En Sıcak Konular

Modern tıbbın sefaleti!

13 Eylül 2007 14:34 tsi
Modern tıbbın sefaleti! İlaç deneylerinde kullanılan kimsesiz çocuklar… Ergenliği hastalık olarak gören ve depresyon ilacı yazan hekimler… Dr. Cengiz Başkaya ile yapılan söyleşi tıbbın ne hallere düştüğünü gösteriyor.

28 Temmuz 2007 tarihinde Özgür Üniversite Forumu’nda Dr. Cengiz Başkaya ile yapılan ‘Tıbbın sefil halleri, bilim ve kapitalizm üzerine’ başlıklı söyleşi:

Modern tıp harikalar yaratıyor ama milyonlarca insan sıradan hastalıklardan ölüyor. Her geçen gün asgari sağlık hizmetlerinden dahi yararlanamayanların sayısı artıyor. Bu çelişik durum nasıl açıklanabilir?

Modern tıbbın birçok hastalığın tanı ve tedavisinde büyük ilerlemeler kaydettiği doğru. Buna karşılık önlenebilir hastalıklardan her yıl yüz milyonlarca insan ölmeye devam ediyor. Bu durum aslında şaşırtıcı değil. 

Dünyada hem ülkeler arasında, hem de ülkelerin kendi içlerinde gelir dağılımında büyük uçurumlar mevcut. Milyarlarca insan günde 1 doların altında gelirle yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Yine 1 milyar 100 milyon kişi temiz su içemiyor. Açık ve gizli açlık sorunu ve sağlıklı barınma koşullarının bulunmayışı da eklendiğinde, çok sayıda insan hastalıklara açık ve dirençsiz hale geliyor. 

Bugün zengin kuzey ülkelerinde ortalama ömür beklentisi 80 yıla dayanmışken Afrika'da 40 yaşına erişmek şans işidir. Ortalama ömür süresinin artışı sağlık alanındaki ilerlemelerin yanında yaşam koşullarının iyileşmesinin sonucudur. En temel insan ihtiyaçlarının sağlanamadığı koşullarda zaten sağlık hizmetlerinden yeterince yararlanma olanağı da bulunmayacaktır. Bu durumda çözüm yoksullar yararına etkili sosyal politikalar uygulanmasıyla mümkün olabilir. 

1978’de Alma Ata’da toplanan ve Birleşmiş Milletler'in öncülük ettiği temel sağlık hizmeti konulu uluslararası konferans sonunda yayınlanan deklarasyonda slogan “2000 yılında herkese sağlık”tı. Bütün ülkeler politikalarını bu hedefe uygun biçimde planlamayı taahhüt etmişlerdi. Tabii ki, bu gerçekleşmedi. Aksine hedeften gittikçe uzaklaşıldı. 

1978’de sosyalist sistem henüz çökmemişti ve sosyal devlet kavramı hâlâ itibarını koruyordu. İnsanlığın önüne böylesi hedefler koymak da henüz tuhaf karşılanmamaktaydı. Sosyalist blokla birlikte Batı Avrupa ülkelerinde de sağlık hizmetleri büyük ölçüde devlet güvencesindeydi. Amaç 2000 yılında bütün insanlar için sağlığı güvence altına almak, aşıyla önlenebilir bütün hastalıkları tümüyle ortadan kaldırmak ve sağlık için gerekli asgari yaşam koşullarını sağlamaktı. 

Bugün şemsiye büyük ölçüde tersine dönmüş durumda. Sağlığın bir hak olduğu kabulünden bir ihtiyaç olduğu kabulüne geçildi. Bütün sektörlerde dayatılan özelleştirmeler sağlık alanına da yayıldı. Dünya Bankası ile anlaşma durumunda kalan bütün ülkelerden sağlık sektörünü serbest piyasa koşullarına uydurma taahhüdü alındı. Birçok ülkede birinci basamak sağlık hizmeti paralı hale getirildi. Örneğin Kırgızistan'da ilk basamak sağlık kurumlarında kişi başına alınmaya başlayan 1 dolar gibi küçük bir meblağ bile başvuruları yarı yarıya azaltmış durumda. Batı Avrupa'da 2. Dünya Savaşı’ndan sonra verilen sosyal haklar da birer birer  geri alınıyor. 

