En Sıcak Konular

Numan Kurtulmuş'a göre AK Parti nasıl kurtulur?

14 Mayıs 2008 13:00 tsi
Numan Kurtulmuş'a göre AK Parti nasıl kurtulur? AK Parti'ye açılan kapatma davasından sonra Erdoğan'ın yerine aday gösterilen kişiler arasında gösterilen SP'li Numan Kurtulmuş; davayı, Batı'yı ve dünyadaki krizleri değerlendirdi.

Mustafa Canbey'in röportajı:

Dünya bugün bir gıda krizi yaşıyor. Siz bu krize yıllardır vurgu yapıyorsunuz. Gelinen noktayı nasıl yorumlamak gerekir?
Birinci ve ikinci petrol krizlerinin ardından sanayi ötesi dönem, diğer ifadeyle bugünkü adıyla finans kapitalizminin hâkim olduğu döneme girdik. Sanayi kapitalizmi bu sorunlarını aşabilmek için iki çözüm buldu. Bunlardan birisi küreselleşmeydi, diğeri ise yüksek teknolojileri geliştirmekti. Böylece, iktisaden gelişmiş ülkelerde kâr marjı yüksek alanlara geçilecek ve muhtemel durgunluk önlenecekti. Çünkü, insanlar akla gelebilecek her şeyi üretmişti, gelişmiş ülkeler için söylüyorum, üretilebilecek çok az şey vardı. Bu noktada geleneksel sektörlerde üretim ve tüketimde bir durgunluğun ortaya çıkması kaçınılmazdı. Çünkü yeni dönemle birlikte refahı orta kesime yayan işler ortadan kalktı ya da azaldı. Halkın önemli bir kısmı işsizleşti. Böylece ABD başta olmak üzere 1990’ların başından itibaren bütün büyük ülkelerde ekonomik kriz ortaya çıkmış oldu. Nasıl sanayi kapitalizmini durduran petrol krizleri olduysa, sanayi ötesi kapitalizmin gidişatını durduracak olan bir krizler dizisi de olacaktır. Gıda krizi bunlardan bir tanesidir. Arkasından su krizi, ekilebilir arazi krizi gelecektir. Uzun süreli potansiyel krizler de bunları izleyecektir.

Krizlerin sürekli tekrar etmesi ne anlama geliyor? Burada da sanki başka bir şeyler var...
Şu an dünya öyle bir noktadadır ki üretime dayalı bir sistem yok. Fiili üretimin 15 katı hizmet üretimi var. Dünyada en çok kâr eden sektör hangisidir? Bankacılıktır. Ne satıyorlar? Zaman satıyorlar. Sigortacılık sektörü risk satıyor. Turizm sektörü ise eğlence satıyor. Reklâmcılık sektörü imaj satıyor. Dünya ekonomisi spekülatif kazanç üzerine kurulu. Şu son gıda krizinde, dünyadaki 5 büyük şirketin gıdada çevirdikleri oyunlardan kazandıkları paralarla finans sektöründe de spekülasyon yaptıkları ortaya çıktı.

Buna gıda emperyalizmi de diyebilir miyiz?
Adına ne dersiniz bilmem ama zaten küresel anlamda bir emperyalizm var. Bu da şu ülkenin bu ülkenin emperyalizminden ziyade, gücü elinde bulunduran sayıları birkaç yüzle ifade edilecek şirketlerin hâkimiyetine dayalı bir emperyalizmdir. 1980’den beri ülke ülke, bölge bölge kendi istekleri doğrultusunda dünyayı şekillendiriyorlar. Ve sonuçta büyük şirketlerin yönettiği bir küresel ekonomi var. Bundan bir süre önce ABD’de çıkan kriz karşısında Amerika Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke, Amerikan ekonomisinin karşılaştığı sorunların en büyük sebebinin milli bir ekonomiye dayanmaması olduğunu söyledi. Bizim söylediğimizi teyit ediyor. Dolayısıyla bu süreç birçok krizle devam edecek olan bir süreçtir. Esas krizi ise bir medeniyet krizi şeklinde ortaya çıkacaktır. Son 2–3 asırdır dünyaya hâkim olan, öncülük yapmaya çalışan batı uygarlığı bugün iflas etmiştir. Dünyadaki sorunları çözebilme imkân ve ihtimali bulunmuyor. Dolayısıyla arkası arkasına krizleri taşıyan bir potansiyel var. Bugün bir krizle karşı karşıyayız, yarın da başka krizlerle karşılaşacağız.

