büyümenin sonuna mı geliyor? | " /> büyümenin sonuna mı geliyor? | "/>

En Sıcak Konular

Dünya büyümenin sonuna mı geliyor?

29 Haziran 2008 20:48 tsi
Dünya büyümenin sonuna mı geliyor? Dünya ve Türkiye’nin ekonomik gelişimini, bugünkü iktisadi koşulları ve global ekonomiye yönelik beklentileri akademik dünyanın önde gelen iktisat tarihçilerinden Şevket Pamuk ile Murat Öğütçen konuştu.

»Osmanlı İmparatorluğu’nun bugünkü Türkiye sınırlarına baktığımızda Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ile aramızdaki asıl farkın 19’uncu yüzyılda arttığını, 20’nci yüzyılda ise farkın kapatılamadığını görüyoruz. Farkın açılmasının ana nedeninin Sanayi Devrimi olduğunu biliyoruz. Fakat Türkiye sonraki dönemlerde açılan farkı niçin kapatamadı?

Türkiye ile bugünün gelişmiş ülkeleri arasındaki gelir farklılıklarının büyük bir zaman dilimi içinde nasıl geliştiğine bakalım. Sanayi Devrimi’ne kadar, kabaca 1800 tarihine kadar, Batı Avrupa ile Türkiye arasındaki farklar sınırlı kaldı. On altıncı yüzyıla kadar geri gidildiğinde, Kuzey Batı Avrupa’daki kişi başına gelirin Türkiye’den yüksek olduğu anlaşılıyor. Ancak bu farklılıklar 1800’e kadar 1’e 2 mertebesini geçmiyor. Ama bu fark 1800’den Birinci Dünya Savaşı’na kadar 1’e 3 ila 3,5’a kadar çıkıyor. Birinci Dünya savaşından günümüze kadar da yaklaşık olarak değişmeden kalıyor. On dokuzuncu yüzyılda arttı, 20’nci yüzyılda da biz arayı kapatamadık. Durum böyle özetlenebilir.

On dokuzuncu yüzyılda farkın artmasının temel nedeni sanayileşmedir. Yeni teknoloji Sanayi Devrimi ile beraber hızlı verimlilik artışlarına, gelir artışlarına olanak sağladı. Ancak 19’uncu yüzyılda Osmanlı ekonomisi sanayileşmeye başlayamadı. Kanımca bunun nedeni, 19’uncu yüzyılda Osmanlı ekonomisindeki sosyal ve siyasal ortamın bunun için elverişli olmamasıydı. Batı Avrupa, 16’ncı, 17’nci ve 18’inci yüzyıllarda sanayileşmeye kadar ciddi bir iktisadi büyüme yaşamamış olsa da kurumlarında çok önemli ilerleme sağladı. Kapitalist bir sanayileşme için gerekli birçok ön koşul sağlandı. Osmanlı toplumunda 19’uncu yüzyıla kadar bu gelişmeler olmadı. Dolayısıyla 19’uncu yüzyılda Osmanlı sanayileşmeye geçemedi.

Yirminci yüzyılda ise Türkiye bir sanayileşme sağlamakla beraber Avrupa ile aradaki farkı kapatamadı. Niçin aradaki fark kapatılamadı? Bu sorunun yanıtını verebilmek için iktisat teorisindeki son gelişmeleri gözden geçirmek gerekiyor.

Uzun bir süre iktisadi büyüme, gelir artışı denilen şeyin yatırımlar, fabrikaların kurulması, verimlilik artışı ile birebir ilişkili olduğu düşünüldü. Gerçekten böyle bir ilişki var. Yatırım yapmadan, fabrika kurmadan sanayileşme olmuyor fakat son 15, 20 yılda iktisadi gelişme için bu teknik hususlardan daha önemli olarak sosyal ve siyasal çerçevenin önemi öne çıkmaya başladı. İktisat teorisinde buna ‘kurumlar’ deniliyor. İktisadi büyümede kurumların önemi ortaya çıkıyor. Nedir bunlar? En önemlisi hukuk, kuralların güvenilir ve tutarlı olması. Toplumsal ilişkileri, iktisadi ilişkileri düzenleyen yazılı ve yazılı olmayan kuralların istikrarlı olması ve bu kuralların devlet tarafından uygulanması. Bunun içinde siyasal istikrar da var. Çünkü siyasal istikrar da hukuk, hukuk devleti olma ve kuralların uygulanmasını çok yakından etkiliyor. Türkiye’nin özelikle son yarım yüzyıldaki eksikliği burada ortaya çıkıyor.

