En Sıcak Konular

Demokrasilerde başbakan ülkenin sahibidir, istediğini kovar

30 Ağustos 2007 11:19 tsi
Demokrasilerde siyaseti "kurumlar" yapamaz, partiler halinde örgütlenen yurttaşlar yapar. "Biz çekilelim başka kurum yapsın" sözü, Başbakan'ımızın siyasi mensubiyetlerini kurum olarak algıladığını gösterir. Oysa demokrasilerde kurumlar, kurum olarak

Türkçe'nin giderek hızlanan yozlaşma ve yozlaştırılma süreci içinde, Batı'dan ithal ettiğimiz "kamuoyu", yani "edinilmiş genel kanaat" terimi, bizzat kamuyu veya halkı veya toplumun tümünü ifade eder hale getirilerek özgün anlam çerçevesinden tamamen uzaklaştırıldı.
Kamuoyu, olanaklı çıkar gruplarının giriştikleri propaganda faaliyeti sonucu oluşur. Yani halk, eğer medya (en geniş anlamında, tüm enformasyon aktaran kanallar) yol göstermezse, kendi başına ortak bir kanaat oluşturamaz. Oysa bizde "kamuoyu ne der?" örneğinde olduğu gibi, halkın böyle bir olanağa sahip olduğu sanısı yaratılmıştır.
Bu her şeyi anlamaya, değerlendirmeye ve doğru sonuca ulaşmaya "kadir" kamuoyu, Müslümanlar'dan en fazla nefret eden Batılı ulusun Fransızlar ve Müslümanlar'a en fazla hoşgörüyle bakanların Anglosaksonlar olduğuna kesinlikle inanmaktadır (inandırılmıştır).
Financial Times'ın Harris Interactive adlı kuruluşa yaptırdığı araştırmaya göre, Müslümanlar'ın varlığının ülkede güvenlik sorunu yarattığını düşünenlerin oranı İngiltere'de yüzde 39, Almanya'da yüzde 26, ABD'de yüzde 21 ve Fransa'da yüzde 20. Çocuğunun bir Müslüman'la evlenmesine karşı çıkanların oranı ABD'de yüzde 40, Almanya'da yüzde 39, İngiltere'de yüzde 38 ve Fransa'da yüzde 19. İngilizler'in yüzde 59'u bir kişinin hem Müslüman hem de İngiliz vatandaşı olabilmesini mümkün görürken, bu oran Fransa'da yüzde 75.
Fransa, oransal olarak da mutlak olarak da en fazla Müslüman yurttaşa sahip olan Batı ülkesi, buna karşılık Müslümanlar'a en hoşgörülü yaklaşan da o. Türkiye'deki genel kanaatin tam tersini ortaya koyan bu tablonun açıklanması gerekiyor.
İngiltere, ABD veya Almanya gibi Anglosakson ülkeleri, Müslümanlar'ın toplumla bütünleşmesini engelliyor ve onları gettolarda tutuyorlar. Bu gettoların içinde kendi yasalarını (çoğu zaman şeriat ve örf, âdet) sürdürmelerine göz yumuyorlar. Bu nedenle de örneğin başörtüsü bu ülkelerde "hoş görülüyormuş" sanılıyor. Aslında başörtüsü, Müslüman'ı büyük toplumdan ayrı tutmanın ve onu öteki olarak işaret etmenin aracı olarak kullanılıyor.
Fransa ise, 1789 ideallerinin doğrultusunda, yurttaşlar arasında hiçbir ayırım gözetmiyor. Bu bağlamda Müslümanlar'ı "öteki" olarak belirleyen tüm cemaatçi simgelere karşı. Bu da, Türkiye'de oluşturulmuş kamuoyu tarafından "özgürsüzlük", "Müslüman'ı istememe" gibi algılanıyor. O halde, hiçbir Batılı ülkede bir tane bile yokken, Fransız hükümetinde üç Müslüman (hem de kadın) bakan nasıl oluyor?
Çünkü Fransa'da, özellikle bizim iktidar çevrelerinin hiç de hoşuna gitmeyecek bir şekilde, "dinimiz" kavramı yoktur. Başbakanımız Erdoğan, "Ilımlı İslam yakıştırmaları çok çirkin. Bu, bir defa dinimize saygısızlıktır, hakarettir" dedi. Bizdeki İslamcı çevreleri en çok rahatsız eden olgu, Fransa'da dinin tamamen özel alana ilişkin bir tercih haline gelmiş olmasıdır. Fransa'da bir başbakan, bir bakan veya herhangi bir kamu görevlisi "dinimiz" dediği an işi biter, bu yüzden de bu ülkelerde Müslüman kadın bakanlar olabiliyor.