Anlaşılan bundan sonra artık dünyada sosyal adalet daha fazla konuşulan bir konu olacak…
Son 200 yıldır bütün dünyayı kapitalist ve liberal değerler üzerinden şekillendiriyorlar. Tamamen bireysellik, rasyonellik, manevi ve insani olanı hayattan dışlama üzerine kurulu bir model. Bunlar yeryüzüne ‘bizim malımız, mülkümüz’ gözüyle yani temellük duygusu ile bakıyor. ‘Dünyayı hemen sömürmemiz gerekiyor. Sonraya bırakmayız” diyorlar. Kendilerini bu dünyada ebedi sanıyorlar ve dünyanın hâkimi olarak görüyorlar. Emperyalizmin esas kaynağı burasıdır. Batı emperyalizmi, batı kapitalizmi bugün ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya… Buna alternatif bir şey çıkacak. Bu nereden çıkacak sorularına da yıllardır cevap arıyorlar. İslam dünyasının ve Doğu’nun buna alternatif olarak çıkacağı endişesini hep duydular. Bu sebeple İslam dünyası üzerine özel programlarla yoğunlaşıyorlar. Bunu asla bir hükümetin bir şahsın yanlışları olarak göremeyiz. Bugün gelinen nokta bir medeniyet, uygarlık krizidir. Dünyanın sorunlarını batılı değerlerle çözmek mümkün değildir.

İslam Dünyasının mensupları dünyaya nasıl bakıyor?
İslam medeniyetinin mensupları olarak dünyaya böyle bakmıyoruz. ‘Biz dünyanın bize miras bırakıldığını düşünüyoruz. Biz bu mirası en iyi şekilde koruyup, kollayarak bizden sonraki nesillere daha iyi bir şekilde bırakmak zorundayız. Hz. Peygamberin, ‘Kıyametin koptuğunu duysanız elinizdeki fidanı dikin’ sözünün anlamı budur. Dünya sizin babanızın malı değil, bundan sonra da hayata gelecek olanların malıdır demektir bu. ‘Önünüzden bir nehirden abdest alıyorsanız bile israf etmeyin’ sözü de sizden sonra oraya da uzanacak ellerin o suda hakkı var demektir. Dünyada kimse açlıktan ölmüyordu. Ama şimdi mango tarlalarında çalışan insanlar açlıktan ölüyor.

Batı medeniyeti iflas etti

Batının bu oburluğu nasıl önlenecek?
Bu sadece Batı’nın problemi değil, batılılaşmış bütün beyinlerin problemidir. ‘Dünya benim malımdır’ gözüyle bakan herkes, emperyalist düşüncenin yanında yer alıyor demektir. Bu doğu batı meselesi de değildir. Batı’nın içerisinde de problemler vardır. Batı’daki refah artışından istifade edemeyen milyonlarca batılı vardır. ABD’de 35 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Avrupa’nın şehirlerinde binlerce insan evsiz yaşıyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik alabildiğince artıyor. Bu ben dünyaya sahibim istediğimi yaparım anlayışıyla çözülemeyecek bir sorundur.

O zaman önümüzdeki yıllarda bu yoksulluk, sosyal patlamalarla kendini gösterecektir mutlaka…
2020 yılına geldiğimizde sokakta dolaşan 2 kişiden birinin 60 yaş üzeri olduğu zengin ülkeler göreceğiz. Büyük bir zenginlik oluşturmuş ama bunu da kendi içinde paylaşmayan ve nüfusu hızla azalan zengin kuzey ülkeleri göreceğiz. Güneyde ise yoksul ve giderek daha da yoksullaşan, kitlesel ölümleri artan, nüfusu dünya ölçeğinde hızla artan güney ülkeleri. Bu sürdürülebilir bir sistem değildir. Bırakın dini ve politik ayrılıkları bir kenara… İnsanlar sırf yaşamak için kendi ülkelerini terk edecekler ve zengin kuzey ülkelerine karşı çok ciddi bir göç baskısı olacak. Yoksa ayakta kalamayacak insanlar. Bugün bunun örneğini görüyoruz. Hemen hemen her gün bir göçmen gemisi batıyor ya da karaya oturuyor. Amerika, Meksika sınırına utanç duvarı çekebiliyor. Avrupa en önemli sorunlardan biri olarak kaçak göçmenleri gösteriyor. Bunlarla başa çıkamıyor ve çıkması da asla mümkün değil.