Türkiye 20’nci yüzyılda gelişmekte olan ekonomilerle karşılaştırıldığında onların ortalamasından biraz daha iyi performans gösterdi, ama Türkiye bir Güney Kore gibi, Güney Avrupa gibi bir iktisadi bir mucize gerçekleştiremedi. Son tahlilde bunun en önemli nedeni kurumlarla ilgilidir. Bugün tekrar ortaya çıkmaya başladı ki bu, siyasal istikrarla ilgilidir. Çünkü siyasal istikrar makro-ekonomik istikrarı da güçlü şekilde etkiliyor.

Üçüncü olarak da eğitim konusu var. Belki 19’ncu yüzyılda eğitimin iktisadi büyüme üzerindeki etkisi daha sınırlıydı, fakat 20’nci yüzyılda giderek belirginleşiyor ki sadece elitlerin değil tüm toplumun eğitimi yüksek verimlilikle çalışan bir ekonomi için çok kritik önem taşıyor. Cumhuriyetin eğitimde bir devrim yaptığını söylüyoruz ama dünya ölçeğinde bir kıyaslama yapıldığında Türkiye’nin eğitimde hiç de başarılı performansı yok. On dokuzuncu yüzyılda da yok, 20’nci yüzyılda da yok. Bu durum Türkiye’nin daha teknoloji ağırlıklı, beceri ağırlıklı bir ekonomiye geçişini engelliyor artık.

»İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomik ilerlemenin Batı Avrupa’dan Güney Avrupa’ya inmesi, İspanya, Yunanistan ve Portekiz gibi ülkelerin zenginleşmesinde Avrupa Birliği’nin ne kadar etkisi oldu? AB gibi bir kurum olmasaydı ilerleme Güney’e iner miydi? Bu bağlamda Türkiye’nin 70’lerde AB’ye girmemesi ciddi bir hata mıdır?

On dokuzuncu yüzyılda bile örneğin İtalya, daha sınırlı ölçüde İspanya iktisadi gelişme açısından Osmanlı Türkiyesi’ne göre daha ilerideydi. Ama Güney Avrupa’nın 20’nci yüzyılda iktisadi gelişmede Batı Avrupa’ya bu kadar yaklaşması ya da Avrupa’ya bu kadar güçlü bir şekilde entegre olmasında AB’nin çok önemli bir rolü olmuştur.

Yunanistan çok küçük bir ülkedir, fakat İtalya ve özellikle de İspanya daha büyük oldukları için bizimle daha kolay karşılaştırılabilir. AB daha önce değindiğim iktisadi kurumların, siyasal kurumların kalitesini yükselten bir etki yapıyor. Sosyal ve siyasal çerçeve de iyileşme sağlıyor. AB’nin en önemli etkisi budur.

Güney Avrupa ülkeleri de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu etkiden çok yararlandılar. O zamanki adıyla Ortak Pazar, 1970’lerde Türkiye’ye üyelik önerdi mi? Bundan emin değilim. Ama Türkiye’nin böyle bir öneriye hazır olmadığı, Türkiye’de iktisadi elitlerin de örneğin sanayicilerin de özel sektörün de siyasetçiler gibi böyle bir entegrasyona hazır olmadıklarını biliyoruz. Belki Avrupa’nın da niyeti yoktu ama Türkiye de böyle bir sürece hevesli değildi. Böyle bir öneri oldu da biz reddettik diyemiyorum ama şimdi bir spekülasyon yapalım:

Eğer Türkiye 1970’lerde AB’ye üye olabilseydi bugün iktisadi olarak daha önemlisi siyasi olarak çok daha farklı bir noktada olurdu. AB ile gelir farkı çok daha az olurdu. Kabaca kişi başına gelirimiz herhalde bugünkünün iki katı olurdu. Yine tekrarlıyorum böyle bir seçenek var mıydı yok muydu bundan emin değilim ama AB üyeliğinin mutlaka bir iyileştirici etkisi olacaktı.

