En Sıcak Konular

Zehirli dil, genetiğiyle oynanmış kelimeler ve yüzleşme!

7 Nisan 2008 11:30 tsi
Zehirli dil, genetiğiyle oynanmış kelimeler ve yüzleşme! E-muhtıra, darbe planları, önemli cinayetler, Ergenekon ve son olarak Ak Parti’yi kapatma davası… Ve tüm yaşananlara daha kalbî, daha insandan bakan üç kişi. Leyla İpekçi, Markar Esayan ve Yıldıray Oğur’la iktidarı bırakmak istemeyen zeh

İyibilgi, “ortak akıl toplantıları” ya da “kalbî birliktelikler” diye adlandırabileğimiz buluşmaların ilkini gerçekleştirdi. Konuklarımız Leyla İpekçi, Markar Esayan ve Yıldıray Oğur’du.

Bizleri bir araya getiren belki de sizlerin kalple akılı birleştiren, duyguyu ön plana çıkaran ve insandan hareket eden yazılarınız oldu. Pragmatik akılcılığın dışında olaylara daha “kalbî” yaklaştınız.  Son dönemde yaşananlar malum... E-muhtıra, darbe planları, önemli cinayetler, Ergenekon ve son olarak Ak Parti kapatma davası. Sizce yaşadıklarımızla orantılı (ve yeterli) demokratik refleks gösterildi mi, gösterilmediyse nerelerde eksiklik var?

LEYLA İPEKÇİ: Yeterince demokratik bir dil kullananlar da oldu, kullanmayanlar da oldu. Yani kendisini “demokrat” tanımlayan, hatta “radikal demokrat çizgide” durduğunu söyleyen kişilerin hepsi bu sınavı geçtiler mi, bence geçmediler. Bu çok şaşırtıcı bir şey mi, değil.
Yeterince demokratik refleks veremememizin altında kullandığımız dilin çok büyük payı olduğunu düşünüyorum. Zihnimizin altına, bilinçaltına enjekte edilen çok zehirli bir dil var.

Ne zamandan beri var bu zehirli dil?

LEYLA İPEKÇİ:  Hep var olan bir şey. Son dönemde ise “uzlaşın” diye bir laf türedi. “Uzlaşma” da zehirli dilin bir uzantısı. Sanki illegal hiçbir şey olmamış, sanki olaylar meşruiyet zemininden hiç kaydırılmamış, hukuk sanki çok sağlıklı kararlar vermiş, çok sağlıklı işlemiş gibi “uzlaşın” diyorlar. “Uzlaşın” artık bu son derece siyasi bir laf oldu. Sanki iki eşit güç arasında bir uzlaşmanın mümkün olduğu kazınıyor bilinçaltlarına…

Siz mümkün değil diyorsunuz. Ergenekon’la Ak Parti kapatma davası arasında bir simetri yok diyorsunuz.

LEYLA İPEKÇİ: Yok tabii. Bir televizyon kanalındaki açık oturumda alt yazı geçiyor: “Kapatma davasından Ergenekon’a… Aydınlar tartışmaya girdi” Şimdi bu daha bu alt yazı orada dururken bile “Bir dakika” diyorum. Kapatma davası ve Ergenekon, nasıl yani?

“Çok demokrat görünenler bile sınavı geçemediler” dediniz. Niye sınavı geçemediler? Ama’lar yine suça ortak mı oldu?