Peki, bu sistem iflas ederse bunun altında kim kalır?
Bütün bunların sonucu, batı dünyasını bir paradigma iflasına götürür. Bu yaşandığı zaman bunun altında kalacak olan yoksul güney olmayacaktır. Bunun altında kalacak olan 200 yıldır bu paradigmayı dünyaya dayatan zengin kuzey olacaktır, batı ülkeleri olacaktır. O zaman önümüzde bir tek yol kalıyor. Dünya’ya egemen olanların inadı bırakarak “Biz dünyayı daha adil daha paylaşımcı, dünyanın zenginliklerini daha dengeli paylaştıracak bir sisteme ihtiyacımız var” anlayışına gelmeleri. Benim şahsi kanaatim batılı/ emperyalist bir düşünce biçimiyle bunun olması mümkün görünmüyor. Önümüzdeki günlerde daha çok özgürlük talep eden, daha çok adalet isteyen, daha çok dünyanın nimetlerinden faydalanmak isteyen geniş, aç bırakılmış kitlelerin sesi daha gür çıkacaktır. Ve küresel anlamda bu mazlum kitleler, öncülük edecek yeni bir paradigmayı, yeni bir sesi ve yeni bir medeniyeti beklemektedirler. Ben İslam coğrafyasının, Müslüman medeniyetinin değerlerinin bütün dünyada öncülük yapmak için büyük bir avantaj sahibi olduğunu düşünüyorum. Eğer değerlendirebilirsek özgürlükçü, adaletçi prensiplerimizi reçete olarak ortaya koymak mümkün olacaktır diye düşünüyorum.

Türk tarımı bilinçli bir şekilde yok edildi

Türkiye’de de büyük bir kriz var. Yanlış politikalar tarımı iflas noktasına getirdi. Hükümetin politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin bölgenin lideri olmaması için yapılanları 1970’lerden bu yana görüyoruz. Mesele sadece tarımda yapılan yanlışlar değil. Global bir politika inşası ile ilgili yanlışlar var. Türkiye özetle büyük bir medeniyet potansiyeli olan bir ülke olarak yer kürede yeni bir alternatifin öncüsü olmasın diye baskı altında tutuluyor. Dünya Bankası ve özellikle IMF ile Türkiye’nin ekonomik yapısı kontrol ediliyor. 1970’li yıllarda ikinci dalga dediğimiz sanayi dalgasının altında kalmamak için canla başla mücadele ederken, ‘o zaman efendim ne demek Türkiye bir tarım ülkesi olsun’ diyorlardı. Ondan sonra Türkiye sanayileşmesini vaktinde tamamlayamadığı için ikinci dalganın altında kaldı. Sanayi ötesi toplum üçüncü dalga olarak ortaya çıktığında Türkiye küresel sermayenin operasyonlarına açık bir hale geldi. IMF, Türkiye’de 5 şey öngördü ve bunların hepsini gerçekleştirdi. Tarım üzerinde operasyon yapıldı ve toplum tarımdan uzaklaştırıldı, net tarım ithalatçısı durumuna düşürüldü. Bu politikalar ile birlikte ekonomik yapı değiştirildi. Türkiye bu noktalara makro bir plan çerçevesinde getirildi. Türkiye eğer bu şekilde devam ederse 2010 yılından sonra GSMH’sinin tamamı kadar bir borç stoku ile karşı karşıya kalacaktır. Bunun bir tane karşılığı vardır. Bu ülkeye politik olarak müdahale edilir. Türkiye’nin geçen 10 yılda GSMH’si ciddi bir şekilde arttı. Ama bu gelir adaletli bir şekilde dağıtılmadı. Bir yandan Kitleler yoksullaştı, diğer yanda 25 tane dolar milyarderi oldu. Yani bu kazançlar millet çoğunluğuna yansımadı.

