En Sıcak Konular

'Eşimin ölüsüyle bile uğraştılar'

9 Haziran 2008 14:49 tsi
'Eşimin ölüsüyle bile uğraştılar' Belge Yayınları’nı eşi Ayşe Nur Zarakolu ile birlikte 1977’de kuran Ragıp Zarakolu’nun en ağrına giden olay, devletin eşini öldükten sonra yargılayıp mahkûm etmesi olmuş.

Ayça Örer'in röportajı:

Hakkınızda açılan davalara rağmen 30 yıldır Belge Yayınları’nı yürütüyorsunuz. Ne koşullarda kuruldunuz?
Bu yayınevini Ayşe Nur Zarakolu’yla 1977 yılında kurduk. Niye kurduk? İkimiz de üniversite kökenliydik, o sosyoloji, ben iktisat. Ayşe aynı zamanda İktisat Fakültesi’nde kütüphane müdürüydü. Türkiye’de zincirleme askeri darbeler sonucu akademik programları askıya almak zorunda kaldık. Tez vermeye fırsat kalmadan, 1971’de Ant Dergisi yazarı olmaktan tutuklandım. Bir grup aydınla birlikte yargılandık. Sabahattin Eyüboğlu, Tilda Gökçe, Azra Erhat, Masis Kürkçügil, Harun Karadeniz...500 yıla varan cezalar istendi. Sıkı yönetim ilan edilmişti, bunun için de gerekçe lazımdı, ilk boy hedefi aydınlar oldu. Baş sanığımız Şadi Alkılıç’tı. Türkiye’nin ilk düşünce suçlusu. Cumhuriyet Gazetesi bir yarışma açmıştı, o da Türkiye’nin Tek Kurtuluş Yolu Sosyalizmdir yazısıyla birinci oldu. Şimdiki 301 gibi o zaman 141-142 maddeler vardı. Adamcağızı komünizm propagandası yapıyor diye hapse attılar. Türkiye’de Af Örgütü’nün yeni kurulduğu dönemlerde, ilk kampanya Şadi Alkılıç için yapıldı. Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye temsilcisi Selma Asword’du. Türkiye’de birçok insanla yazışıyordu. Askeri savcının senaryosuna göre, onunla konuşan kim varsa, yurtdışında komünist bağlantısı vardı. Böyle bir komplo içinde gözaltına alındık. Şimdi de dinlemeler var ya o zaman ilk dinleme heyecanlıyla dinleme aletleri getirilmişti. Bu devlet nelerle uğraşıyor? Bu devlet Yaşar Kemal’in karısı Tilda Gökçe’yle, Sabahattin Eyüpoğlu’nun karısı Magdi Rufer ve Azra Erhat’ın telefonlarını dinliyor. Bunlar banda alınıyor. Bu bantlarda onlar, 1965 seçimlerinde neşeli bir sohbet içinde demişler ki, “bu iş seçimle olmaz, icabında çatal ve bıçak da kullanılır”. Bu laf ciddi ciddi davamızın delili oldu. Devleti çatal bıçakla bölmek...”

Silah olarak çatal bıçak kullanıp, devlete saldırmak yani?
Evet devlete çatal bıçakla saldırmaktan. Fransız filojisinden Berke Vardar geldi bilirkişi olarak, tercümelerin doğru yapılıp yapılmadığına ilişkin tanıklıkta bulundu. 1945’te Sabahattin Eyüboğlu, Milli Eğitim Bakanlığı’nda klasikleri çıkaran komisyonun başkanlığını yapmış, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün övündüğü program. Bu devlet öyle bir devlet ki Eyüboğlu’na 1945’te cezaevinde bulunan Nazım Hikmet’e çevirmesi için Tolstoy’un Harp ve Sulh’u göndermesine 1971’de dava açtı. Sabahattin bey bu olayı hiç hazmedemedi. Depresyona girdi hapiste. Cezaevinde fırıldaklar, rüzgar gülleri yapardı. Çıktıktan bir süre sonra kalp krizinden öldü. Bu ölümün sebebi bence 12 Mart cuntasının aydınlar üzerinde yaptığı terördü. 12 Mart çok sistematik bir şekilde aydınlara terör uyguladı. Ankara’da İstanbul’da öğretim görevlisi kalmadı. İdris Küçükömer, Baskın Oran, Mete Tuncay, Sencer Divitçioğlu... Bu devletin aydınları teslim almasında ilk önemli harekattı. Herkes kitaplarını korkuyla attı. Evlere gidiyordum, sıcak hava, soba yanıyordu. Baca çekmiyordu evler duman doluyordu.
 