YILDIRAY OĞUR: Şu anki kapatma krizinin sebeplerinden bir tanesinin, başörtüsü tartışmalarında liberallerin ve solun bir kısmının destek olmamasından kaynaklandığını düşünüyorum. Doğru düzgün bir duruş ortaya koysalardı, bugün bu krize Türkiye sürüklenmezdi. Onu da şöyle açıklıyorum. Diyelim ki X kişisi bir pozisyon alıyor, ona bakarak bir sürü insan pozisyon alıyor. Ya da bazı insanlar pozisyonlarını geri çekiyorlar. Ve o X kişisi geri bir pozisyon aldığında diğerlerinin hepsi geri pozisyon alıyorlar. Geri pozisyon almaların sonu da taa CHP’ye kadar gidiyor…
Mesela Boğaziçi Üniversitesi’nde bu başörtüsü yasağı kalkmadan önce yasak yoktu. Kalktıktan sonra yasak geldi. Bunun sebebi; oranın rektörünün üzerinde baskı oluşması. O baskıyı yapanlar Kemalistler değil. O üniversitede Kemalistlerden daha çok soldan, liberal soldan, demokrat soldan insanlar var. Ama onlar da bütün pozisyonlarını, referans aldıkları X kişisine göre aldıkları için, sonuçta bu sefer rektörün üzerine “Yasağı uygula” diye baskı yaptılar.
Özetle şöyle bir sorunu var Türkiye’nin: Siyasi aktörlerin çoğu entelektüel akademisyenler. Bunun böyle olmaması lazım çünkü akademisyenler siyasal strateji bilmiyorlar. Çünkü akademi böyle hakikatlerin çıplak çıplak söylendiği bir yer değil.
Siyaset biraz daha pozisyon almaktır. Mesela 27 Nisan’dan sonraki “darbeye karşıyız ama…” söylemi “namuslu olmayan” bir pozisyon olmakla beraber, aynı zamanda çok akademik bir pozisyondur.  Çünkü akademisyen böyle konuşur. Entelektüel böyle “ama”larla konuşur, “Böyle bakıyoruz ama bir de şuradan bakalım.” der. Ama siyaset öyle değildir, bazen siyasette o ayrıntıları bir tarafa bırakıp, “daha sonra tartışmak üzere” deyip yani tartışmanın fetişizmine kapılmadan siyasal pozisyon almak gerekir.
Bir de tabii yoğun “mahalle baskısı”nı unutmamak lazım. Korkunç bir şey bu. Terörize edilmiş bir AKP’li olma eleştirisi var. Bu yüzden de herkes laf olsun diye bir tarafından AKP’yi eleştiriyor. Çok saçma sapan AKP eleştirileri var; mesela AKP’yi AB sürecini durdurmakla eleştirenlerin eleştirilerini o kadar anlamsız buluyorum ki. O kadar zorlama bir eleştiri ki bu. AKP üzerinde bütün Cumhuriyet’in yüklerini bulmuş bir parti. Bütün Cumhuriyet’in sorunları şu an AKP’nin üzerinde. Yani öyle bir konjonktürde iktidara gelmiş ki. O yüzden entelektüellerin AKP’ye korkunç bir yük yüklemesini, “Bunu da yapamadı… Kürt sorununu çözemedi… Ermeni meselesinde şöyle yapamadı… AB’de de Merkel’e rağmen, Sarkozy’ye rağmen, Kıbrıs’a rağmen, vetolara rağmen barajları yıkıp gidemedi” demesini anlamlı bulmuyorum.
Şu anda Türkiye’de AKP dışında; demokrat aktör yok. Sivil toplumda gerçekten demokrat aktörler yok. Mesela AKP’den daha liberal, daha demokrat bir parti yok; soldaki partiler çok çok kötü durumdalar. Sivil toplum örgütleri, çok elit, projeler üstünde kapanmış kaybolmuş; kendi dünyaları var, bildiri yayınlamadan başka hiçbir strateji geliştiremiyorlar. Böyle bir tıkanmışlıktan bahsediyoruz. Bu yüzden çok hakkaniyetsiz eleştiriler yapıldığını düşünüyorum AKP’ye.

LEYLA İPEKÇİ: Bence şu anda yapılan şeyin adı “siyaset” filan değil, olsa olsa kanlı-bıçaklı bir entrikalar savaşı. Siyasetin dili bu olamaz. Siyasi terminoloji ile konuşarak bugün dik duramayız. Burası apaçık. Çünkü burada gerçekten ahlaki ve vicdani duruşa ihtiyaç var. Bakıyorsunuz fikirlerinize yakın olmasa bile duruşunu beğendiğiniz insanlar var. Mesela bir yazar, köşe yazarı. Öyle ipe sapa gelmez şeyler söylerken yakalıyorum onu ve diyorum ki “Niçin böyle?”. Uzun uzun dinliyorum onu. Sonra fark ediyorum ki siyaseten bir yere angaje hissediyor kendini ve kendi davasına bir şekilde ihanet etmektense o noktada kör kalmayı yeğliyor.

