemiyeti’nin üyeleri St. Germain Kontu’na Venedik’de rastladıklarını söylemişlerdi. Kontun -şahitlerin belirttikleri üzere- Büyük Kanal’ın kenarında bir sarayı vardı.

Sulara batık Venedik kenti de yeraltı dünyasının bir uzantısı mıdır yoksa? Bu nokta, Kazanova hakkındaki bir araştırma sonucu aydınlanabilir. Bu maceraperest ve simyagerin, St. Germain Kontu ile yakın ilişkileri olmuştu. Kazanova bu konuda “Bir okült dehanın çağrısına cevap verdim.” demiştir.

Yoksa bu deha, onun ziynet eşyası gibi üzerinde taşıdığı garip büyülü taşlarda mı yatıyordu? Giacomo Kazanova çok genç yaştayken, kendisini Okült Sanatın ilk safhalarına inisiye eden ve yaşlı bir kasaba büyücüsü olan mürşidi ile tanıştı.

Bu, bir kadındı. Muranolu bu büyücü kadın onun burun kanamalarını iyileştirmişti. O devirde köy büyücülerinin kanamaları durdurmak için “Kan Taşı”nı kullandıkları bilinir. Benzer bir taş bu Venedikli okültiste de armağan edilmiş olamaz mı?

Yeraltı aleminin vazifelileri, her devrenin sonunda, yeni bir çağın sökmekte olan şafağını müjdeleyen haberciler misali ortaya çıkıvermektedirler.

Böyle varlıklarla karşılaşılması ancak yüksek amaçlarla olmaktadır. Fakat insanoğlu, şuurunu sarıp sarmalamış illüzyonların neden olduğu körlükle gerçek amacının ne olduğunu görememekte, el yordamı ile yürümekte ve düşüp durmaktadır.

İmkansız olana duyduğumuz özleme ve içimizdeki çağrıya kulak asmalı, keşif yolculuğumuza hemen vakit kaybetmeden başlamalıyız. İşte tıpkı Graal’ın peşine düşmüş eski şövalyeler gibi, efsanelerde sözü edilen ve kendi öz maceralarını kabullenmeyi bilmiş bu “asil yolcular” gibi olabilmek için üzerinde durmamız gereken gerçek değerler bunlardır. Belki böylece görünümlerin ötesinde, illüzyonun binlerce örtüsünün ardındaki gizli kapıyı keşfedebilir, hakikatler ülkesinin ışıltılarına layık olabiliriz.
(L’Autre Monde Dergisi No:26)

(*)Nekromansi: Yunanca’daki Nekros (ölüm) ve Manteia (kehanet) kelimelerinden türetilmiştir. Çeşitli ifşaatlarda bulunmalarını sağlamak amacıyla ölülerin ruhları ile temas kurma ilmidir. Nekromansi’de amaç daha çok geleceğe ilişkin bilgiler elde etmektir. Kökeni eski Mısır’a dek uzanır.

Jean Paul Bourre
Çeviren: Haluk Özden



Bu haber 29,140 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    3,034 µs