En Sıcak Konular

Başörtülü kadın, kamusal alanda da olmalı!

7 Ekim 2007 11:46 tsi
Başörtülü kadın, kamusal alanda da olmalı!

Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken ‘başörtüsü’ konusu gündemimizin en tepesine yerleşti, aradan geçen zamana rağmen de tartışma hiç hız kaybetmedi. ülkede demokrasinin varlığını farz ederek yaşadığımızı söyleyen yazar Ayşe Kulin, tartışmalara

Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken ‘başörtüsü’ konusu gündemimizin en tepesine yerleşti, aradan geçen zamana rağmen de tartışma hiç hız kaybetmedi. Aylardır bununla yatıp bununla kalkıyoruz.

Bu noktada, ülkede demokrasinin varlığını farz ederek yaşadığımızı söyleyen yazar Ayşe Kulin, tartışmalara katkı yapıyor. “Ben nereye girebiliyorsam başörtülü kadının da oraya girebilme hakkı olduğunu düşünüyorum. Üniversite hatta kamu alanı dahil olmak üzere.” diyen Kulin, hoşnut olmasa da bunun Türkiye’nin bir gerçeği olduğunu söylüyor. Ona göre kadın, ister başı kapalı olsun, ister açık; değil mi ki hayatın içinde olmak istemektedir, o halde mutlaka desteklenmelidir. “Veda, Esir Şehirde Bir Konak” adını verdiği son romanı üzerine görüştüğümüz yazar, Osmanlı tarihine ilişkin, “Biz, hain ifadesini çok kolayca kullanabilen bir toplumuz. Ama Vahdeddin hain değildi. Yalnızca ülkesinin çıkarlarını korumaya çalışan bir devlet adamıydı. Beceriksiz olabilir, ileri görüşlü olmayabilir; ama asla hain değildi.” saptamasını yapıyor. Kulin, bunun yanı sıra Türk kadınına ilişkin değerlendirmelerde de bulunuyor. Kadın hareketinin Cumhuriyet’le beraber başlamadığını, bu tarihten neredeyse 100 yıl önce ortaya çıktığını anlatıyor. Kurtuluş Savaşı’nda da bu örgütlü mücadele kendisini göstermiş, kadınlar erkeklerle beraber tüm alanlarda mücadele etmişler.

İstanbul Beyazıt’ta bir konak. Behice’si, Saraylıhanım’ı, Kemal ve Mehpare’siyle İstanbul’un işgali sırasında zor günler yaşayan bu konak, Osmanlı’nın son hükümetinin, Damat Ferit hükümetinin Maliye Nazırı Ahmet Reşat Efendi’ye aittir. Ayşe Kulin, son romanı, “Veda, Esir Şehirde Bir Konak” (Everest Yayınları) isimli romanında, tarihin bir dönemine ışık tutuyor, o dönemi irdelerken hesaplaşmalar da yaşıyor. Annesinin dedesi olan Ahmet Reşat Efendi ile kendi ailesi üzerinden dönemi anlatan Kulin, “Padişah bir hain değildi, o bir devlet adamıydı.” diyor. Vahdettin ve hükümetinin, esir olan ve günden güne yok olan 600 yıllık bir devleti korumaya çalıştıklarını söylüyor. Ayşe Kulin ile tarihe, geçmişe ve bugüne ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdik.

Veda’da, diğer biyografik ve tarihî romanlarınızın aksine, kendi ailenizi yazdınız, nasıl karar verdiniz bunu yapmaya?

Ben dönemi yazmak istedim. Niyetim dedemin ailesini anlatmak değil, işgal altındaki İstanbul’u anlatmaktı. Çok acı çektiler, bu yüzden aktarmak istedim o dönemi. Çünkü biz resmî tarihimizde yaşananları pek okumadık, anlatmadılar da bize büyüklerimiz. İşgale uğradık, geldiler, işgal edip surların üzerinde durdular, sanki hayata karışmadılar. Hâlbuki öyle değil, çok büyük acılar yaşanmış, çok büyük aşağılanmalar olmuş, çok büyük ihanetlere uğramışız. O dönemi iyi öğrenmek istedim ve bir padişah niye hain olur, onu da öğrenmek istedim.

Bu öğrenme süreci nasıl bir pencere açtı size?

Öğrendiklerimden çok istifa ettim. Ve tahmin ettiğim gibi padişah hain değildi, o bir devlet adamıydı. Beceriksiz olabilir, ileri görüşlü olmayabilir; ama hain ayrı bir şey. Biz haini çok kolayca söyleyebilen bir toplumuz. Bu hainlerin karşılığında onları cezalandıracak katiller de yaratıyoruz. Bunları ortaya çıkaran bir romandı bu. Çünkü Vahdettin’in ne kadar eli kolu bağlı kaldığını, sahipsiz kaldığını görüyorsunuz. Çünkü devleti idare edenlerden kahramanlar çıkmaz, çıkmamalıdır da. Onlar maceraya giremez, çok temkinli olmalıdırlar.