AK Parti yüzde 47 oy oranına nasıl ulaştı?
2007 seçimleri çok özel şartlar altında geçti. Birincisi, zaten seçim süreçlerine girmeden evvel, iktidar partisi toplum tarafından alternatifsiz bir parti olarak algılandı. Yani demokrasi içinde başka bir alternatifi olmayan bir parti olarak algılandı. İkincisi ise CHP ile ortaya çıkan gerilimdir. Yani sağcılar o tarafa, solcular bu tarafa diye halk bir kutuplaşmanın içerisine sokuldu. 3 Kasım 2002’den itibaren bu böyle yapıldı. Bu anlamda halkın büyük bir çoğunluğunun temsilcisi AKP gibi göründü. Bir de üstüne üstlük 27 Nisan süreçleriyle başlayan bir dönem ve cumhurbaşkanlığı sürecine ilişkin kriz, toplumu çok büyük bir gerilimin içine soktu. AKP’nin alternatifsiz görünmesi, CHP başta olmak üzere belli kesimlerle AKP arasında gerilimin olması, 27 Nisan benzeri ortaya çıkarılan krizler, doğrudan AKP’ye yaradı. 22 Temmuz seçimlerinde AKP’ye muhalif görünen hemen herkes AKP’ye çalıştı. Dolayısıyla da seçime gidildiğinde halkın önünde AKP’den başka bir alternatif görünmedi ve böyle bir tercih yaptı.

22 Temmuz seçimlerinde AKP veya CHP’nin vaat ettiği somut bir şey akıllarda var mı?
Hayır yok. Sadece dediğim gibi millet bu üç temel durumdan dolayı AKP’ye bu görevi verdi. Bir de özellikle geçen dönemde yarım bırakılan bazı tasarılara, halkın yaşam standartlarını yükseltme ve statükoyu değiştirmek gibi halkın taleplerine bir başka talep daha eklendi 22 Temmuz’da. Yeni ve özgürlükçü bir anayasanın yapılması talebi... Ama ne yazık ki seçim sonrasında bu gelişen yeni kriz dönemi, aslında bütün bunların konuşulmasını da bir yerde kenara koymuştur.

Parti kapatmalar asla tasvip edilemez

Yıllardır askeri darbelerle Türk demokrasisine ara veriliyor. Fakat son dönemlerde bu darbeler biraz postmodern bir yapı kazandı. Partiler halk tarafından seçiliyor fakat bu partilerin iktidarda kalmaları engelleniyor. Siz bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu Türk siyasetinin çok temel bir yapısal sorunudur. Yani bir memlekette demokrasi varsa, bu demokrasi bütün kurum ve kurallarıyla işlemelidir. Demokrasinin sahibi de, denetleyicisi de, seçicisi de, görevden alcısı da milletin kendisidir. Kendisi olması gerekir. Olgun demokrasilerde hiç kimse birilerinin lehine ya da aleyhine bir yarışın içerisine sokulmamalıdır. Herkes eşit şartlarda, hiçbir ayrıcalık ya da ayrımcılıkla karşı karşıya kalmaksızın yarışını sürdürmelidir. Bunlar demokrasinin çok temel kurallarıdır. Ve tabi nihayetinde millet egemenliği dediğimiz şey, reylerini vererek gerçekleşir. Hele geldiğimiz bu noktada, Türkiye’nin artık bunları konuşmuyor olmasını temenni ederdik. Türkiye’de milletin oyuyla seçilmiş hiçbir partinin olağandışı yollarla kapatılması ya da yasaklanması sona ermiş olmalıdır. Bunlar kim ve ne adına yapılıyor olursa olsun tasvip etmek mümkün değildir. ‘Bu partinin ya da partilerin kapatılması bizim işimize yarar’ diye düşünenler de bilmelidirler ki bu onların da aleyhinedir. Nitekim geçmişteki müdahaleler şunu ortaya koydu; bu müdahalelerin hepsinin ortak tarafı sonuçta milletin aleyhine sonuçlar oryaya çıkarmış olmasıdır. Ama bundan çok daha önemli bir sonuç var: kim ne amaçla müdahale yapmışsa beklediğinden daha farklı bir sonuçla karşılaşıyor. Yapılan darbelerle kapatılan ya da cezalandırılan siyasi partilerin devamı olan partiler iktidara geldi. 12 Eylül dört büyük siyasi hareketin liderini tasfiye etti, ama sonraki süreçte bu dört liderin hepsi de daha görkemli bir şekilde siyasi hayata döndüler. 28 Şubat’tan sonraki süreç de çok açıktır. Dolayısıyla bu müdahaleleri yapanlar niçin yapıyorlarsa sonuçları onların amaçlarına hizmet etmiyor. Dolayısıyla da bunun artık geride bırakılmış olması gerekmektedir. Biz AKP aleyhine açılmış olan bu kapatma davasının en kısa sürede AKP’nin lehinde sonuçlanmasını temenni ediyoruz. Bu aynı zamanda demokrasinin lehine olacak bir durumdur.