Sağlık hizmeti gittikçe daha pahalı hale gelmekte iken, dünyanın yoksullarının bu hizmetten gittikçe daha az yararlanacakları bellidir. İlaç sektörünü  neredeyse tümüyle ellerine geçirmiş bulunan az sayıdaki ulusötesi şirket sadece kazanca yönelik faaliyetler içinde olduklarından (başka türlü davranmalarını beklemek de haksızlık olur), başta AIDS olmak üzere yoksulları kırıp geçiren hastalıklara karşı ucuz ilaç üretmek gibi bir kaygı içinde değiller. 

Örneğin AIDS tedavisinde kullanılan antiviral ilaçların kişi başına yıllık 1000 dolara mal edilmesi mümkün. Brezilya, Güney Afrika, Tayland gibi ülkeler bu ilaçları üretebiliyorlar. Fakat şirketler patent haklarına dayanarak bu ilaçların eşdeğerlerinin üretimini engelliyorlar. Belirledikleri fiyatlar ise kişi başına maliyeti 15 bin dolara çıkarıyor. 

Kendi ihtiyacı için ilaç üreten Brezilya ve Güney Afrika Dünya Ticaret Örgütünün yaptırımlarıyla karşılaştı. Sadece bu örnek bile koruyucu sosyal politikalardan vazgeçilmesinin ne kadar vahim sonuçlara yol açabileceği hakkında yeterince fikir verebilir. Örneğin çok sayıda AIDS hastası bulunan Güney Afrika milli gelirinin büyük bir bölümünü ithal AIDS ilaçlarına ayırsa, yine de ulusötesi tekellerin aşırı kâr hırslarını karşılayamaz.

Sağlıklı [normal] olma ve hasta olmanın tanımı büyük ilaç şirketlerinin ihtiyaçları doğrultusunda değişimlere, kaymalara uğruyor... Daha çok ilaç satmak için yeni yeni hastalıklar keşfediliyor. Bu işin ciddiyetinin ortadan kalktığı, çığrından çıktığı anlamına gelmiyor mu? Bu koşullarda hekimlik inandırıcılığını ve itibarını yitirmiş olmuyor mu?

Yeni hastalıkların keşfedilmesi yerine “icat edilmesi” tanımını kullanmak daha doğru olur. Bugün artık hayatın bütün doğal evreleri hastalık olarak tanımlanmaya başlandı. Örneğin puberte (ergenlik) dönemi eskiden çocukluktan gençliğe geçiş dönemi olarak algılanır ve doğal bir durum olarak değerlendirilirdi ki, gerçekte de öyledir. Çocuğun bedeninde ortaya çıkan hızlı ve belirgin değişimler, hormonların ortaya çıkardığı etkiler ve cinselliğin belirginleşmesi geçici bir uyum güçlüğü yaratır. Bu döneme ait doğal güçlükler zamanla atlatılır. Gençlere anlayışla yaklaşılması bu uyumu kolaylaştıracaktır. 

Fakat günümüzde kabul ettirilmeye çalışılan anlayış pubertenin bir hastalık olduğudur. Tabii ki, her hastalık gibi tedavi edilmelidir. Artık milyonlarca genç bu hastalığa karşı antidepresanlar kullanıyor. Bu ilaçlara yıllarca devam etmelerinin iyi olacağı telkin ediliyor. İlaç üreticileri için milyarlarca dolarlık yeni bir pazar yaratılmış bulunuyor. Ergenlerin geçici bunalımlarına çare olarak pazarlanan bazı ilaçların intihar eğilimine yol açtığı tespit edildiyse de bu konu o kadar önemsenmedi.  

