En Sıcak Konular

AKP evrensel solu temsil ediyor!

5 Şubat 2008 09:38 tsi
AKP evrensel solu temsil ediyor! Siyasal geçmişi itibariyle AKP Hükümetinin en aykırı isimlerinin başında gelen Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Baykal'ın solculuğundan Erdoğan'ın muhafazakârlığına kadar pek çok konuda çarpıcı açıklamalarda bulundu. İşte Günay'ın AK Parti'yi v

AKP'nin 'sosyal demokrat” Bakanı

Gazeteci Nesrin Yanık Çorakbaş'ın gerçekleştirdiği ve True dergisinin şubat sayısında yayımlanan röportaj, baştan sona ilgi çekici ifadelerle dolu. Kendisini “iktidar mensubu zihinsel muhalif” olarak tanımlayan Bakan Günay, başörtüsü tartışmalarına da şu sözlerle katılıyor: “Kamudan hizmet alanlar istedikleri gibi giyinirler, kuşanırlar, davranırlar. Bu özgürlükçü bir tavırdır. Dünyanın neresinde üniversite öğrencisinin kıyafetine karışılıyor ki, Türkiye'de karışılsın!..”

Türkiye'de 'sosyal demokrat' olmadığını da iddia eden Bakan Günay, bugün düzen değişikliğini ve halkın çıkarlarını savunanın AKP olduğunu söylüyor. Günay'a göre bugünkü AKP, evrensel sol çizgide…

Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda beşinci ayınızı geride bırakırken, bulunduğunuz görevde ve partinizde huzurlu musunuz?

Elbette. Son derece büyük bir iç huzuruyla görev yapıyorum. Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye siyasetinde yeni bir partidir. 2000'li yıllarda Türkiye siyasetinde ciddi bir tıkanma yaşandığında, iki ekonomik kriz ve arkasından da çözümsüzlükler yaşandığında, 2002 seçimlerinde parlamento, eski siyasi yapıları büyük ölçüde tasfiye etti. Eski siyasi yapılardan bir tek CHP parlamentoya girebildi, o da bir önceki dönem parlamento dışında kaldığı için. Bu dönemde AK Parti yeni bir umut olarak, yeni bir parti olarak siyaset sahnesinde önemli bir görev üstlendi. Ve 2002-2007 arasında süreci, halkın nabzını iyi tutarak ve halkın talepleri doğrultusunda bir program uygulayarak başarıyla tamamladı. Ben yeni bir seçimin eşiğinde, demokrasi tartışmalarının yoğunlaştığı bir ortamda AK Parti'ye katıldım. Eskiden beri; halkın değerleriyle barışık ama aynı zamanda ilerici, aynı zamanda yüzü batıya ve çağdaşlaşmaya dönük, Avrupa Birliği perspektifiyle uyumlu, demokratikleşme, ekonomik gelişme ve sosyal dayanışma açılarından tutarlı bir projesi olan bir siyasi hareketin, Türkiye için doğru bir olduğunu savunuyordum. Ve AK Parti bu rotada kendisini geliştirdi. Sayın Erdoğan da, partiyi evrimleştirmek ve yenileştirmek konusunda ciddi bir proje uyguladı. Ve doğrusu ben, bu projenin içinde yer almaktan şu anda çok memnunum.

Sosyal demokrat ya da solcu bir kimlikle geçirilen yıllardan sonra siyasette başka türlü bir şey olabileceğine dair kırılma noktası sizin için neresi oldu?

Ben sosyal demokratım hala. Ve sosyal demokrat kimliğimin AK Parti'ye çok uyduğunu, çok yakıştığını düşünüyorum. Şu anda AK Parti içinde biz bir grup sosyal demokratlarız. Önemli bir durum. Onun dışında, Türkiye siyasetinde sosyal demokrat yok. Çünkü sosyal demokrasi, demokrasiyi ve sosyal adaleti birlikte savunmayı öngören bir anlayıştır. Yani demokrasiyi ve sosyal adaleti savunma çerçevesinden baktığınız zaman, evrensel sosyal demokrasiye en yakın duran siyasi oluşum olarak, AK Parti gözüküyor yine. Demokrasiyi ve sosyal dayanışmayı, sosyal adaleti savunuyor.

Son birkaç yıldır sürdürdüğünüz “muhafazakâr sol” tanımlı siyaset arayışlarınız, muhafazakâr demokrat” ve “ılımlı İslam” kavramlarıyla ne kadar benzeşiyor?