»Avrupa Birliği’yle ilişkiler açısından bugün gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Görüyoruz ki son 3 yılda süreçte çok büyük bozulma oldu. Bunda iki tarafın da sorumluluğu var. AB şimdiye kadar aday olan ülkelere hiçbirine yapmadığı uygulamalar yaptı. AB, Türkiye’yi belirli koşulları yerine getirdiği takdirde üye olacağı vaadiyle adaylığa kabul etti ancak sonra AB içinde bazı ülkeler bu koşullar yerine gelse de gelmese de Türkiye üye olmamalı diye bir tavır sergilediler. Bu Avrupa’nın yanlışı. Bu durum 2005’ten itibaren Türkiye’deki siyaseti de mutlaka etkiledi. Ben AB perspektifinin 1999’dan itibaren Türkiye siyasetini çok olumlu etkilediğini düşünüyorum. Türkiye’de AB perspektifinin demokratikleşme yolunda, 1982 Anayasası’nın aşılması yolunda çok önemli atılımlar sağladığını, bu atılımları desteklediğini düşünüyorum. 2005’ten itibaren AB’nin de etkisi ile Türkiye’de siyasal iktidar atılımları durdurdu. Bunda AKP’nin de sorumluluğu var. AKP de AB hedefinden giderek uzaklaşmaya başladı.

»AKP’nin kapatılması halinde müzakereler askıya alınabilir mi yoksa bir şekilde devam eder mi?

İlişkilerin askıya alınması mümkün. Ama işin o noktaya gelip gelmeyeceği Anayasa Mahkemesi’nin vereceği somut karara bağlı olacaktır. Benim şöyle bir izlenimim var. AB’nin en üst düzey yetkili kurulları Türkiye ile ilişkileri askıya almaktan yana olmayabilirler ama Türkiye de AB normlarından bir hayli uzaklaşıyor. Onun için Anayasa Mahkemesi’nden çıkacak karara göre işler o noktaya da gelebilir.

»Bugünün Türkiye ekonomisi hakkında neler söylemek istersiniz?

Türkiye hemen hemen hiç sanayisi olmayan bir ülkeden başlayarak sanayileşmede önemli mesafe sağladı. Ama dünya ekonomisi açısından ortalama gelişme sağladı. Aradaki fark kapanmadı. Türkiye’nin daha hızlı gelişme sağlayabilmesi için kurumlar çok önemli. Eğitim de çok önemli. Türkiye sanayileşmede emek yoğun dalları aşmakta zorlanıyor. Türkiye becerilere dayalı bir sanayi ekonomisi aşamasına geçemiyor. Hâlâ ucuz emeğe dayalı bir sanayileşme aşamasındayız. Ucuz emeğe dayalı bir sanayileşme ile de gelirinizi ancak kişi başına 10 bin dolara kadar çıkartabiliyorsunuz. Fakat daha ileri gidebilmek için daha yüksek teknolojiler kullanabilen bunları özümseyen bir ekonomi olabilmek için hem eğitimde sıçrama gerekiyor hem kurumların kalitesini yükseltmek gerekiyor. Kurumlar derken iktisadi ve siyasal kurumların kalitesini yükseltmek gerekiyor. Türkiye o geçişi yapamıyor.

»Batı Avrupa ile Türkiye arasında eğitim kalitesinde fark çok mu?