Yani politik angajmanı, onu vicdanına ihanet etmeye mecbur kılıyor.

LEYLA İPEKÇİ: Evet!

MARKAR ESAYAN: İşin etik noktası orası zaten.

LEYLA İPEKÇİ: Çok etik bir nokta, çok katılıyorum, etik bu zaten. Evet, hakikatin üzerini kapatma meselesi.

MARKAR ESAYAN: Kullanılan dil tamamen problemli. Neden problemli? İttihat ve Terakki zihniyetinin, elinde tuttuğu iktidarı kaybetmemek için açık bir şekilde direndiğini görüyoruz. 2006 ve 2007’deki birçok önemli hadisede, bu iktidarın ellerinden gitmek üzere olduğunun izleri var. Kendileri için ciddi bir tehlike olduğunun farkındalar. Bu yüzden de böyle bir dil yaratıyorlar. Mutlak bir ideolojiyi, her şeyin -insanın, etiğin, adaletin, hukukun, hakikatin- üzerine koyan, bu tip değerlerle işi olmayan bir dil bu.
Bugün siyasette bir kutuplaşma var. Bir tarafta demokrasi ve (diyelim) onun en yakınında duran AKP, diğer tarafta darbeyi ima eden, Ergenekon’u bir sigorta olarak gören bir başka zihniyet. Gerçekten ilk defa devlet ve geleneksel iktidar, hükümetin kendisine benzemeyeceğini, dönüşmeyeceğini hissetti.
Bu da kutuplar arasındaki “kırmızı çizgiler”i anlamlı kıldı. İşte kimsenin çok fazla telaffuz etmediği ama herkesin bildiği o kırmızı çizgilere yaklaşıldığında  “liberal” ve “demokrat” olarak tanınanlar etik, adalet, hukuk gibi değerleri feda edip “o en yüce amacın” altında kalabiliyorlar.

Kullanılan dil ve kutuplaşma halkı nasıl etkiliyor?

MARKAR ESAYAN: Halk 5-6 senedir olanları izliyor. Anlamaya çalışıyor. Mesela Hrant Dink’in cenazesine 200 bin kişi gitti. O cenazeye giden 200 bin kişinin bir kısmı, bir tanesi de benim annem, Cumhuriyet Mitingi’ne de gitti. Yani düşünebiliyor musunuz kafa karışıklığını. İnsanlar Türkiye’de bir şeylerin yolunda gitmediğini görüyorlar, AKP’nin iyi bir şeyler yaptığını görüyorlar. Diğer yandan da o “dil”in hepimize zerk ettiği korkular var. Bu tam bir nevroz durumu gerçekten.

Durum nevrotik olabilir belki ama bence halk kendisine nereden “hayır” geleceğini de biliyor. Kimileri için asıl tehlike de bu sanırım…

MARKAR ESAYAN: Evet halkın büyük bir çoğunluğu, son seçim oranlarından da anlaşılacağı üzere kavga istemiyor. Sizin dediğiniz gibi kendisine nereden hayır geleceğinin farkında. Hangi dilin daha iyi olduğunun farkında. Aslında tam da bu çok ciddi bir panik oluşturuyor. İttihat ve Terakki zihniyeti için halkın devreye giriyor olması, çok ciddi bir panik nedeni. Ve o yüzden 2006 yılı ile birlikte en ciddi kartlarını, en pis kartlarını açmaya başladılar. Bu yangında “kırın” sinyaliydi ve böyle Danıştay gibi, Cumhuriyet Gazetesi gibi, Hrant Dink gibi katliamlara giriştiler. Türkiye’yi AB’den tamamen koparmak için en vahşi ve en sansasyonel biçimde insan öldürdüler.
Ve bunlar o kadar kısa süreye sıkıştı ki gerçekten bunun rastlantı olmadığı, olamayacağı çok ortada. Önümüze pat diye bir Ergenekon konusu çıktı. Ama hala bazı insanlar o kırmızı çizgiler yüzünden etik davranamıyor, gerçekleri söyleyemiyor.