Hain değildi, ancak yanlış yaptı diyorsunuz...

Evet. Bu arada yine bir şey daha aktarmak istiyorum. Kurtuluş Savaşı gerçekten bir mucizedir. Çünkü bu kadar yokluk içinde, parasız, silahsız, gıdasız, üstsüz başsız çarpışan bir ordu ve bu kadar çok da ihanete uğruyor. İşgalciler ilerliyorlar bir taraftan, ama diğer taraftan Çerkezler de ihanet ediyor, Kürtler de ihanet ediyor. Kendi kurduğu bir ordu var, o da ihanet ediyor. Yani o Kurtuluş Savaşı’nı kazanan bir avuç insanın çatışmadığı, ihanete uğramadığı kimse yok. Şimdi baktığınız zaman padişah Anadolu’daki harekete inanmak istiyor; ama inanamıyor. Bunun için de çok dikkatli davranmak zorunda. İşte böyle tarihimle yüzleşmek istedim. Benim açımdan çok ilginç oldu.

Ahmet Reşat kimliğinde, dedenizin öyküsünü anlatırken, aynı zamanda ülkenin öyküsünü anlatmak nasıl bir duygu?

Bende her zaman içimde ukde olan bir şey vardı. Padişah kaçıyor, arkasından da kabinede olanlar kaçıyor, mebuslar kaçıyor. Onun travmasını ben yaşıyordum. Gerçi dönüyor, beraat ediyor ve Türkiye’de yaşıyor; ama onun kırgınlıkları vardı. Bu kitabı yazarken dedemin neler hissetmiş olabileceğini düşündüm ve anladım. Çünkü yüzyılı bulmayan bir cumhuriyet için bu kadar titizlenebiliyorsam, onun 600 yıllık bir imparatorluğu kaybetmek istememiş olması doğal. Yani durduğu tarafta padişaha bağlı olmasını çok doğal buldum, anlayışla karşıladım.

Gerçekten ailenizdeki tipler mi konaktaki isimler, romanın diğer karakterleri?

Yok hepsi gerçek değil, tabii ki kurgu var. Ancak, tarihler ve olaylar doğrudur. Tabii, Makbule kurgulanmak zorunda, birçok şey kurgulanmak zorunda. Böyle bir aşk olduğunu biliyordum. Gerçek hayatta Kemal, Kuvayı Milliye’ye katılmıyor. Verem olup ölüyor. Azra da bir kurgu karakter. Ama yine o dönemde müthiş bir kadın hareketi var Osmanlı’da. Bütün kazanımlar cumhuriyetle verildi, doğru. Ama daha önce 70 yıl önce başlayan bir kadın hareketi var. Kurtuluş Savaşı dönemlerinde doruğuna ulaşmış. Birçok kadın gitmiş Anadolu’ya dernek kurmak ve örgütlemek için.

Ahmet Reşat’ın torunu olmak hayatınızı nasıl etkiledi? Bir taraftan Osmanlı’da bir nazır, diğer taraftan da sürgün edilen bir dede var...

Dedemin çok artısı var benim hayatımda. Benim tek dedem oydu ve ona çılgınca düşkündüm. O da beni çok severdi. Kaybettiğim zaman ilkokul üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçmiştim. Ben kendi dinime ait ne öğrendimse dedemden ve babaannemden öğrendim. Bütün duaları, bir Müslüman’ın nasıl olması gerektiğini ondan öğrendim. Dedeme çok şey borçluyum, dedem ve babaannem olmasaydı ben Müslüman olmaktan hoşnut olmayabilirdim bugünkü Müslümanlara bakarak. Ama onlar sayesinde dinin ruhunu almış olduğumu düşünüyorum.

Ahmet Reşat Efendi üzerinden, Osmanlı’ya, padişaha ve o döneme bakışınızı mı sorguluyorsunuz veya temize çekiyorsunuz? Çünkü onlara hain deniyor; ama Ahmet Reşat bir hain değil...

Evet, onlar hain değillerdi. Evet biz Türklerin çok sık başvurduğu bir çıkış yolu, bir yöntem maalesef. Ya kötülerle iyiler var ya hainler ve kahramanlar var. İkisinin arasında insanlar yok. Böyle bir hesaplaşma yapıyorum kitapta ve şu sonuca varıyorum. Kurtuluş Savaşı sırasında bizi o kadar aşağılıyorlar ve ahmak yerine koyuyorlar ki, bir yeraltı örgütü kurabileceğimizi bile akıllarının ucundan geçirmiyorlar. Neticede o kadar ihanetlerle karşılaşarak kazanılmış bir savaş ki bu... Tabii o kadar zor kazandığı bir savaşı ve kurduğu cumhuriyeti kollamak zorunda. Onun için önlemler almış. Ama bugün cumhuriyet oturmuştur. Bugün herhangi birinin gelip cumhuriyeti zedeleyebileceğini hiç düşünmüyorum. Bugün cumhuriyetten başka rejim mümkün değil. Onun için tarihle yüzleşebiliriz, yüzleşmekte çok büyük fayda var.