Aynı şekilde kadınlarda doğal ve kaçınılmaz bir süreç olan menopozun bir hastalık olduğu inancı yaygınlaştırıldı. Tabii ki işin iyi tarafı bu hastalığın “tedavi edilebilir!” olmasıydı. Kadınların yumurtalıklarının faaliyetlerini azaltması veya durdurması bir hastalıktı. Tedavisi ise ilaç tekellerinin ürettiği sentetik hormonları yıllarca kullanmakla mümkündü. Bu ilaçlar ebedi gençlik iksiri olarak da lanse edildi. Kadınlarda kalp-damar hastalıkları önlenecek, yaşlanma durdurulacaktı. Zaten yaşlanmanın özellikle kadınlar için kabul edilemez ve neredeyse ayıp sayılacak bir durum olduğu çoktan empoze edilmiş durumdaydı. 

İlaç firmalarınca yönlendirilen kadın örgütleri de  özellikle ABD’de hormon kullanma haklarını “söke söke” aldılar. Başka bir deyimle ilaçların sigorta kuruluşlarınca ödenmesi kabul ettirildi. Doğal süreçlere bu şekilde aktif müdahalelerin tehlikeli olacağını savunan bilim insanlarının sesleri kısıldı. Hatta kadın hakları düşmanı ilan edildiler. Fakat yine amaca ulaşıldı ve dünyada yüz milyonlarca yeni ilaç müşterisi ortaya çıkarıldı (pazar genişletildi). Zamanla hormon kullanımının sakıncaları bir bir ortaya çıkmaya başladı. Fakat firmalar amaçlarına ulaştılar ve  milyarlarca dolar  kazanç sağladılar. 

İlaç tekelleri yaş ilerledikçe kemik kütlesinde azalma olduğunu keşfettiler! Her zaman bilinen doğal ve kaçınılmaz bir biyolojik süreç hastalık olarak lanse edildi. Kemik metabolizmasına sürekli müdahale ile bu sürecin durdurabileceği, böylece yaşlılığa bağlı kemik kırıklarının önlenebileceği savunuldu. Pahalı ilaçların yaygın kullanımı yanından kemik yoğunluğu ölçme cihazlarının üretimi ve satışı yeni bir sektör ortaya çıkardı. Skorlama kriterleri üzerindeki ufak oynamalarla daha çok kadınlarda olmak üzere erken yaşta ve sürekli ilaç kullanımı garantiye alındı. Çoğu kez kaydadeğer avantajlar sağlamayan bu uygulamalar yerine, daha az kaynak kullanılarak yaşlılar için daha uygun yaşam koşulları sağlanması, kırık riskini en aza indirecek yaşam alanları oluşturulması mümkündür. 

Kandaki lipit düzeyleri kalp hastalıklarının neredeyse tek nedeni gibi gösterilerek pahalı lipit düşürücü ilaçların dünya çapında yaygın kullanımı sağlandı. Bu ilaçların kullanılması için uygun görülen sınır değerleri gittikçe aşağıya çekildi. Anormal düzeyde yüksek lipit düzeyleri gösteren kişilerde gerçekten çok faydalı olan bu ilaçların gereksiz yere milyonlarca kişi  tarafından sürekli kullanılması garantiye alındı. 

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Fakat doğal süreçleri bir kazanç kaynağına çevirme çabalarının bir uç ve ironik örneği de doğal ölüm sürecine bakışın değişmesidir. Günümüzde, yaşlı bir insanın her canlı için kaçınılmaz olan doğal ölümü, metalaştırılmış tıp hizmeti anlayışıyla doğal olmaktan çıkarılmıştır. 