Kırmızı çizgi sizce tam olarak ne?

MARKAR ESAYAN: Ben “menfaat” olarak yorumluyorum. Yani bu korku ve menfaat ile yan yana giden bir şey. Yalnızca prestij veya ne bileyim devletteki bazı olanaklarla sınırlı değil. Aynı zamanda ciddi bir maddi kazancın da maddi bir durumun da ortada olduğunu düşünüyorum. Çünkü sonuçta AB demek “şeffaflık” demek. AB cennet değil biliyoruz bizde ama AB’ye giriyor olmak önemli. İtalya örneğini de lütfen hatırlayalım, oradaki gladio örneğini de. Evet, orada çok ciddi anlamda kararlı savcılar vardı ama AB’nin ciddi bir desteği de vardı. Dolayısıyla Türkiye’de de gladio tipi yapılanmaların sonu demek AB ve bu ne demek, aslında iktidarın el değişmesi demek. İktidar nedir, her tür menfaattir.

Hrant sence kırmızı çizgileri mi ihlal etti?

MARKAR ESAYAN: Ben hiçbir zaman öyle düşünmeyi denemedim. Bu ülkeyi karıştırmak, AB projesini çöpe atmak, Türkiye’yi tamamen sıkışan, içine kapanan, arkasını dönen bir ülke haline getirmek istesem; bir tane Ermeni öldürürüm, Hıristiyanlarla ilgili bir şey yaparım. İşte bunlar da yapıldı.
Hrant, şiddet içeren, iletişimi imkansız kılan dil yerine “Hrantça” dediğimiz bir dil geliştirmişti ki tam da Ermeni sorunu üzerinde o dil alan kazanıyordu. Tabii Ermeni meselesi Türkiye’nin derin devletinin, Ergenekon’un üç ayağından biridir. Ermeni meselesi, Kıbrıs meselesi, Kürt meselesi… Siz bunlardan Kıbrıs’ı çözmeye çalışıyorsunuz, Ermeni meselesinde böyle bir dil geliştirmeye kalkıyorsunuz, gerisi gelecek, ne olacak o zaman. Bu bir iktidar değişimini ifade eder. Hemen devreye girdi bu işler.

LEYLA İPEKÇİ: Hrant’ın hedef gösterilmesi için bir “hain” damgası yemesi gerekiyordu. Ve bu damgayı ona bastırdıktan sonra bu dil, yine bilinçaltımızı kuşatarak ve sürekli zaaflarımızı kaşıyarak, son derece bilinçli ve organize bir şekilde; gerek medyadaki sözcülerle, gerek birtakım sivil toplum kuruluşlarının sözcüleriyle vs. sürekli Hrant’ı hedef gösterdi. Yani Hrant’ın hem şahsiyetini hem yazılarını, iki şey birden yaptı.
Ben bu zehirli dilin kelimelerine “genleriyle oynanmış kelimeler” diyorum.

Yani hakikati tahrif ve modifiye eden, kullanıldığında hastalıklara ve ölüme neden olan kelimeler…

LEYLA İPEKÇİ: Evet! Kötülüğe meşruiyet kazandıran kelimeler. “Ben çocuğumu her türlü ayrımcılıktan uzak yetiştirmek isterim” diyen birçok insan, “A ama Hrant da öyle demeseydi!” diyebiliyor, hiç farkına varmadan. Bu iş, bu İttihatçı zihniyetin 100 yıldır en başarılı olduğu nokta. Yani zalimliğe ve zulme bir kulp aranıyor, bir ideoloji yaratılıyor.

Burada medyanın rolü ne sence Leyla? Çünkü genetiği değiştirilmiş kelimeleri bilinçaltımıza kazımak; yani o psikolojik savaşı yürütebilmek etkili araçlara ihtiyaç var. Medyanın da genetiğiyle oynanmış mı?