AK Parti'nin “muhafazakâr demokrat” diye bir nitelemesi var kendisiyle ilgili. Partinin hiçbir resmi belgesinde yer almıyor, sadece partiyle ilgili yapılan bazı ideolojik çalışmalarda yer alıyor. Ben bu muhafazakâr demokrat söyleminin bile, AK Parti'yi çok temsil etmediğini düşünüyorum. Daha yeni bir kavram bulmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü muhafazakârlık, bir ölçüde bir tür düzenle bütünleşmeyi, statükoyu çağrıştırıyor. AK Parti'nin kastettiği bu değil, toplumun değerleriyle barışık olmak. Ama muhafazakâr kavramı, tıpkı sosyal demokrat kavramı gibi önyargılı bir takım çağrışımlar yaptırıyor. O açıdan, muhafazakâr terimini doğrusu kendime çok yakın görmüyorum. “Toplumun değerleriyle barışık” diye bir sözcük yerine üç sözcük kullanarak, özel bir tarife ihtiyaç hissettirmeyen bir terim kullanmayı tercih ediyorum. Bu çerçevede sol da, evrensel olarak düzene karşı olmayı, düzen değiştirmeyi, özgürlüğü, geniş halk kitlelerinin yararını savunmayı gerektiriyor. Ben toplumun değerleriyle bağdaşık sosyal demokrat kimliğimi, bu anlamda hizmet içinde bir sol evrensel kimliği hala taşıyorum ve bundan hiç rahatsız değilim. Ama Türkiye'de sol sözcüğü de, tıpkı öteki sözcükler gibi yine özel çağrışımlar yaratıyor ve önyargılı çağrışımlar yaratıyor. Ben eskiden bu yana, yani daha önceki siyasal serüvenlerimde de kendimi solcu olarak tarif etmeyi çok uygun bulmamışımdır. Yani soldan kastettiğimiz neyse; halkçılık mı, emekten yana olmak mı, adaletten yana olmak mı, demokrasiden yana olmak mı, böyle kendini rahat anlatan bir terimle ifade etmeyi doğru buldum. Bugün de bunu doğru buluyorum. Yani solcu nitelemesini eskiden de kendimle ilgili kullanmıyordum, bugün de kullanmıyorum. Ama bir kez daha söylüyorum; ben demokrasiyi savunuyorum, toplumsal dayanışmayı savunuyorum, toplumsal gelişmeyi savunuyorum, ekonomik ve toplumsal gelişmeyi ve toplumsal dayanışmayı savunuyorum. Bu, AK Parti içinde kendimi fevkalade rahat ifade ettiren bir siyasal duruştur.

Siyasi serüveninizde İdris Küçükömer'in yeri neydi?

Önemli bir yeri var. Ben öğrencilik yıllarımda, Türkiye'de siyaset terminolojisinin yeniden oluşturulduğu, konuşulduğu günleri yaşadım. O çerçevede, klasik siyasal şablonlarda CHP sola, Adalet Partisi, Demokrat Parti çizgisi sağa oturtuluyordu. Aydınlar, şehirdeki okumuş yazmış kesimler daha çok sola, daha alt kesimler ve dini inancı olan kesimler ise sağa oturtuluyordu. Rahmetli İdris Hoca; bu şablonun, bu kategorize etmenin yanlış olduğunu, asıl değişim dinamiğinin bu geniş halk kitlelerinde, İslamcı denilen, doğucu denilen, doğulu denilen geniş halk kitlelerinde olduğunu, asıl tutucu çizginin de bu batıcı-laik çizgide, batıcı-laik kümede olduğunu ifade etmiştir. Bu, oldukça akıl karıştırıcı bir söylemdi. Doğrusu benim aklımı karıştırdı. Ben bunu çok ilgi çekici buldum ve Türkiye siyaseti üzerine doğru bir okumanın, bu yeni analiz üzerinden yapılabileceğine inandım. Daha önce CHP'de görev yaparken de, ben bu tarifler doğrultusunda görüşlerimi anlatmaya çalıştım. Benim CHP'yle sadece yönetim kavgalarım olmadı. Onun dışında ideolojik çatışmalarım oldu. Ben hep, geniş halk kitlelerinin asıl ilerici bir programın taraftarı olabileceğine inandım ve bunu anlatmaya çalıştım. Bunu çok anlamadı CHP. Anlasaydı zaten, bugün burada olmazdı. Bunu şu anda, AK Parti daha iyi anlıyor gözüküyor.

Geçmişte veya bugün, kendinizi siyasetin içinde 'ayrık otu' gibi hissettiniz mi?

Hayır. Benim muhalif bir kimliğim vardı, o muhalif kimliğimi hala sürdürüyorum. Ben bugün iktidar partisi üyesiyim ve hükümet üyesiyim. Ama bir yandan da, bir dolu siyasal düzende, sosyal düzende, kültürel planda, çeşitli alanlarda hala muhalefet ettiğim bir dolu eskimiş yapı var. Ben bir Bakanlar Kurulu üyesi olarak, bir iktidar mensubu olarak, hala o zihinsel muhalefetimi sürdürüyorum. Zihinsel muhalefetimi sürdürmediğim noktada, zaten var olan düzenle bütünleşmiş olurum ve yeni bir şey yapma aşkım hiç kalmamış olur.