Uluslararası karşılaştırma yapıldığında kişi başına kaç yıl okula gidildiğine baktığınızda Türkiye’nin çok geride kaldığını görüyorsunuz. Sadece Batı Avrupa olarak da bakmamak gerekir. Kore ile kıyaslandığında da fark çok çarpıcı, Japonya ile de çok çarpıcı. Türkiye de az sayıda elit üniversite var. Ama elitlerin iyi eğitilmesiyle olmuyor. Eğitimin kitlelere yayılması gerekir. Türkiye o aşamada çok zorlanıyor. Türkiye’nin eğitime 20’nci yüzyılda çok daha fazla kaynak ayırması gerekiyordu. Eğitim her zaman meyvelerini çok uzun zamanda verir. Siyasetçiler de konunun üzerine eğilmediler. Daha yüksek teknolojiye sahip bir ekonomiye geçişte zorlanıyoruz. Eğitim düzeyinin yetersiz kalması siyasal kurumlarımızı da etkiliyor. Siyasal istikrarsızlıkları aşmamızı güçleştiriyor.

»Çin ve Hindistan’ın gelişmesi dünya gelir dağılımı üzerinde gelir dağılımını düzelten mi yoksa bozan bir etki mi yaratıyor?

Bunun çok basit bir yanıtı yok. Çin ve Hindistan son döneme kadar dünyanın en yoksul bölgeleri arasında yer alıyorlardı. Şimdi ise Çin ve Hindistan çok hızlı iktisadi büyüme yaşıyor. Ama her iki ülkede de iktisadi büyüme ülke içindeki gelir dağılımını bozuyor. Çin’de çok daha çarpıcı görülüyor bu durum. Hızlı büyüyen bölgelerle çok büyük bir ülke olan Çin’in geri kalan bölgeleri arasındaki gelir farklılıkları müthiş artıyor. Çin’de çok fazla zenginler ortaya çıkmaya başladı. Çin’in gelir dağılımı 20, 30 yıl öncesine göre çok daha eşitsiz hale geldi. Fakat bunlarla beraber bu iki ülke dünyanın en yoksul ülkeleri arasındaydı. Bugün ise Çin ve Hindistan’da ortalamaların yükselmesinin, tüm dünya açısından düşünürseniz gelir dağılımına olumlu etkileri de var.  

Son birkaç yılda çarpıcı şekilde görüldüğü gibi enerji kaynakları ve hammaddeler üzerinde bir baskı oluştu, şimdi de gıda malları üzerinde çok büyük baskı var.  Aynı zamanda hızlı büyüme çok yüksek miktarda karbon salınımına yol açtığı için dünyanın iklimini çok temelden değiştirme tehlikesini ortaya çıkardı. Bu iki gelişme de 21’inci yüzyılda iktisadi büyümenin yavaşlayabileceğini, ondan öte tökezleyebileceğini gösteriyor. Ve karbon salınımlarında, hem de sanayi ile teknolojilerde çok radikal bazı değişikliklerin gerektiğini gündeme getiriyor.

Yeni teknolojilerin geliştirilmesi gerekiyor. Devletlerin bu teknolojileri destekleyecek çok güçlü mekanizmaları devreye sokmaları gerekiyor. Karbon salınımını çok radikal bir şekilde azaltmak gerekiyor. Bu, sadece birkaç devletin değil tüm devletlerin bir araya gelerek alacakları kararlarla mümkün. Bunlar çok büyük pazarlıklar gerektirecek. Karbon salanlara büyük vergiler uygulamak gerekecek. Bugüne kadar pek bir şey yapılmadı. Ama son 50 yıldaki gelişmenin bu şekilde sürmesi mümkün değil.

»Çin ve Hindistan’daki gelişmelerin sonucunda yüzyılın ortalarına doğru güç dengesinde tek kutuplu dünyadan çift kutuplu dünyaya geçilir mi?