LEYLA İPEKÇİ: Bu sistem öyle korkular gark etmiş ki içlerimize, iç dünyalarımıza. Hepimizin bir korku eşiği var… Yani Kürt meselesinde son derece demokrat olabilen bir insan, “Aman bir dakika! Üniversitelere türbanlı girilir mi” diye geri adım atıyor.  Orada geri adım atmıyorsa, Alevilik meselesinde geri adım atıyor.
Bence bir de suçluluk duygusu var. Bakıyorsunuz 31 Mart Ayaklanması tarihte yazdırıldığı gibi değil. Bakıyorsunuz Şeyh Sait Ayaklanması yeni açılmış bir partiyi kapatmak için kurulan bir tezgâh… Bir bakıyorsunuz 6-7 Eylül olayları büyük bir dezenformasyon üzerine kurulu… Dolayısıyla müthiş bir kurgunun içinde yaşıyoruz. Ve bunun kurgu olduğunu bilenler ve “bunu sürdürenler” zaten ister istemez bu suçluluğu taşıyor. Ve zaman içinde bu suçluluk duygusu bir şekilde tepkiye ve şiddete yönelebiliyor.
Bir de “kibir” konusunun önemli olduğunu düşünüyorum. Yani bu “her şeyi biz biliriz” zihniyeti… Yine Kemalizm’in getirdiği ve belli bir zümreyi imtiyazlandırdığı, nemalandırdığı bir kalıp aslında. Ve bu kibir yüzünden, bir profesör “Beni öldürün. Gerekirse ben öleyim” diye kendini ortaya atabildi yani. Bir ikona, bir put şeklinde kendisini ortaya koyabildi sistemin önünde. Bir nevi “canlı kalkan” olarak koruyacak sistemini ama kendisini, vücudunu ortaya atarak, hayatını ortaya atarak.

Öyleyse menfaat ve korkuya, suçluluk ve kibiri de eklemiş olduk.

LEYLA İPEKÇİ: Burada bir parantez açarak kutuplaşma ile ilgili bir tespit yapmak istiyorum. “Kutuplaşma” diyoruz ya, bu da aslında giderek “uzlaşma” gibi siyaseten tuzaklarla dolu bir laf olmaya başladı. “Kutuplaşma” aslında bize nereden miras, işte Soğuk Savaş döneminden miras. Şimdi o zamanlar yine de belli bir netlik vardı. İki taraf vardı; bunun içimizdeki tezahürü belki işte sol-sağ oldu, dışımızdaki tezahürü Rusya-Amerika oldu.  Komünizm vardı bir tarafta, öbür tarafta kapitalizm vardı filan. Bu net tanımlar bir şekilde çöktü. Bu çöküşten sonra ne yaparlarsa yapsınlar bizi tekrar o “kutuplaşılan” dünyaya çekemiyorlar. Çünkü burada çok parçalı bir yapı var.  Hayatlarımız gibi, dünyanın bugünü gibi.
“Demokratlık-laiklik diye ayırmaya kalkalım” diyorlar, tutmuyor. Sol-sağ, tutmuyor. Türbancılarla, anti-türbancılar, tutmuyor. Muhafazakarlık-modernlik diyoruz, bu da tutmuyor. Çünkü onun da çok parçalı yapıları var. Hani “muhafazakarlık” dediğiniz şey de siyaseten başka anlama geliyor, iç hayatlarda, sosyal hayatta başka anlama geliyor. Dolayısıyla şu anda bütün bu çok parçalı kavramlarla yaşıyoruz ve düşünüyoruz. O yüzden ben bu “kutuplaşma” lafını, gerçekten aynen “uzlaşma” gibi siyaseten bizi tuzağa düşürecek bir terim olarak düşünüyorum. Şu anda ortada AKP ve Ergenekon arasında bir savaş yok. Bu tuzağa düşmemeliyiz.

Sence gerçek savaş kimle kim arasında?

LEYLA İPEKÇİ: Gerçekten hakikati isteyenlerle, adaleti isteyenlerle, hakikati görmek istemeyenler arasında olduğunu düşünüyorum.