Yıllar sonra ideolojik anlamda “makas değiştirmeniz”, sol kimlikli pek çok aydını ve siyasetçiyi şaşırttı. Sizi en çok inciten tepki kimden geldi, AKP'li olduğunuz için size küsenler oldu mu?

Ciddiye alacağım bir tepki olmadı. Çünkü ben, zaten uzun zamandır CHP'yle yollarımı ayırmıştım. CHP'den istifa ederek Ak Parti'ye katılmadım. Ben CHP'den ihraç edilmiştim. Benim CHP'nin bugünkü yönetimiyle 1994'ten bu yana aleni bir kavgam, bir yol ayrılığım vardı. Parti barajın altında kalınca, genel başkan o dönem kısa bir süre ayrılınca, tekrar “aktif siyaseti CHP yapabilir miyim” diye bir yeniden deneme süreci bulmuştum. Ama o süreçte de yine o sürtüşmeler, çatışmalar, ayrılıklar devam etti. Ve 2004'te partiden üyelik bağımın kesilmesiyle sonuçlandı. Benim zaten ciddi bir ideolojik kavgam, ciddi bir hukuki kavgam, ciddi bir fikri çatışmam vardı. O yüzden benim çevremdeki insanlar; benim değer verdiğim ve bana değer veren insanlar benim tavrımı, siyasal duruşumu biliyorlardı. O yüzden; özellikle cumhurbaşkanı seçimi eşiğinde, anayasa maddesinin şimdiye kadar görülmedik biçimde 367 tartışmaları yapılarak yeni bir biçimde yorumlandığı dönemdeki tavrım, duruşum, beni bilenler tarafından katiyen yadırganmadı. O tablonun, o duruşun arkası, zaten önemli ölçüde AK Parti'yle örtüşen bir siyasal çizgiydi. O yüzden ciddiye alacağım önemli bir tepki olmadı. Tepki olmadı mı, elbette oldu. Yani militan CHP'liler, çok fanatik bazı çevreler, yani dünyayı okumaktan bence biraz uzak olan, yoksun olan bazı çevrelerden bazı eleştiriler ve tepkiler elbette geldi. Ama ben önce kendi evimden, kendi çocuklarımdan, aile çevremden, arkadaşlarımdan çok ciddi biçimde bir destek gördüm. Hatta Sayın Başbakan bana bir teklif yapınca ve bu teklif basına da yansıyınca, ben bir ay boyunca bütün iletişim kanallarımı açtım. Bazı arkadaşlarımız telefonlarını kapattıklarını söylüyorlar. Ben bütün iletişim kanallarını açtım. İnternet adresim, telefonum, her şeyim açıktı. Ve ben Anadolu'dan, yüzde 90'a yakın bir destek aldım. Onun üzerine zaten Ak Parti'ye katıldım, toplumu karşıma alarak yeniden siyasete giremezdim.

Beni, anlayan anlayacak

Kendinizi anlatma konusunda çaresiz kaldığınız oldu mu bu süreçte?

Çaresiz kaldığım nokta olmadı. İzan yoksunlarıyla, akıl yoksunlarıyla konuşmaya kalkarsanız, öyle bir sıkıntı çekersiniz. Ama benim, öyle herkesle anlaşmak, herkesle yüzde yüz mutabık kalmak gibi bir derdim yok. Anlayan anlayacak, anlamayan anlamayacak. Anlayanların çoğunlukta olduğu çıktı ortaya.

Siyasete Ecevit ile başladınız, Baykal ile devam ettiniz. Şimdi Erdoğan ile birlikte hükümette görev alıyorsunuz. Lider olarak Erdoğan'ın farkı konusunda neler gözlemlediniz?

Ben delikanlılık yaşlarımda Sayın Ecevit'le çalıştım. Ecevit karizmatik bir liderdi gerçekten.  Çalışkandı oldukça, çok güzel konuşurdu, derdini ifade ederdi. Fakat iletişimi kopuktu. Yani Ecevit'e ulaşmak çok sorundu ve giderek yalnızlaştırdı kendini. O yalnızlaştırma, sonra onunla ilgili biraz acılı bir sona kadar gitti. Sayın Baykal'la doğrusu çok uzun bir süre yol arkadaşlığı yapamadım. CHP'nin 1992'de yeniden kuruluşunda, iki yıl kadar genel sekreterlik yaptım. O da genel başkandı. Birinci yılın sonunda, aramızda ciddi bir üslup çatışması başladı zaten. Tarzlarımız hiçbir bakımdan uymuyor. Bu kadar söyleyeyim. Geçmişte beraber geçmişte çalıştığım bir arkadaşım hakkında, şu anda daha fazla bir şey söylemek istemem. Sadece bana uymuyor değil onun üslubu, siyaset yapma tarzı, milletin çoğunluğuna da uymuyor. Bu yaşandı, görüldü. Hatta CHP'lilerin de çoğuna uymuyor. Olmadı yani, millet ve partinin çoğunluğu kabul etmedi. Sayın Erdoğan'la yeni bir çalışma ortamı içindeyiz henüz. Daha birinci yılın içindeyiz. Umarım iyi gider. Ama çalışkan olduğunu görüyorum. Dikkatli olduğunu görüyorum. İnsanları dinlemeye zaman ayırdığını görüyorum. Belli bir takım yetenekleri olmasa zaten, ilçe belediye başkanlığından başlayıp bir ülkenin başbakanı olmazdı herhalde 15 yıllık bir serüven içinde. Bir takım meziyetleri var. Umarım ki, bu olumlu meziyetlerini sürdürür, yorulmaz. Liderlerin çoğunun çevresi tarafından itilerek düştüğü yalnızlığa, o büyük adam ve yalnız adam olma yoluna çatmaz ve başarılı çizgisini sürdürebilir.