AKP’nin ciddi bir çoğunluğu var mecliste. Yapması gereken bir şeyler yok mu?
AKP’nin üzerine düşen görev özgürlükçü ve demokrat bir anayasa yapmaktır. Türkiye’de herkes sivil ve daha demokrat bir Anayasa istemektedir. Ama Türkiye’de bugüne kadar yapılmış anayasa değişikliklerinin tamamı ne yazık ki ya AB istiyor diye ya da askeri yönetimler tarafından yapılmıştır. AKP’nin elinde hem geçen dönemde hem de bu dönemde anlaşarak ve uzlaşarak geniş bir ara kesit bularak bireyi özgürleştiren yeni bir Anayasa değişikliği yapma imkânı ortaya çıkmıştır. Özellikle de son seçimden sonra millet tarafından görev olarak verilmiştir. Anayasa değişikliği tartışmaları da çok yanlış mecralara çekilerek ne yazık ki engellenmiştir. Şu an için bile AKP’nin başta partileri kapatmayı zorlaştırmak olmak üzere, bütün özgürlüklerin önünü açacak bir Anayasa değişikliğini acilen parlamentoya getirmelidir. Bu değişikliğe diğer siyasi partiler de destek vermelidir. Ben bu kapatma davasını AKP’nin bir fırsata dönüştürmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu zordur, risklidir ama bir siyasi irade koydukları takdirde bu sorunu aşabilecekleri aşikârdır.

Kişilere yönelik yasakları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere bu davaya konu olan herkesin siyasi yarışa katılması gerekir. Hiç kimsenin anti demokratik yöntemlerle siyasi arenanın dışına itilmesi asla doğru değildir.

Siyasal partiler halka açık değil

Siz sık sık Türk siyasetinin yapısal sorunlarından söz ediyorsunuz. Bu açıdan bir çözümleme yaparsak, bu sorunların düzelmesi için ne yapılmalı?
Türk siyasetinin 4 tane yapısal sorunu vardır. Bunlardan birisi bürokratik oligarşidir. Bugün Türkiye’de halk tarafından denetlenmeyen bir takım bürokratik adacıkların kontrolünde olan bir siyasal sistem işlemektedir. Bu da üç halka şeklinde gelişmiştir. 1960 ihtilali ile yargı sistemi, 1980 ihtilali ile YÖK aracılığıyla eğitim sistemi, 2000 yılında imzalanan IMF protokolü ile birlikte ekonomi yönetimi millet denetiminin dışına çıkarılmıştır. Bugün ekonomi 43 üst kurul tarafından yönlendirilmektedir. Türkiye’de parlamento olmasa dahi bu kuruluşlar vasıtasıyla sistem işlemektedir. Bu durumun milletin lehine değiştirilmesi gerekir. Bu kuruluşlar lağvedilsin demiyorum ama bu kuruluşların yapısının millete hesap verebilir hale getirilmesi gerekir. AKP bunu yapsaydı, bugün kapatma davası ile karşı karşıya kalmayacaktı.

Partiler millete açık mı? Türkiye’de Halka açık bir demokrasi var mı?
Kesinlikle hayır. Siyasetin yapısal sorunlarından birincisini bürokratik oligarşi olarak tanımlıyorsak, ikincisini “oligarşik demokrasi” diye tanımlayabiliriz. Örneğin, İstanbul’da 70 milletvekili seçildi halkın yüzde biri bile milletvekillerinin ismini hatırlamaz. Çünkü milletvekilleri parti genel başkanları tarafından belirlenir. Burada da, siyasi partiler yasasında, seçim yasasında gerekli değişiklikleri yaparak demokrasiyi halka açmak zorundayız. Halkla organik bağı olan insanların seçilmesini sağlayacak, ortamın oluşturulması gerekir.