Sadece Çin ve Hindistan değil gelişen ülkelerin daha başarılı olanları 21’inci yüzyılda ABD’den ve özellikle Avrupa’dan daha hızlı büyüyecekler. Uzun vadeli bakıldığında ABD’nin bir avantajı var. ABD, zengin kaynakları olan bir kıtada ve teknolojik olarak da güçlü. Ama 21’inci yüzyıl, Avrupa için daha zor olacak gibi gözüküyor. Avrupa iktisadi büyüme sürecini, gelirlerini artırmakta daha zorluk yaşayacak. Yirmi birinci yüzyılın ikinci yarısında bugünkünden çok daha farklı bir iktisadi güç dağılımı göreceğiz. Asya giderek güçleniyor. Bunun siyasal güce de yansıdığını zaten görüyoruz.

Değişen koşullarda Türkiye’nin eğitim hamlesini yapması ve teknolojik altyapıyı sağlaması çok daha önemli olacak. Türkiye’nin orta vadede düşünecek olursak şu anki düşük ücretli ekonomilerle rekabet etme şansı yok. Bizim daha yüksek teknolojiler kullanarak kendimize yer bulmamız gerekiyor. Çin  ile ucuz emek üzerinden rekabet edemeyiz. Bizim onun için mutlaka daha yüksek teknoloji kullanan, katma değeri daha yüksek ürünler, sektörler bulmamız gerekiyor. Bunun için de çok daha ileri eğitim düzeyine ihtiyaç var. Ama gelin görün ki son on yılda Türkiye eğitimde bir siyasal kavganın odağı haline geldi. Bütün aşamalarda eğitime çok büyük kaynaklar ayrılması gerekirken bu kavga nedeni ile de eğitimde bir hamle gerçekleşmiyor. Eğitimi artık okul sayıları üzerinden düşünmemeliyiz. Eğitimi içerik üzerinden, bilimleri nasıl öğrettiğimiz üzerinden düşünmeliyiz.

***

Çağdaş Türkiye üzerine yurtdışında kurulan ilk kürsü

»London School Of Economics’te ‘Çağdaş Türk Çalışmaları Kürsüsü’nün başında bulunuyorsunuz? Faaliyetleriniz hakkında bizi bilgilendirebilir misiniz?

Bu kürsü çağdaş Türkiye üzerine yurtdışında kurulan ilk kürsü. Daha önce Kuzey Amerika’da ve İngiltere’de Osmanlı tarihi üzerine kürsüler kurulmuştu. Bu kürsüde sadece Türkiye-AB ilişkileri değil, çağdaş Türkiye ile ilgili akademik çalışmalar yapılacak.

Türkiye’nin siyaseti, ekonomisi, toplumu üzerine araştırmalar yapılacak. İngiltere’de, daha sonra Batı Avrupa’da yine Türkiye üzerine çalışmalar yapan bilim insanları ile faaliyetlerin güçlendirilmesi, bir üniversitelerarası ağın oluşturulmasına çalışılacak.

»İktisat tarihi üzerine yazmış olduğunuz çok sayıda kitap ve makaleniz var. Yeni bir çalışmanız var mı bizimle paylaşabileceğiniz?  

Aslında bugünkü konuştuğumuz konular halen üzerine çalışmakta olduğum kitabımın da konusu. Bitirmeye çalıştığım kitap Türkiye coğrafyasında son 200 yılda iktisadi büyümenin tarihi. İki yüz yılda Türkiye’yi dünyanın diğer bölgeleri ile karşılaştırdığımızda nereye yerleştirebiliriz ? Niçin iktisadi büyüme bu düzeyde oldu? Bu sorulara yanıt vermeye çalışıyorum. Bu çalışmada odak noktası bugünkü Türkiye sınırları olacak. Bir de bizim iktisat tarihçiliğimizde araştırmacılar ya Osmanlı dönemini ya da Cumhuriyet dönemini çalışırlar. Bu yüzden süreklilikleri hep kaçırıyoruz. Ben ikisini beraber ele almak istiyorum.

Birgün/Murat Öğütçen



Bu haber 789 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    4,574 µs