AK Parti evrensel solu temsil ediyor

Kimilerine göre Erdoğan, sol siyasette yaşanan boşluğu da doldurmaya kararlı. Mümkün mü bu, AKP politikaları yaklaşık %25'lik bir kesimi ifade eden sol tabanı da etkileyebilir mi?

Bu sol, sağ terimleri Türkiye'de 60'lı yıllarda kullanılmaya başlandı ve ne yazık ki Türkiye tarafından çok fazla algılanamadı. Bizim düşünce dünyamızda bu kavramlar bazı önyargılı çağrışımlar yarattı. Batıda, evrensel siyasette sol; düzen değişikliğini, özgürlükçülüğü, halkçılığı, geniş kitlelerin yararlarını, çıkarlarını savunmayı temsil eder. Sağ ise; daha düzenle bütünleşmiş anlayışları temsil eder. Buradan baktığımız zaman, Türkiye'de kim solda kim sağda, oldukça karışıyor. O yüzden bence bu sol sağ terimleri yerine, asıl amaçlarımız nedir, oradan bakmamız lazım ve oradan kendimizi ifade etmemiz lazım. Amaçlarımız nedir, Türkiye'nin temel özlemi demokrasi, ekonomik gelişme ve sosyal dayanışma. Bu ekonomik gelişme, sosyal dayanışma ve demokrasi çizgisini, bugün AK Parti temsil ediyor. O yüzden AK Parti, sol ve sağ terimleriyle tarif edilmeyecek bir yeni parti. Bu sol ve sağ zaten Mevlana'nın söylediği gibi “dünle beraber gitti ne varsa düne ait” kategorisinde, artık eskiye ait oldu. Türkiye'yi tarif etmiyor. Dünyada da eskidi. Özellikle Türkiye'de çok eskidi. Çünkü bizim ürettiğimiz kavramlar değildi. Tercümeydi ve bizde bir türlü yeteri kadar içselleştirilmedi. Bugün düzen değişikliğini, geniş kitlelerin yararlarını savunma, halkın çıkarlarını savunma çizgisini AK Parti temsil ediyor. Bu anlamda, evrensel olarak aslında sol bir çizgiyi temsil ediyor. Batıdan bakınca da öyle gözüküyor. Avrupa'dan bakınca, İngiliz İşçi Partisi, Alman sosyal demokratları baktıkları zaman, AK Parti'yi daha solda, öteki partileri daha sağda görüyorlar. Fakat Türkiye'de AK Parti'nin kendisine sol demesi, Türkiye'de solun eski çağrışımları yüzünden mümkün değil. Fakat kendine sağ da demiyor AK Parti. Yani Sayın Erdoğan'ın ağzından “biz sağcıyız”, “biz solcuyuz” terimini duyamazsınız. O; toplumun, toplumsal gelişmenin partisi olmak, toplumun ortalamasının partisi olmak, gelişen toplumsal merkezin partisi olmak gibi bir terim kullanıyor ki, bence doğrudur. Bütün toplumun ortak arayışlarını yakalayan bir yeni siyasal partidir.

Henüz bu siyasal hareketi tam olarak karşılayan bir kavram bulunamadı belki, ne dersiniz?

Sayın Başbakan önce bir “merkez partisi” terimi kullanmıştı galiba. Merkez partisinin de biraz statükoya yakın gözükmesi çağrışımları nedeniyle, “gelişmeci toplumsal merkez” diye açtı onu biraz. Gelişmeci toplumsal merkez, yani toplumun ortalamasını yakalıyor ama oraya teslim olmuyor. Onu ileriye dönüştürmeye çalışıyor. Toplumla birlikte gelişen, aslında evrimci bir parti. Belki evrimci sözü daha doğru olur. Toplumsal evrimleşme hareketi. Bütün toplumla birlikte bir evrimleşme hareketi. Devrimsel bir kesiklik yok, devrimsel bir sıçrama yok, devrimsel bir kopukluk yok. Devrimde böyle bir şey vardır, kesiklik olur. Bir gelişme var. Bu evrimci bir süreç içinde, toplumun bütününden kopmadan sürekli bir gelişme.