Ama 12 Mart’ta kitapların ve aydınların yaşadıkları 12 Eylül’le kıyaslanamaz değil mi?
12 Mart’ı katladı 12 Eylül. 12 Mart sosyalliği önlemek için boğazdaki bütün kahveleri kapattı. Biz bu koşullar altında buna da bir direniş olarak Belge Yayınları’nı kurduk. Ekolümüz Ant Yayınları’dır. O da Türkiye yayıncılığında önemli bir kilometre taşıdır. 12 Mart’tan sonra kültürel hayatta patlama oldu. 1975-1980 arası en çok kitap okunan dönemlerdendi. İnanılmaz trajlar oluyordu. Kitapların baskısı 5 binden başlayıp 10-20 bine çıkıyordu. Politik dergilerin 100 bin sattığı oluyordu. Belge Yayınlarını kurmadan önce Gözlem Yayınları deneyimimiz oldu. 77 yılında dedik ki, “biz niye bir yayınevi kurmuyoruz?” Ayşe üniversitedeki görevinden istifa etti, 78 Ocak ayında ilk kitabımızı çıkardık, David Riazanov’un Karl Marks ve Eserlerine Giriş kitabı. Belgeleme tutkusundan ismini Belge koyduk. O dönemdeki yerleşik Ortodoks eğilimlere karşı Marksizm zenginliğini yansıtabilmek için farklı yazarları seçtik. Gramsci, Rosa Lüksemburg, Lukacs gibi isimleri seçtik. Programımız tabii 12 Eylül’le kesintiye uğradı.

Yayınlarınıza ara verdiniz mi o dönem?
50 tane yayınevi, 500’ün üstünde kitabevi kapandı. Korkunç bir yıkım dönemiydi. İnsanlar kitapları yakıp, denize döktüler. Denizin altından epey kitap çıkar. O dönemde “duramayız” dedik ama istediğimiz gibi yayın olanağı da yok. Militarizmi doğrudan eleştirmemiz mümkün değil. Bunun üzerine dünyadaki diktatörlükleri anlatan kitaplar yayınlamaya başladık. Diktatörlük başlayalı henüz bir yıl olmuştu. Siyasi partiler kapanmıştı, hürriyet bildirgelerini yayınladık. Magna Carta’dan İnsan Hakları Beyannamesi’ne kadar. Darbeden bir ay sonra 24 Ocak kararlarıyla ilgili Mustafa Sönmez’in bir çalışmasını yayınladık. Diyebilirim ki o dönem yayına devam eden tek yayıneviydik. O yüzden de kitaplarımız o dönemde okunmaktan lime lime oldu.