ABD’de  başlatılan ve hızla yayılan bir uygulama doğal yaşlı ölümlerinin evlerde değil, yoğun bakım ünitelerinde gerçekleşmesidir. Hatta bu uygulamanın yaygınlığı ülkelerin gelişmişlik kriterleri arasında sayılmaya başlanmıştır. (Hani şu, yılda kişi başına şu kadar yüz ton su tüketmezseniz, atmosfere şu kadar ton karbondioksit salmazsanız gelişmiş sayılmazsınız türünden kriterlerden…) 

Günlüğü yaklaşık 10 bin dolara sağlanan yoğun bakım hizmeti eşliğinde vuku bulan ve yaşam destek üniteleri ile birkaç gün geciktirilen ölüm süreci ölen yaşlının ekonomik büyümeye son bir katkısı olmaktadır. Ivan Illich insanların evlerinde ölme haklarını savunadursun, tabii ki ölüm olgusuna Kızılderili ya da Eskimo felsefesiyle (yani ilkel bir anlayışla!) yaklaşamayız.  

Bir ilacın kârlılığının alt-sınırının 200 milyon dolar olduğu söyleniyor... Eğer en az 200 milyon dolarlık bir pazarı yoksa o ilacın üretiminden vazgeçiliyor... Bu durumda yoksul ülkelerdeki birçok hastalık çokuluslu ilaç  firmalarının 'ilgi alanı' dışına çıkıyor... Bu ve benzer durumlar artık bizzat tıbbın kendisini de tartışmalı duruma getiriyor ve önemli deontoloji sorunları ortaya çıkarıyor. Bu durum da doğrudan tıp alanına giren her şeyin paralılaşması, metalaşması, özelleştirilmesiyle ilgili... Bugünkü eğilimler bu istikamette ve bu tempoyla devam ederse bunun sonu nereye varacak?

İlaç üretiminin çok büyük bölümünün sayıları gittikçe azalan ve tekelleşen ulusötesi şirketlerin kontrolü altına girmesi ilacı çok pahalı hale getirdi. Çevre ülkelerin kendi ilaçlarını üretmesi güç. Bunu kısmen de olsa başardıklarında da karşılarına uluslararası ticari anlaşmalar, patent yasaları ve İPRs çıkıyor. 

Tekeller patentlerini ellerinde tuttukları ilaçlara çok yüksek fiyatlar belirliyor. Zamanla yoksul ülkelerin sosyal güvenlik sistemleri sadece ilaç maliyetleri yüzünden çökme noktasına gelecek. İlaç tekellerinin tek amacı maksimum kârdır. Bu da kapitalist işletmelerin doğası gereğidir. Onlardan sosyal kaygılar taşımaları tabii ki beklenemez. Hissedarları için yılsonu grafikleri ve dağıtılacak kâr payı tek kaygıdır. 

İnsanlığın öncelikleri ile şirketlerin önceliklerinin örtüşmesi söz konusu olamaz. Zaten ihtiyaçlar için değil, kazanç için, kâr için üretim, sermayeci sistemin doğası gereği olduğuna göre, insanlığın temel gereksinimleri için kazancı değil faydayı esas alan toplumsal yapılanmaların korunması veya yeniden inşası bir zorunluluk durumumda. Saç dökülmelerine karşı geliştirilecek bir ilaç yüksek gelir gruplarına yönelik olduğu için üreten firmaya milyarlarca dolarlık yeni bir pazar  demektir. Halbuki Afrika'yı kırıp geçiren bulaşıcı hastalıklara yönelik ilaç geliştirmek rantabl olmaz. Zaten Afrika ülkelerinin tekellerin pahalı ilaçlarını  satın alacak paraları da yoktur. Tek başına bu çelişki bile piyasa ekonomisinin herkes için en iyi sistem olduğu savını sorgulamak için yeterli bir neden sayılmalı. 

İlaç endüstrisinin işleyiş biçimi ile ilgili önemli bir tartışma konusu da ilaç araştırmaları ve patentlerle ilgili. Artık çok az ülkede kamu desteği ve kontrolünde ilaç geliştirme çalışması yapılıyor. Bu çalışmalar da çok sınırlı. Hangi konuda ilaç geliştirileceğine, deneylerin nasıl yapılacağına ilaç tekelleri karar veriyor. 