“Hak”lılarla, ideolojileri hakkın üzerine koyanlar arasında diyebilir miyiz?

LEYLA İPEKÇİ: Hak diye bir şey varsa bu ideolojinin üstündedir aslında. Ama ideolojiler çok güçlü olarak araya girdiği için ister istemez fark etmiyor saptığını, yani nereden nereye saptığının farkında olmuyor, ben ona “körleşme” diyorum, ya da hakikatin üzerini, o “gerçekliğin üzerini örtme yeteneği” diyelim ona. Örtmek daha kolay; çünkü öteki türlü ideolojisinden ödün vermesi gerekiyor. Halbuki “hak” dediğimiz şeyde ne ideoloji yaşayabilir, ne cinsiyet, ne sınıf ayrımı, ne kimlikler hiçbir şey yaşayamaz. Ve aslında hepsini kuşatan bir mefhumdur.

MARKAR ESAYAN: İşte o değerler skalasında ideolojiyi her şeyin üzerine koyduğunuzda Leyla’nın dediği gibi oluyor. Yani “bu ideoloji kutsaldır, tartışılamaz” gibi bir çıkmaza varılıyor.

Aslında “varılıyordu” demek daha doğru olacak.

MARKAR ESAYAN: Şimdi Türkiye’de de dünyada olduğu gibi ciddi anlamda bir paradigma değişiyor. Aslında dünyada değişmeye başladı, aynı şey Türkiye’ye biraz daha yavaş geliyor. Bu değişimi insanlar hissediyorlar, yani nedir; “merkezin dağıldığı”, “postmodern durum” dediğimiz bir durum. Hatta “post- postmodern” duruma geçiyoruz. Şimdi nedir bu, tam da modernizmin, tam da Türk usulü modernizmin kendi kurucu ayaklarına sopa vuran bir şey.
Merkezi flulaştıracaksın, öteki kimlikler üzerinden tekrar hak arayacaksın, kimlikleri tekrardan yorumlayacaksın, politikayı tekrar yorumlayacaksın... Hiçbir şeyin aslında tek bir kelime ile açıklanamayacağını söyleyeceksin. Yani o modernizmden,  Leyla’nın dediği gibi kutuplaşmış, herkesin köşesini seçtiği, anlam dünyalarının son derece basit bir şekilde kurulduğu, cümle ve kelimelerin hiç birisinin açıkta kalmadığı o çok güvenli bir dünyadan uzaklaşacaksın. Peki böyle birdenbire merkezin, kenarın, çeperin karmakarışıklaştığı ve herkesin merkeze doğru hücum ettiği bir ülkede merkezde duranlar ne yapacak?
Şimdi “merkezde duran” derken, sadece iktidarın kendisi, asker, bürokrat filan değil, kendisini ona eklemlemiş halk kesiminden de bahsediyoruz. Ayda 600 lira Bağ-Kur emekli aylığı ile geçinen o emekli öğretmen hanım teyzemiz de kendini “sistemin asıl sahibi” olarak görebiliyor.

Merkezin duvarları da sarsılıyor ama…

MARKAR ESAYAN: Dünyasal konjonktür her tarafı etkiliyor. Bugün Fransa’yı da etkiliyor, İngiltere’yi de etkiliyor; göçmenleriyle, varoşlarıyla filan. İşte Amerika’da Obama başkanlığa oynuyor. “Merkez”i flulaştıran şeylere artık engel olamıyorsunuz. Çünkü insanlar bunu görüyor artık, çünkü evlerinden içeri giriyor. Mesela Türkiye’de Hrant diye bir adam çıkıyor. 1950’de çıkmıyor Hrant,1960’da da çıkmıyor, 1970’de de çıkmıyor, 1996’da çıkıyor. Tam da bu dönemin Türkiye’de yavaş yavaş kendini hissettirmeye başladığı zamanlar. Bunların hiçbiri rastlantı değil. Bazı insanların daha görünür olmaları, belki üzerlerindeki o baskının hafiflediğini hissetmeleriyle ilgili bir şey. Evlerinin duvarları inceliyor, içeriye daha çok bilgi geliyor. Ancak bu kimileri için de güvensiz bir dünya!  Kemalist, laik, çağdaş diye tanımladığı ulus devlete kendini eklemleyenler için mesela. Duvarlarını bu şekilde örüp içinde rahat oturduğu evin duvarları sarsılmaya başlıyor.