Peki nefes almayı başardığınız bu dönemde hiç duvara çarpmadınız mı?
Doğru, her şeye rağmen yayın yapmamız nefes aldırdı. Yayınevini kapatsak, hiç ilgisiz kitaplar yayınlasak çok mutsuz olurduk ama 1982’de duvara çarptık. Türkiye solunun tarihiyle ilgili bir çalışmasını yayınladık Mete Tuncay’ın. “Akademik bir kitaptan sorun çıkmaz” diye düşündük. Biraz naifçe düşünmüşüz tabii. Kitap toplandı ve eşim gözaltına alındı. Gözaltına alındığı vakit, komiser masaya vurup, “Biz nesli imha ettik siz niye hortlatmaya çalışıyorsunuz’ dedi. Onlar için sol imha edilmeliydi ve solun tarihini anımsatan bir şey isterse Osmanlıca olsun bu solu hortlatmak anlamına geliyordu. Kitabı yasakladılar. Askeri rejim altında bile hâlâ cesur savcı ve hâkimler vardı ve beraat ettik.Yine de eşim bütün bir yaz tatilini Metris’te geçirdi. Çocuklarla onu ziyarete gidip geliyorduk.
Kitabımızı geri aldık dağıttık, fakat arkasından o dönemdeki İstanbul Sıkıyönetim komutanı Toruntay yeniden yasakladı. “Beraat etmiş olabilir ama sıkıyönetim olarak ben yasaklıyorum” dedi. Sıkıyönetim kalkmadan bir ay önce imha edildi. Kitabı geri alışımı da hiç unutmam. Sultanahmet Adliyesi’nin altında Kafka hikayelerindeki gibi bir ortam vardı. Şatoda gibiydim. Büyük İstanbul Adliyesi’nin altında kocaman dehlizlerden geçtik. Bütün adliyenin altını kaplıyordu. Tepeleme yığılmış kitaplar dergiler. Bütün bir tarih oradaydı. Ben sağdan soldan cebime küçük kitaplar dolduruyordum. Bir daha böyle şeyler nereden bulunur? Sonra kitapların yok olduğuna da şahit oldum. Dido Sotiriyu’nun Benden Selam Söyle Anadolu’ya kitabını yayınladık. Türk ordusu ve Türklüğe hakaretten yargılandık bu kitapla da. Bu davadan da beraat ettik. Bunda Sotiriyu’nun Abdi İpekçi Türk Yunan Dostluk Ödülü’nü alması etkili oldu. Kitabı geri almaya gittiğim vakit yine aşağı kata indim yük asansörüyle. Adliyenin altı bomboştu. O dönem kitaplar ya yakıt olarak kullanıldı ya da SEKA’da yeniden kağıt oldu.

Kitap soykırımı yaşandı yani...
Tabii resmen kitap soykırımıydı 12 Eylül. İnsanların yaktığı kitapların haddi hesabı yoktu. Ne yapsın insanlar? Evleri basılıyor, asker Larosse görüyor, komutanım “bakın burada Rus kitabı var” diyor, gözaltına alınıyorlar. Herkes başı kitaptan derde girdiği için kitap yaktı o dönem. Kitaplar silah gibi toprağa gömüldü. Orada nemden çürüdüler. Naziler meydanlarda yaktı kitapları, 12 Eylül insanlara yaktırdı. Kendileri de kışlalarda yakıt olarak yaktılar. İnanılmaz bir kitap kıyımı yaşandı. Kitaba kıyan insana da kıyar. 20. yüzyılda Nazi Almanya’sında önce kitaplar sonra insanlar yakıldı.

Bu sis perdesi nasıl kalktı?
Gözaltı süresi 90 gündü. Bu işkenceye izin vermekti. Korkunç şeyler yaşandı Ankara DAL’da. Cezaevleri korkunçtu. Bu korkunç koşullar altında bile insanlar bir çeşit direnme olarak şiir yazdılar. Cezaevinde yazılan edebiyatı Yeni Sesler dizisiyle kitaplaştırdık. İşkence tanıklıklarını da yayınladık. Tabii bunu militarizm devam ederken yayınlayamazdınız. 83 seçimlerinden sonra şartları zorlamaya başladık. Başımız derde girdi, davalar açıldı, kitaplar yasaklandı ama bu konuyu tartıştırmanın başka yolu yoktu. 1990’da İsmail Beşikçi’nin kitaplarını yayınlamaya başladık. Peş peşe devam ettik davalara karşı yayınlamaya. Devlet o dönemin 301’e karşılık gelen maddesi 142’yi 1991 yılında kaldırdı, davalarımız o zaman düştü. Birkaç ay sonra Anti-Terör Yasası’nı devreye soktu. Bu sefer ondan yargılanmaya başladık. Tabulara karşı mücadelemizi 1993 yılında Yves Ternon’un Ermeni Tabusu kitabını yayınlayarak devam ettirdik. O konuda hiç alternatif kaynak yoktu. O konuda resmi tarih devredeydi. Daha sonra Vahakn N.Dadriyan’ın İttifak Devletleri Kaynaklarında Ermeni Soykırımı kitabını yayınladık, ona da dava açıldı ve onu kazandık. O davada kazandığımız hukuki başarı başka kitapları basmamızı mümkün kıldı. 2003’te aşırı milliyetçiliğe bağlı olarak yeniden sorun yaşamaya başladık.