Ecevit'in halk hareketine benziyor

Sosyal demokrat kimliğinizi göz önünde bulundurunca, şöyle bir soru sormak ihtiyacı duyuyorum. Siyasette neredeyse tek parti dönemi yaşanıyor. Bunun çoğulcu demokrasiye etkisi ne olacak?

Çoğulcu demokrasiler açısında sağlıklı olanın, dengeli bir iktidar ve dengeli bir muhalefet ortamının oluşması olduğu söylenebilir elbette. Ama burada, toplumun arayışlarını yakalamış, evrimleşmeci, toplumsal bir siyasal hareket var. AK Parti, toplumun gerisine düşmüş, toplumun arayışlarının farkında olmayan muhalif partiler ve gittikçe küçülen partiler var. Bu boşluk dolacak tabi ki. Burada bir muhalefet boşluğu var. Türkiye'de ağırlığı artan bir iktidar hareketi var, fakat bir muhalefet boşluğu var. Bu muhalefet nasıl dolacak? Toplumun beklentilerini daha iyi kavrayan, daha iyi dillendiren ve daha iyi çözümler konusunda yeni umutlar yaratan yeni bir siyasal hareket arkadan gelirse, bu boşluk dolacak. Şu anda yok. Bu bir halk hareketi. Bu, 1970'le sınırlı bir Ecevit hareketine benziyor. Erdoğan, AK Parti hareketi. Bu, Türkiye'nin 60 yıllık siyasi tarihinde birkaç kez göründü. Ancak bu halk hareketi bir vadede yorulur, iktidar tıkanmalarına, iktidar kirlenmelerine başlarsa ki olabilir, 5 yıl, 10 yıl, 15 yıl iktidarda kalınca bir parti kaçınılmaz yorulur, toplum yeni aramaya başlar. Orada bir başka siyasal hareket, halkın ihtiyaçlarını, halkın taleplerini daha iyi anlar, daha iyi projelendirir ve daha iyi çözümler önerirse, o zaman gelir ve belki önce bir güçlü muhalefet, sonra bir güçlü iktidar adayı çıkabilir. Ama şu anda yok.

Şu anda bir demokrasi tehlikesi görmüyorsunuz o halde siyasette?

Hayır, tehlike görmüyorum. Çünkü demokrasi derdi olan, demokrasiyle kavgası olan değil demokrasi derdi olan, demokrasiyi kurumlaştırma derdi olan bir siyasal iktidar var. Bu açıdan, bence umut verici bir noktadayız. Bugün bu parti gelip, yasaları ve anayasayı antidemokratik doğrultuda değiştirmeye kalkarsa ki, geçmiş yıllarda buna benzer örnekler yaşandı, o zaman bir umutsuzluk olabilir.

Muhalefetten daha özgürlükçü bir iktidar var

Hükümetin, yükseköğrenimde başörtü serbestliği konusunda Anayasa değişikliğine gitme yaklaşımı, “AKP'nin sayısal üstünlüğü önünde hiçbir engel yok” şeklinde okunabilir mi?

Olur mu, eğer öyle okunsa daha önceden de yapılırdı. Sadece sayısal üstünlük değil. Bir toplumsal mutabakat da yakalanmaya çalışılıyor. Bugün bu başörtüsü konusunda söylenen nedir? Kamu görevi yapanların elbette bir kılık kıyafet disiplini vardır. Herkes ona uyar. Ama kamudan hizmet alanlar istedikleri gibi giyinirler, kuşanırlar, davranırlar. Üniversite öğrencileri de bunlar arasındadır. Buradaki temel tartışma, zaten üniversite öğrencileri konusunda. Dünyanın neresinde üniversite öğrencisinin kıyafetine karışılıyor ki, Türkiye'de karışılsın! Burada; “Fransa'da, Almanya'da, İngiltere'de ne oluyorsa Türkiye'de de böyle olsun” deniyor. Bu, bir özgürlükçü davranış. Yani “üniversitede başınızı mutlaka açacaksınız” veya “başınızı mutlaka kapatacaksınız”, her ikisi de özgürlük karşıtı hareketlerdir. Bunların ikisi de olmaz. Yani zorla kapatma da olmaz, topyekûn kapatma da olmaz. Zorla açma da olmaz, topyekûn açtırma da olmaz.

Ancak bu serbestliğin, bir adım sonrasında liselerde, hatta ilkokulda hak talebi doğuracağı endişesi var. Bu endişeyi yersiz mi buluyorsunuz?