Bir ilaç ortaya çıkarılıp patenti alındığı zaman, uzun süre çok yüksek fiyata satış garantisi söz konusu. Firmalar yüksek fiyatlara gerekçe olarak araştırma geliştirme maliyetlerinin yüksekliğini bahane ediyorlar. “Bedelini ödeyin ki insanlığın yararına bu ulvi çabalarımızı sürdürebilelim.” Aslında maliyetin büyük bölümü pazarlama ve tanıtım giderlerinden ibaret.

Örneğin statin türü, lipit düzenleyici bir ilacın reklam ve promosyon giderleri, Coca Cola'nın reklam giderleriyle yarışıyor. İlaç tekellerinin tanıtım giderleri hakkında bir fikir vermek için ABD de her doktor için yılda 15 bin dolar promosyon harcaması yaptıklarını söylemek kafi gelebilir. 

Bu şirketlerin CEO’ları ilaçla ilgili uzmanlardan değil, pazarlama dehaları arasından seçiliyor. İlaçların etkinliklerini ve yan etkilerini araştıran tarafsız çalışmalar yeterince yapılamıyor. Bu konuda gerekli kaynaklar kamu kurumlarınca karşılanamadığından çoğu çalışma yine firmaların sponsorluğunda yapılmakta. Bu durumda araştırma sonuçlarının şirket çıkarlarıyla çelişmemesi büyük ölçüde garanti edilebilir. 

Özellikle ilaç araştırmaları ile ilgili verilerde eski durum tersine dönmekte. Önceleri firmalar üniversitelerin verilerinden yararlanırken artık ilaç tekelleri kendi veri tabanlarını sınırlı biçimde ve belirli koşullara uymak kaydıyla lütfedip üniversitelere açıyorlar. Zaten hızla artan gen patent uygulamaları firmalarca sahiplenilen genlerle ilgili araştırmaları firmanın izniyle yapma koşulu getiriyor. Artık bilim dünyası tümüyle ulusötesi firmaların denetimine girmek üzere. Bu durumda bağımsız bilim adamı kavramı yakın zamanda tarihe karışacaktır. Olsun, bu da bir gelişmedir... Gelişmenin karşısında durmak gerikafalılık ve vizyon eksikliği sayılır ki bu tavırdan uzak durmak gerekir...

Çokuluslu ilaç firmaları daha ucuz diye 'denekleri' artık yoksul ülkelerden seçiyor ve araştırma laboratuvarlarını Üçüncü Dünya'ya taşıyor. Fabrikalarını, işletmelerini "ucuz işçi cennetlerine" taşıdıkları gibi... Elbette her şeyin metalaşıp/soysuzlaştığı bir çağda tıp alanının bunun dışında kalması kolay değil ama, insan sağlığının alışveriş ve kâr konusu olmasının ilave mahsurları yok mu?

Öncelikle ilaç deneklerinin sadece yoksul ülkelerden seçilmediklerini belirtmek gerekir. Örneğin ABD’de yetimhanelerde, çocuk yuvalarında barındırılan çocuklar, ailelerce evlat edinilmiş çocuklar ve öksüzler ilaç araştırmalarında denek olarak kullanılıyor. Bunların yoksulluk dışında ortak özellikleri yüzde 99’unun zenci veya Hispanik (Latin Amerika) kökenli olmaları. 

Doğuştan AIDS virüsü almış veya sonradan virüs kapmış çocuklara 6 haftalıktan itibaren çok sayıda ilacın deney amaçlı verildiği ortaya çıktı. Bir çocuğa aynı zamanda 7 ayrı ilacın verildiği belirlendi. Ağır, hatta bazen ölümcül yan etkiler görüldüğünde bunların ilaçlara değil hastalığa bağlı olduğu yetkililerce belirtilmiş. Bu çocuklara “kobay çocuklar” anlamında “guinea pig kids” deniyor. Halen insanlığa hizmet etmeye devam etmekteler... 