Ne çıkarılabilir peki bugün bu yüzleşmeden?

Osmanlı’nın hain olmadığı kesin. Ama becerikli olmadığı da aynı derecede kesin. İyi idare etmemişler. Oralardan ders almamız lazım, almıyoruz. Aynı zamanda cumhuriyette de iyi idare edilmiyoruz. Bunu bugünkü hükümet için söylemiyorum. Uzun zamandan beri çok kötü idare ediliyoruz ve aynı yanlışları tekrar tekrar yapıyoruz.

Ahmet Reşat tiplemesi bugünün toplumunda kime işaret ediyor, var mı bir karşılığı?

Hayır, bugün Ahmet Reşat’a benzeyen bir tipleme görmüyorum. Hem Osmanlı aydını hem Türk aydını ezik bir insan. Düşünen, fikir üreten, aydın olmaya çalışanı toplum boğuyor. Osmanlıda da Cumhuriyette de. Düşündüğünüz zaman derdiniz var. Aydın olmak bu topraklarda kolay değil.

Peki konağın kadınları, feminizm, modernleşme, çatışma hepsi var. Konağın kadınlarını etkileyen Azra’nın hikayesi nereye dayanıyor?

Azra modern kadını temsil ediyor. Örgütlenmesi, Anadolu’ya gitmesi, aşk hayatını yönlendirmesi açısından modern kadın; ama modernliğin getirdiği sorunlarla da boğuşuyor sonunda. Ama çok geleneksel bir büyükanne var. Tipik Türk kaynanası, o çok baskın bir karakter. Behice’yi iki arada bir derede kadın olarak görüyorum. Çabalıyor, ancak genlerinde yok. Çerkez kız, benim için en ideal kişilik. Çok kişilikli, çok zeki. Okumuş bir insan değil; ama iç güdüleriyle ve aklıyla kendini idare ediyor.

O dönemlerden beri modernleşme süreci içinde olan, bunun da ötesinde modernleşmenin görünür yüzü olan Türk kadını bugün hangi noktada?

Bence bizde kadının her anlamda modernleşmesine daha epey zaman var. Çünkü Türkiye nüfusunu düşünürseniz, okumuş türbansız kadınlarla türbanlı kadınları da ayırdığınız zaman geriye çok büyük bir kitle kalıyor. Türkiye’nin çok az biz kısmıyız bizler.

Başörtülü bir cumhurbaşkanı eşi olması, daha sonra da anayasa değişikliğinde üniversitede kızların başı örtülü olarak okuyabilmeleri çok tartışıldı. Siz bu tartışmada taraf mısınız?

Bu memlekette demokrasi bence yok; ama olduğunu farz ederek yaşamaya çalışıyoruz. Demokrat olmaya çalışıyoruz ve eşit olduğumuzu kabul ediyoruz. Başı kapalı kadının ben nereye girebiliyorsam o yere, her yere girebilme hakkı olduğunu düşünüyorum. Üniversite hatta kamu alanı dahil olmak üzere. Bir gerçek var benim ülkemde, maalesef ben hoşnut değilim bundan, ama kadınlar başlarını örtüyorlar. Yasaklayarak hiçbir yere varılmaz.

Kadınların başını örtmesi ve bu şekilde modern hayatın içinde yer alması ülke geleceği açısından bir sıkıntı doğurur mu?

Bence bir sıkıntı yok. Kadınlar örtülü veya örtüsüz mutlaka hayatın içinde yer almalılar.

Türkiye’nin daha ileri bir noktaya doğru gitmesi, demokratikleşme yönünde adımlar atması bir şekilde dış görünüşe, kıyafete getirilip kilitleniyor. Bunu hak ediyor mu bu ülke?

Hayır, etmiyor tabii ki. Biz çözümsüzlüklere bağlanmayı tercih ediyoruz. Bu coğrafyanın toprağında, suyunda bir şey var. Kimse anlaşmak istemiyor. Türkiye sınırı içinde yaşayan insanlar uzlaşmaya yatkın insanlar değil. Uzlaşmaya karşı bir yapıda olduklarını görüyorum. Sadece cumhuriyetçiler ve laikler değil, dinciler de öyle. Herkes birbirini sürekli kaşıyor. Tabii hırçın ve huysuz bir toplum oluyoruz neticede. Kamplaşmaya başlıyoruz yavaş yavaş, çok tehlikeli bu. Karşılıklı dayatmalar var.

Tekrar romana dönersek... Veda sizin ikinci tarihî romanınız, sizin için tarihî roman yazmak ne anlam ifade ediyor? Niye başladınız bu türe?

Yeni başlamadım ben buna. Sevdalinka öyle bir romandı. Füreya da var. Romanlarımın içine o dönemin siyasi durumunu koymayı seviyorum. Tarihi çok seviyorum, tarih okuyorum sürekli.

 

Zaman-Pazar
 



Bu haber 299 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    3,461 µs