Olur mu, orada bir kamusal eğitim düzeni var. Bakın, bu seçimler eşiğinde mitingler yapıldı. Orada da inanılmaz korku senaryoları yazıldı. Sonra ortaya çıktı ki, muhalefetten daha özgürlükçü bir iktidar var. Ve bu iktidara karşı yapılıyor bu mitingler. Hâlbuki her bakımdan, her konuda, her projesiyle muhalefetten daha ilerici olduğunu, elini vicdanına koyan herkesin kabul edeceği bir iktidar çıktı ortaya. Korkunun gerçek olmadığı çıktı. Zaten toplum da korkuya oy vermez, umuda oy verir. O da ortaya çıktı.

Kamu hizmetinin kuralları var

İlkokullarda başörtüsüne izin çıkmaz mı diyorsunuz?

Olmaz öyle şey. Zaten orada bir kamusal eğitim var, oranın bir disiplini var. Oradaki çocukların şimdiye kadar alışılmış bir sistemi var. Ama üniversitede, bir dönem kimse kimseye karışmıyordu. Bu 12 Eylül sonrası düzenlemeler, nasıl Türkiye'de bir ara anadili yasakladı, nasıl bazı üstüne vazife olmayan adımlara girdi, başka sıkıntılar çıkardıysa, burada da bu tür yasaklar getirdi ve yasak olanın çekiciliği oluyor. O yüzden bu tartışmalar çıktı.

Üniversiteyi bitiren bir genç, kamu hizmetine girmek isterse ne olur?

Kamu hizmetinin kuralları var. Yargıcın kıyafet zorunluluğu var, biçimi var, polisin kıyafet biçimi var. Yani kamu hizmetinin kuralları var. Herkes kamu hizmetinin kurallarına uyacak. Ama ben özel yaşamımda veya kendi işyerimde şunu yapacağım derseniz, isteyen istediğini yapabilir. Bu özgürlükçü bakış açısıdır. Bu, Batıda da böyledir.

Korkular haklı çıkarsa kaygılanırım

Tepki burada doğmuyor zaten, az önce sözünü ettiğimiz korkulardan doğuyor…

O türlü korkuların haklı olduğunu düşünmüyorum. O korkuların haklı olduğunu düşünsem, ben de çıkar kaygılarımı söylerim.

Türk solunun en büyük açmazının “halka inememesi” olduğu söylenir durur. Halka inmenin ya da halkın partisi olmanın koşulu ve kriteri nedir?

Bir kere halkoyuna saygılı olacaksınız. Her seçim kaybettiğinizde, faturayı halka çıkarmayacaksınız. Dönüp kendinize bakacaksınız, “ben niye kaybettim?” diyeceksiniz. Eksiği kendinizde arayacaksınız. Birincisi budur. Halkı anlamaya, halkı okumaya çalışacaksınız. Bazıları iddia ediyorlar ki; Türkiye'de milliyetçi söylem ya da dinci söylem oy alıyor. Hayır. Milliyetçi söylemin ya da dinci söylemin, halkla bağ kurmak açısında bir etkisi belki bir ölçüde vardır. Ama hiçbir zaman, en milliyetçi söylem ya da en dinci söylem iktidar olmamıştır. Halkın başka dertleri var. Halkın çok somut, çok insani ve çok evrensel, başka ülkedeki insanların olduğu gibi dertleri var. Nedir o, daha iyi yaşamak, sofrasının bereketliliği, yuvasının mutluluğu, çocuğunun kendisinden daha iyi yaşaması, kendisinin bir sosyal güvenlik çerçevesi altında olabilmesi, yarın başına bir şey geldiğinde güvenebileceği, sırtını dayayabileceği bir güvenlik şemsiyesinin olabilmesi. Toplumun böyle dertleri var. Kim ki bu dertlere, bu berekete, bu saadete, bu gelire dönük şeyler söylüyor, onu o anlıyor. 60 yıldır okuyoruz, yani 1946'dan, 2006-2007'ye kadar 60 yılı dönüp okuyun ciddi bir siyaset sosyolojisi gözüyle, bu dediklerimdir seçim sonucunu kazanan. Hiçbir zaman istismar, seçim kazanmaz. Yalnız 3 puan, 5 puan aldırabilir. Kim ki halkın somut dertlerine somut çözümler önermiştir, evini halkın eviyle bütünleştirmiştir, halkın diliyle konuşmuştur ve halkın beklediklerine cevap vermiştir, seçimi o kazanmıştır. Bunu anlamakta bazı siyasi partiler ne yazık ki artık sorunlu, sıkıntılı değil, imkânsız bir konuma düştüler. O yüzden yerlerinde sayıp, her seçimde biraz daha geriye düştüler.

Yeni bir lider de çıkartamıyor bu siyasi partiler, öyle değil mi?

Program olması lazım. Ancak yeni program, lider çıkarır.  Kim ki doğru programı iyi bilendir, önce inanır, sonra iyi dillendirir, inanarak anlatır, oradan lider çıkar. Lider, güzel konuşan adamdan çıkmaz. Lider, söylediklerine inanan adamdan çıkar. Ve inandıklarının, toplum tarafından ciddiye alındığı görülen bir kadronun içinden çıkar. Yoksa sadece oturaklı, güzel konuşmak, inanılmak için yetmez.