Bu mayın tarlası gibi. Nerede neyin patlayacağı belli değil...
Değil tabii. Çok naif bir kitaptan dava açılabilir. Sorunları daha ciddi tartışan bir kitaptan açılamayabiliyor.
 
EŞİMİN ÖLÜSÜNE DE SAYGISIZLIK ETTİLER •
Yayıncılık serüveninizi paylaşan eşinizi kaybettiniz. Bu arada ilişkinizi nasıl götürdünüz?
Çok uyumlu götürdük. Bütün bu hayhuy arasında yaşadık. 72’de yaşamımızı birleştirmiştik. Bize yönelik hukuka aykırı kararları AİHM’de mahkûm ettirdik. Bu kararlar haksız ilan edildiği halde devlet yöneticileri tarafından hâlâ varmış gibi sürdürüldü. Demek ki biz ölsek de öteki dünyaya da gitsek, Türkiye’de resmi ideolojinin vurduğu damgalar silinmiyor. Eşim Ayşe Nur öldükten bir yıl sonra Nebahat Altıok’la birlikte mahkû m edildi. Bu bir anlamda bu sistemin ölülere de ne kadar saygısız davrandığını gösteriyor. Uygar bir toplum en azından ölüler karşısında barışçıdır. Biz eşimin birçok anmasını sivil toplum telsizleriyle yaptık. Bu bir taciz. Kaybettiğiniz bir insanla özel bir an bölüşeceksiniz, ne anlamı var telsiz sesinin. Oğlum annesinin başında yaptığı konuşmayla ölümünün 40. gününde evden polis tarafından alındı, yargılandı.

Özel bir hayat alanı istemediniz mi hiç?
İster istemez programlarımız etkileniyor. Birkaç yıl önce yayınevini oğluma arkadaşlarıma bırakma planı yaptım. Özel hayatımda ona göre şekillenmişti ama mahkemelerin devam etmesi,yayınevinin sorunlarla karşılaşması ister istemez kendi özel programımı iptal etmeme neden oldu.

 
12 EYLÜL’DE ÇOCUK KİTAPLARI POŞETE KONDU •
Zarakolu deyince akla hep bir dava geliyor. 30 yıldır aynı şeylerle uğraşmak zor değil mi?
Bazen bu yorucu ama bu da bir çeşit misyon. Bunu yapmak zorundayız. Ben Yayınlama Özgürlüğü Komitesi başkanıyım, yıllık raporlar hazırlıyorum, 301’den bulabildiğim dava sayısı 60-70, Adalet Bakanlığı bir rakam açıklıyor, 1000 üzerinde. Rezalet bir durum. Bir şekilde davalar düşüyor, kaldırılıyor ve her seferinde “Bu davadan kurtuldunuz başka dert almayın” deniyor. Sonra oto-sansür başlıyor hem yazarlarda, hem yayıncılarda. Elif Şafak’ın söylediği gibi kelimeleri daha dikkatli seçiyor. Kendi kendimizin polisi oluyoruz.

Yok olan, yok edilen kitaplar arasında şu anda bilmediğimiz kitaplar var mı?
Birçok yayınevinin stoklarındaki kitaplar imha edildi. Tercümeler de gitti. Çok kaybolmuş eser var. 1994’te yayınevinin bombalanmasıyla bazı dosya ve çevirilerimizi kaybettik. Çocuk kitapları da boy hedefi oldu 12 Eylül’de. O dönemde çok kaliteli bir çocuk yayıncılığı gelişmişti. Beykoz’da bir okulda Gözlem Yayınları’nı bir kitabı babası subay bir çocuk alıyor, o “Böyle kitaplar okullara veriliyor“ diye ihbar ediyor. Editör Ahmet bey yayınevinden suçlu gibi götürüldü. Stoklara el kondu. Oda Yayınları’nın çocuk kitapları “Sakıncalıdır” diye müstehcen kitap gibi poşette satıldı.

 Taraf/AYÇA ÖRER



Bu haber 825 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    4,547 µs