Başbakanımız, aynı konuşmasında "Türk Silahlı Kuvvetleri'ni siyasete karıştırmayın, o yerinde dursunsiyasete çekeceksek, biz yapmayalım, çekilelim, başka kurumlar yapsın. Demokrasiye inanıyorsak Silahlı Kuvvetler'i bu işin içine karıştırmayacağız" dedi. Yerden göğe haklı, "demokrasiler"de silahlı kuvvetler siyaset yapmaz, yapamaz; siyasete karıştırılmaz, karışmaz/karışamaz.
Ama demokrasilerde siyaseti "kurumlar" da yapamaz, partiler halinde örgütlenen yurttaşlar yapar. "Biz çekilelim başka kurum yapsın" sözü, Başbakan'ımızın siyasi mensubiyetlerini kurum olarak algıladığını gösterir. Oysa demokrasilerde kurumlar, kurum olarak siyasetin içinde olamazlar. Yani tarikatlar, dernekler vb. siyasetin dışında kalmalıdırlar. Ancak bireyselleşmiş bireyler kurumsal kimliklerini vestiyerde bırakarak partilere girmişlerse siyasetin aktörü olabilirler. Öyleyse, askeri siyasete çekmek ne kadar antidemokratikse, tarikatı siyasete çekmek de o kadar antidemokratiktir.
Gülen cemaatinin önderi Fethullah Gülen, kuraklığın nedeninin küresel ısınma değil, insanların günahlarının artması olduğunu söyledi. Özel alanda her şey söylenebilir, bu bir haktır. Ama eğer tarikatlar kurum olarak siyasetin içindelerse, o takdirde bu gibi sözler siyasal önerme haline gelecek, iktidar kazanılınca da resmi görüş olacaktır. O zaman da kimse, "Dünyanın en günahsız insanları Norveç, Brezilya ve İsviçre'de mi yaşıyor" diye soramayacaktır. Çünkü artık kimse bilimsel açıdan en fazla su olanağına sahip bu ülkelerin örneğin zina, cinayet, hırsızlık gibi birçok "günah"ta Türkiye'yi solladığını söyleyemeyecektir.
Yeni Şafak şöyle bir başlık atmış: "Vefalı eşin milliyeti olmaz". Alt başlıkta da şöyle deniyor: "Evlendiği gün Müslüman olan ve Aynur ismini alan Gürcistan uyruklu Natalia Karkadze, hasta olan eşine ve çocuğuna (metinde 'dört çocuk sahibi çift' ibaresi var. Medya 5 kuruşa, elifi görse mertek sananları çalıştırırsa bu olağandır) bakabilmek için yağlıboya resimleri satarak geçimini sağlıyor."
Ne demek bu! İki insan evlenmiş, bunların milliyeti neden sorun olsun ki! Ama henüz uluslaşma sürecinin ilk basamaklarında olan Türkiye'de, insanların ortaklaşa paylaştıkları ülkeye aidiyetlerini belirleyen yurttaşlık bilinci yerine, bundan binlerce yıl öncesinin hassasiyetlerini işaret eden cemaate ve kandaşlığa dayalı etnik kökene itibar etmeleri de üzücü ama olağan.
O zaman etnik köken araştırmayı bilim sanan, ama aslında kafatasçılıktan başka bir şey yapmayan Yusuf Halaçoğlu'nun Türk Tarih Kurumu Başkanı olmasında şaşacak bir şey yok. Tersi olsaydı, yani bu kurumun başında resmi ideolojinin bir neferi değil de, tarihe anlamak için bakan bir bilim adamı olsaydı şaşmalıydık.
Tercihte bulunan 7 bin 644 lise birincisinden 2 bin 520'sinin hiçbir yüksek öğrenim kurumuna giremediği bu ülkede başka bir şey olabilir miydi? İHL mezunu Şimşek, ÖSS'de Türkiye 4.'sü olmuş ve tıbba girememiş. Zaman Gazetesi şöyle yazıyor. "Şimşek, katsayı uygulamasından dolayı en düşük puanlı tıp fakültesine yerleşmesi dahi mümkün olmayınca tercih yapmadı". Oysa tam not ortalamalı bir İHL mezunu ancak 330 puan alabiliyor, en düşük tıp puanı da 340.
Bunun böyle olacağı baştan bilinmiyor muydu? Neden hekim olmak isteyen çocuk düz liseye gitmez? İHL'ler hekim yetiştirsin diye mi kuruldu? "Dindar" cumhurbaşkanı isteyen ülke dindar hekim de istiyor ve Başbakan Türkiye'den adam kovuyor, önce Gül'ü içine sindiremeyenleri, sonra da belki "dinimizden" olmayanları. Göreceğiz!

Mehmet Ali Kılıçbay- Aktüel



Bu haber 397 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    3,814 µs