Duvarlar sarsılınca ne oluyor?

MARKAR ESAYAN: Uzun süre yapmadığınız bir yüzleşme aniden sizden talep edilince çok ciddi bir panik ortaya çıkıyor. “Uzlaşma” konusu işte son günlerdeki. Son derece sahtekârca teklifler bunlar. Burada da işte menfaatin devreye girdiğini görüyoruz. Ciddi anlamda bir zihniyet değişiminin Türkiye’de pek çok taşı yerinden oynatacağının farkında bu kesimler. Adaletin yerini bulması, Ergenekon’un de-şifre edilmesi, işte insan öldüren, işte ne bileyim oraya buraya bomba koyanların ortaya çıkarılması filan kimsenin derdi değil. Kırmızı çizgiye yaklaşıldı mı, orada duruyor bazıları. Halk için değil siyaset için söylüyorum, bu da bence ancak menfaat ve etik eksikliği ile açıklanabilir. Yani yüzleşilmemiş bir tarih var.

AKP de kırmızı çizgilerde durur mu? “Çok da samimi değiller” mi diyorsun?

MARKAR ESAYAN: Bugüne kadarki tecrübelerimden, AKP’nin ana meselesinin “Ergenekon’u ortaya çıkaralım, Türkiye çetelerden kurtulsun” olduğunu düşünmüyorum. Ama belki konjonktür onları o noktaya getirecek.

LEYLA İPEKÇİ: Kesinlikle evet, ben de ona katılıyorum. Yine olacaksa konjonktürel olarak, başka türlü olamayacağı için böyle olacak.

MARKAR ESAYAN: Geçenlerde şöyle bir konuşmaya tanık oldum ve bence çok da yanlış değil: AKP bir siyasi partidir, bu sistem içersinden çıkmıştır, bu sistem hastalıklı bir sistemdir, dolayısıyla AKP hastalıklıdır.
Hastalık yüzleşme eksikliğinden geliyor. Yüz yıldır ciddi bir yolsuzluk zihniyetiyle karşı karşıyayız ama yüzleşmiyoruz. Şu kısacık tarihimiz bir sürü ayıpla dolu; demokrasi adına, insanlık adına, vicdan adına; bunların hiçbirisi ile yüzleşmiyoruz.
Bence bu siyasi alandan çıkan bir partinin ilk önce bunlarla uğraşması lazım. Tamam düne kadar hor görülen, Kemalist rejimin yığın olarak gördüğü kesimi, dolayısıyla o azınlık psikolojisini, o azınlığı anlayan bir durum var ortada ama çok pragmatikler. Aslında merkeze sadece kendisini koyan bir anlayış AKP’ninki. Pragmatizm ve yüzleşilmemişlikten ötürü ben çok fazla ümitli olamıyorum.
Ama konjonktür var diğer taraftan. Çok ciddi şeyler oluyor; işte Ergenekon, kapatma davası filan. AKP’li kurmaylar eğer akıllıysa bizim epeydir yazdıklarımıza kulak verebilirler. AKP’nin tek çaresi demokrat olmaktır, çetelerin üzerine gitmektir, demokrasi adına hiçbir şeyden taviz vermemektir. AKP’nin kurtuluşu budur, Türkiye’nin de kurtuluşu buradan geçer. 301’den, sivil anayasadan, Kürt meselesinin çözümünden, hiçbir şeyden taviz vermezler, “Bizim seçimimiz budur, her şeyi göze alıyoruz” deyip bu yola belki girebilirler.

www.iyibilgi.com özel

Yarın: Bu topraklardaki birlikte yaşama hafızası…



Bu haber 3,533 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    4,598 µs