Üçüncü sıkıntı nedir?
Türkiye’de bilgiye dayalı bir siyaset yapılmıyor siyaset daha çok gerilimler ve karşıtlıklar üzerine kurulu. Bu durum özellikle merkez partilerin işine yarıyor ve ortaya çıkan gerilimden oy alıyorlar ama bu milletin aleyhine oluyor. 1980 öncesinde eğer Adalet Partisi ile CHP arasındaki gerilim olmasaydı, 12 Eylül ihtilali olmayacaktı. Benzer bir şekilde 6 yıldır CHP ve AKP arasında yaşananlar da aynıdır. Eğer Cumhurbaşkanlığı seçiminde uzlaşma yolu seçilmiş olsaydı belki de kapatma davası olmayacaktı. Türk siyasetinin bu gerilimden kurtarılması ve siyasetin bilgiye dayalı hale getirilmesi gerekiyor. Mesela, 2030 yılında Avrupa Birliği nasıl olacaktır. Dünyadaki neoliberal politikalar nasıl seyredecektir ve Türkiye’nin buna karşı cevapları nedir? Dış politikada Türkiye nereye gelmek istiyor? Bunlar laflarla, sloganlarla olacak işler değil. Bilgiyi stratejik hale getirerek, dosyalar hazırlayarak ve bu dosyalar üzerinden siyasetin seviyesini yükselterek Türkiye’nin dünyanın güçlü ülkeleri arasına sokulması üzerine çalışılmalıdır.

Türk siyaseti son yıllarda dışa müdahalelere açık hale mi geldi?
Evet. Türk siyasetinin en önemli sorunlarından olan dördüncü soru da budur. Türk siyaseti büyük oranda dışa açık hale gelmiştir. Son parti kapatma davası ile ilgili AB Dönem Başkanı ve Portekiz Başbakanı Barrosso Türkiye’ye geldi. Türkiye’nin bütün kahvehanelerinde Barosso kapatma davası ile ilgili ne söyleyecek diye merak edilir oldu. ABD acaba bu partinin kapatılmasını ister mi istemez mi? Bütün bunlar çok acı şeylerdir ve Türk siyasetinin ne kadar dışa bağımlı hale geldiğinin çok açık delilleridir. Biz nasıl AKP’nin kapatılmasına sonuna kadar karşı isek, dışarıdan birilerinin Türk siyasetine müdahalesine de sonuna kadar karşıyız. Bu sorunların çözülmesi için gerekli yasal düzenlemelerin ve yeniden demokratik değişikliklerin mutlaka yapılması gerekir.

Bu imkân var mı? AKP bunu yapabilir mi?
Bu imkân vardır. Ama ben AKP’nin bu değişikliği yapmayacağı kanaatindeyim.

Müslümanlar Sünnetullah’a göre davranmalı

Siz kalabalık bir grupla Endülüs’e gittiniz. Endülüs’te neler yaptınız bizimle paylaşır mısınız?
Endülüs derken, Tarık Bin Ziyad’ın İber Yarım Adası’na geçmesi ile başlayan ve 1492 yılına kadar süren 700 yıllık muhteşem bir medeniyetten söz ediyoruz. Dünyanın birçok yerini görmek nasip oldu. Kurtuba Camii, El Hamra Sarayı gibi muhteşem eser görmedim. Sadece bir kubbesi 8700 küsur mermer işlemesi ile yapılmış, hiçbir çivi ve yapıştırıcı kullanılmamış. Asırlardır orada deforme olmadan duruyor. Yine El Hamra Sarayı’nın duvarlarında yazan ‘La galiba illallah’ bu çok çarpıcı bir şeydir. Her medeniyet ortaya koyduğu eserler ile zihin yapısını da ortaya koyar. “Allah’tan başka galip yoktur” El Hamra Sarayı’nı bugün bütün dünyadan herkes ziyaret ediyor ve Saraydaki sütunların dört bir tarafına ‘Ne olursan ol, Allah’tan başka galip yoktur’ cümlesini işlemiş. Batı medeniyetinin ortaya koyduğu en önemli eserlerden birisi uzaya çıkan araçlardır. Uzaya ilk gönderilen uzay laboratuarının adı Challenger idi. Challanger ‘meydan okuyan’ anlamına geliyor. Bir medeniyet düşünün yaratıcısı ve evrenle barışık, bir başka medeniyet ise kavgalı ve meydan okuyor.