Sol için halk, demokrasi dekoru

Sol siyasetin açmazlarında bir takım aydınların ya da siyasetçilerin de rolü yok mu?

Halka katlanılması gereken bir demokrasi dekoru olarak bakılırsa, oradan siyaset bir yere çıkamaz. Bugün Türkiye'deki anlamıyla solun, böyle bir açmazı var. Halka katlanıyorlar, anlamaya çalışmıyorlar, bilmiyorlar. Ben iyi anlatıldığı zaman, anlamayacak bir tek Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı tanımıyorum. Bu işle uğraşıyorum yıllardan beri. Benim de ihtisas alanım bu. Halkla uğraşıyorum ve doğru anlattığınız zaman, iyi anlattığınız zaman, almayacak bir tek yurttaş tanımıyorum. Halkı sabırla anlatılması gereken, sabırla onun derdi paylaşılması gereken bir sosyolojik varlık, bir insan olarak görmez de; hukuken katlanılması gereken bir demokrasi dekoru olarak görürseniz, dönersiniz faturayı oraya çıkarırsınız. Ama her seçimi de, kaybeder çıkarsınız.

Kabinede Kültür ve Turizm Bakanı olarak görev almanız, kamuoyunda size sempatiyle bakan ya da bakmayan büyük çoğunlukta memnuniyet yarattı. Nasıl bir anlayış getirdiniz görev alanınıza?

Ben, 29 Mayıs 2001'de Adalet ve Kalkınma Partisi'ne parti grubu önünde katılırken, “Şimdiye kadar inandıklarıma ve savunduklarıma aynen inanmaya ve savunmaya devam ederek aranıza katılıyorum” demiştim. Bakanlığa da inandıklarımı, savunduklarımı aynen koruyarak geldim. Şimdiye kadar neye inanıp savunuyorsam, onları yapıyorum. Bunların, Türkiye toplumunun arayışlarıyla, toplumun ortalamasıyla bağdaştığını da düşünüyorum. Şimdilik henüz altı ayını doldurmamış bir bakanım. Yani iddialı şeyler söylemek için çok erken. Öyle bir çelişkiye düşmekten de çok sakınırım, ama şimdilik toplumun ortalamasıyla barışık bir çizgide görev yapmaya devam ediyoruz.

Ortalamanın sezgileriyle konuşuyorum

Çok kritik gündem konularıyla karşı karşıya geldiniz, mesela Madımak Oteli'nin kebapçı yapılması gibi. Bu tür konularda temel anlayışınız nedir?

Ben, beni rahatsız eden bir şeyin bu toplumu da rahatsız edeceği; toplumu rahatsız eden bir şeyin, beni de rahatsız edeceği gibi bir halka güven duygusu taşıyorum. Ben, Türkiye'nin ortasından bir insanım. Aile yaşamım da ortadadır, şimdiye kadarki geldiğim çizgi de ortadadır. Ben, halka inen demokrasinin birinci koşulunun halka inanmak, halka güvenmek olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, o ortalamanın sezgileriyle konuştuğumu düşünüyorum. Madımak konusu da onlardan birisiydi. Yani orada eskiden bir lokanta varmış, bu lokantacının günahı değil belki. Ama orada tekrar lokanta açılmasına imkân veren çeşitli anlayışların, gerçekten bir vurdumduymazlığı var. Orada, insanların devletin gözünün önünde yandığı bir yerde oturup et pişirilip yenilmesi beni rahatsız ediyordu ve bunu söyledik yüksek sesle. Ve toplumsal duyarlılık varmış ki, hemen ertesi gün “çiçekçi yapalım”, “kitapçı yapalım”, “müze yapalım” diye birileri ortaya döküldü.

Konya'da Şeb-i Aruz törenlerindeydiniz. Mevlana'dan alınacak en büyük ders bir cümlede nedir ve Mevlana figürünü Türkiye'nin tanıtımında etkin olarak kullanabiliyor muyuz?