Benzer skandallar İngiltere ve Kanada'da da ortaya çıktı. Denetim mekanizmalarının nispeten iyi çalıştığı zengin ülkelerde bunlar oluyorsa, Afrika'da, Güney Amerika'da ve dünyanın diğer yoksul yörelerinde neler olup bittiğini tahmin etmek güç değil. 

Tıp alanındaki metalaşma ve çürüme karşısında başta hekimler olmak üzere tıp insanları nasıl bir duruş ortaya koyuyor? Bu koşullarda edilen yeminin hâlâ bir değeri kalıyor mu? Sanki hekimler çokuluslu dev ilaç tekellerinin satış elemanları  konumuna getiriliyor. Bu süreci tersine çevirmek ve şeyleri yerli yerine oturtmak için neler yapılabilir veya yapılmalıdır?

Öncelikle tek tek insanları sorgulamak yerine sistemin işleyiş bütünlüğüne bakmak gerekir. Öncelikle sağlık hizmetinin vazgeçilmez bir kamu hizmeti olduğunun kabulü  gerekir. Koruyucu sağlık hizmetleri de bu sistemin temeli olmak durumundadır. Hastalıkları ortaya çıktıktan sonra pahalı tedavi yöntemlerini esas alan anlayıştan çok, daha ekonomik olan koruyucu önlemlere ağırlık verilmesi, bütün insanlara sağlıklı içme suyu, yeterli ve sağlıklı beslenme, sağlıklı barınma koşulları sağlanması hedef olmalıdır. Aşıyla önlenebilir hastalıklarla mücadelede en küçük zaafa meydan verilmemelidir. Türkiye'de aşılama çalışmalarında oldukça iyi bir noktaya gelinmiş durumda. Bu başarıyı sağlayan uygulamalardan kesinlikle geri adım atılmaması gerekir. 

Tedavi edici tıp uygulamalarının maliyetlerini azaltıp, etkinliğini arttıracak yöntemler uygulanmalıdır. İlaç sektörü birkaç dev şirketin eline ve insafına bırakılamaz. Ülke imkânları ile ilaç, aşı, tıbbi cihaz ve malzeme üretmek için bütün kaynaklar harekete geçirilmelidir.  Bilimsel çalışmaları şirketlerin sponsorluğuna mahkûm etmek yerine, bağımsız araştırmalar için kamudan daha fazla kaynak aktarılması sağlanmalıdır. Üniversiteler şirketlerin değil halkın ihtiyaçlarına yönelik çalışmalara ağırlık vermeli; bilimsel tarafsızlık ve objektiflik ilkelerine uyulmalıdır.  

İlaç şirketlerinin tanıtım elemanları aracılığıyla sürekli etkilemeye çalıştıkları hekimlere tarafsız, güvenilir bilimsel çalışmaların sonuçları ulaştırılmalıdır. Mezuniyet sonrası eğitim, sponsorlukları firmalarca yapılan toplantılar ve kongreler yoluyla değil, kamusal kurum ve olanaklarla gerçekleştirilmelidir. 

Alanda çalıştığı yıllar boyunca bilimsel gelişme ve yenilik adına ilaç firmalarının tanıtım elemanlarının getirdiği broşürlerden başka kaynak görmeyen hekimlerin bu uygulamalardan ve yönlendirme çabalarından etkilenmemesi çok güç. Üniversitelerin toplumsal sorumluluk gereği gerçeğin peşinde olma ve gerçeği aktarma zorunluluğu var.

Bunlara ilave olarak söylemek istediğin bir şey var mı?

İlaç tekellerinin hastalık kavramını nasıl çarpıttıklarını ve ne tür yöntemler uyguladıklarını anlatan bir kitaptan bahsetmek istiyorum.  Ray Moynihan ve Alan Cassels'in yazdıkları “Satılık Hastalıklar” Hayykitap tarafından yayınlandı. Konuyla ilgilenenlerin mutlaka okuması gerekir. Çoğu kez “insaf, bu kadar da olmaz” dedirten bir kitap.    

Kaynak: http://www.ozguruniversite.org/sefil.php



Bu haber 2,550 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    4,605 µs