Evet…

Hemen hemen bütün alanlarda bu kadar ileriye gitmiş, İbni Rüşd ve İbni Sina gibi dâhileri yetiştirmiş bu medeniyet nasıl oldu da yıkıldı? İşte, ben bu geziden iki ders aldım. Batı tarih felsefesinde medeniyetler lineer(düz) bir çizgide seyreder. Bir sonraki bir öncekinden daha gelişmiş kabul edilir. İşte, çağdaşlık dediğimiz kavram da buradan ortaya çıkıyor. İslam tarih felsefesinde ise, iki farklı medeniyet çizgisi sürekli yer değiştirir. Yani Habil ve Kabil çizgisi. Hz. Adem’in iyiliği, doğruluğu, adaleti ve maneviyatçılığı temsil eden oğlu Habil ile materyalizmi ve dünyeviliği temsil eden oğlu Kabil. İki farklı medeniyet çizgisi tarih boyunca mücadele ederek yer değiştirir.

Peki, bu yer değiştirmeyi sağlayan nedir?
İbni Haldun’un nazariyesi. Diyor ki, medeniyetler doğarlar, büyürler ve ölürler. Ya da Kur’an’da anlatıldığı gibi, ‘Biz böylece medeniyeti, zamanı, gücü insanlar arasında dağıtır dururuz” Allah adil olduğuna göre nasıl oluyor da materyalizmi temsil eden bir medeniyet hâkim oluyor ve nasıl oluyor da Endülüs gibi bir medeniyet tepetaklak oluyor? Bu sorunun cevabını doğru algılamadan ne tarihi anlayabiliriz ne de geleceğe ilişkin adım atabiliriz. O da şudur: Allah iki medeniyet çizgisi içerisinde zamanın dağıtılmasını Sünnetullah dediği temel prensiplere dayandırmıştır. Yani toplumsal değişmenin temel yasalarına dayandırmıştır. Çalışan ve toplumsal değişmenin yasalarına uygun davranan milletler gelişmişlerdir. Bunun gereğini yerine getirmeyenler ise Müslüman olsalar dahi çöküşe geçmişlerdir. İnsanlık tarihi boyunca bazı Müslümanların yanlış anladığı şey budur. Müslümanlar ‘nasıl olsa biz daha üstün bir dine sahibiz, dolayısı ile biz zaten başarırız’ diye düşünüyorlar. Bu doğru değildir. Medeniyetlerin yükselmesi çalışmakla, sorunlarını çözmekle, toplumlara ve insanlığa alternatif sunmakla mümkündür. Onun için biz Müslümanlar başkalarına kızmak yerine sahip olduğumuz iddianın gereklerini neden yerine getirmiyoruz, bizim eksikliğimiz, yanlışlarımız nelerdir?. Bunları sorgulamamız lazım. Buradan çıkışın yolu Tarık Bin Ziyad gibi işin icabını yerine getirmektir. Birincisi bu. Benim Endülüs gezisinden çıkardığım ilk ders bu.

İkinci çıkardığınız ders nedir?
İkincisi bizim medeniyetimiz tarih boyunca farklı dinlerden ve farklı mezheplerden olan insanları bir arada tutabilmiş bir medeniyettir. Ama ne yazık ki, Batı’nın böyle bir tecrübesi yok. Birlikte barış içinde yaşama tecrübesi yok. O günkü Gırnata’da 1 milyon, tüm Endülüs’te milyonlarca Müslüman varken bugün geriye kimse kalmamış, Bütün Müslümanlar kılıçtan geçirilmiş, göç etmek zorunda kalmışlar, bütün kitaplar yakılmış. Oysaki aydınlanmanın temellerinden biri Endülüs’tür. Böyle bir medeniyetin izleri silinmiş ve yok edilmiştir. İkinci olarak öğrendiğim şey; Müslümanlara zillet ve mağlubiyet yakışmaz. Müslümanların mağlup olma hakları yoktur. Müslümanların mağlubiyeti gerektirecek eylemin ya da eylemsizliğin içerisinde bulunma hakları olamaz. Müslümanlar mağlup oldukları zaman geride bıraktıkları bütün medeniyetin birikimleri yok oluyor. Zulüm artıyor. Müslümanlar, Sünnetullah’a uygun davranırsa yeniden yükselişe geçebilir ve asla Müslümanların mağlup olma hakları yoktur. Müslümanlar için zafer önemlidir. İddia ve irade sahibi olan her Müslüman zafere odaklanmak zorundadır. Biz medeniyetimizi yeniden yeryüzünde etkin ve muzaffer hale getireceğiz.

Milli Gazete

 



Bu haber 589 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    3,784 µs