UNESCO böyle bir şans verdi, Mevlana'nın vefatı nedeniyle. Şimdi de doğumunun 800. yılı nedeniyle uluslararası çapta kutlamalar oldu. Artık çok iyi biliniyor dünyada, uzak Asya'dan Amerika'ya kadar, Avrupa'ya kadar bir Mevlana bilgisi var. Mevlana'nın Farsça yazmış olmasına rağmen, Anadolu'dan, Türkiye'den, Konya'dan bir mütefekkir olduğu, dünya tarafından biliniyor. Demek ki bir hayli mesafe aldık. Sadece Türkiye'de değil İngiltere'de, Amerika'da yapılan yayınlar var. Hintliler film yapmak için bizimle temastalar. Hollywood'dan büyük ilgi gösteriyorlar. Demek ki, bu figürü bir hayli duydular. Böyle bir Mevlana figürü, hem geleneksel sanatla uğraşanların, hem de modern sanatla uğraşanların ilgisini çekti. Nedir Mevlana'yı bu kadar tanınmış hale getiren ya da bu kadar dünyanın Mevlana'ya ilgisini yoğunlaştıran? Hoşgörü düşüncesi, sevgi düşüncesi, barış düşüncesi. “Savaşa dair ne varsa bana yabancıdır, insana ve dostluğa dair ne varsa bana aşinadır” diyen anlayış, bugün de gerçekten insanların ihtiyacı olan bir anlayış. 800 yıl öncenin “Yaratılana karşı yapılan bir haksızlık yaratana karşı yapılmıştır” anlayışı; yine bugün insanı birey olarak, hatta sadece insanı değil doğayı, ağacı, çiçeği, kayayı, suyu, denizi korumayı özendiren bir anlayıştır. Bize bugün doğa sevgisini, tarih kaygısını, çevre duygusunu aşılayan anlayışın köklerini ortaya çıkarıyor. Bunlar etkileyici elbette. Ve insan üzerine çok düşünmüş, insan üzerinde çok kafa yormuş, insanın iç yapıları, iç duyguları üzerinde. Beni şahsen etkileyen o. “İnsan denilen meçhul” diyor ya Alexic Carrel; O, insan denilen meçhulü çok çağlar öncesinde yakalamıştı. Onun inanılmaz bir sır olduğunu, büyük bir sır olduğunu, tek insanın bile kendi içinde inanılmaz bir evren olduğunu, inanılmaz fırtınaları barındıran, inanılmaz kavgaları barındıran veya inanılmaz duyguları barındıran bir büyük umman olduğunu görmüş. “Onu anlatamam” diyor. “Onu anlatırsam ben de yanarım, dünya da yanar”. Beni en çok etkileyen cümlesi budur.

Son yıllarda dünyaca okunan Türk edebiyatının geliştirilmesine önem verdiğinizi ifade ediyorsunuz. Bu anlamda Frankfurt Kitap Fuarı'nın katkısı ne olacak?

Frankfurt Kitap Fuarı'nın 2008'e gelmesi bir şans tabi bizim için. 2010 öncesinde, Avrupa çapında bir yeni tanıtım imkânı bulacağız. Dünyanın en büyük kitap fuarı ve biz bu yıl orada konuk ülkeyiz. Frankfurt Kitap Fuarı vesilesiyle, bu yıl Leipzig Fuarı'ndan başlayarak, sonra Berlin Film Festivali'nden başlayarak, ekime giden süreç içinde önemli etkinlikler yapmaya çalışacağız ve Türk Edebiyatı'nın artık dünyada hak ettiği yeri işaret etmeye çalışacağız. Bir yandan da başka sanat etkinlikleriyle, modern Türkiye'nin yüzünü göstermeye çalışacağız. Filmle ilgili, tiyatroyla ilgili, müzikle ilgili geldiğimiz düzeyin, dünya çapındaki önemine işaret etmeye çalışacağız. Türkiye'nin tanıtılması için çok güzel bir vesile olacağını düşünüyorum. Türk Edebiyatı'nın tanınmış veya yeni ürünlerinin başka ülkeler tarafından çevrilmesi konusunda, Bakanlık çeviri ve yayın desteği veriyor. Şu anda 30'dan fazla dünya dilinde 40'ı aşkın kitabımız çevrildi. Biz Frankfurt Kitap Fuarı'na giderken, bu yılın sonunda 40'ı aşkın dünya dilinde 100'ü aşkın yayınla orada stantlarda yer almaya çalışacağız. .

Sizin çağdaş Türk edebiyatından severek okuduğunuz yazarlar hangileri?

Masamın üzerinde Elif Şafak'ın Siyah Süt'ü duruyor. Marquez'in “Anlatmak İçin Yaşamak” kitabına başlamıştım, ama o da bitmedi.

Şiir sevdiğinizden yola çıkarak, yaşamınızda en anlamlı şiiri öğrenmek istiyoruz?

80 sonrası en etkilendiğim şair Gülten Akın'dır. Onun, konuşmalarımda çok tekrarladığım, 12 Eylül sonrası yaşanılan bu metalaşma sürecini, bu ticarileşme sürecini anlatan birkaç mısrası vardır. “İnsanlar bir gülü bir senetle/ Değiştirmeye alıştılar/ İnsanlar başka insanların hayatını/ Bir hezaren sandalye midir hayat/ Dizip kaldırmaya alıştılar.” 12 Eylül sonrasını bundan daha güzel anlatan, bu kadar çarpıcı anlatan başka mısra yok. Bu vesileyle Gülten Akın'ı sevgiyle saygıyla selamlıyorum.



Bu haber 265 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    4,835 µs