En Sıcak Konular

Sivil Anayasa'ya kim niye karşı?

23 Ağustos 2007 09:29 tsi
Anayasa tartışmaları ile ilgili Prof. Dr. Özbudun'dan çarpıcı iddialar... Mahkemenin 367 kararı anayasa savaşlarını sona erdirdi mi? Amaç Çankaya yolunu tıkamak mı?

Anayasa savaşları


Türkiye, 2007 ilkbaharı ve yazında yakın zamanlarda görmediği yoğunlukta anayasa tartışmalarına tanık oldu. Önümüzdeki on yılların siyasî tarihçileri, muhtemelen bu dönemi "anayasa savaşları" dönemi olarak adlandırabileceklerdir.

Günümüzün anayasa savaşları cumhurbaşkanlığı sorunu üzerinde odaklaştı. Savaş, emekli Yargıtay Başsavcısı Sayın Sabih Kanadoğlu'nun, cumhurbaşkanı seçimi için Anayasa'nın 102'nci maddesinde öngörülen üçte iki çoğunluğun, sadece karar yetersayısı değil, aynı zamanda toplantı yetersayısı olduğu iddiasını ortaya atmasıyla başladı. Anamuhalefet partisi CHP, birkaç günlük bir tereddütten sonra bu iddiayı benimsedi. Aynı görüşe bazı anayasa hukukçuları da katıldı. Sorunun, teknik bir anayasa hukuku sorunu olmanın çok ötesine geçen siyasî sonuçları olduğu açıktı. Çünkü o tarihteki parlâmento aritmetiği, AK Parti çoğunluğuna, birinci ve ikinci turlarda değilse de, üye tamsayısının salt çoğunluğunun yeterli olduğu üçüncü ve dördüncü turlarda kendi adayını cumhurbaşkanı seçebilme imkânını veriyordu. Oysa, birinci ve ikinci turlar söz konusu yoruma uygun olarak tıkanabilirse, bu imkân ortadan kalkacaktı. Kamuoyundaki yoğun tartışmalardan sonra Anayasa Mahkemesi, CHP'nin başvurusu üzerine 1 Mayıs tarihli çok tartışmalı kararı ile iddiayı benimsedi. Bu karar üzerindeki görüşlerimi daha önce çeşitli vesilelerle belirtmiş olduğum için, burada ayrıntılara girmeye gerek görmüyorum. Şu kadarını söylemek yeterli ki, Anayasa Mahkemesi'nin bu kararı, Anayasa'nın lâfzî, amaçsal ve tarihsel yorumuyla bağdaşmadığı gibi, cumhurbaşkanının üçüncü veya dördüncü turda üye tamsayısının salt çoğunluğuyla seçilmesine imkân veren üçüncü fıkrasını pratikte uygulanamaz kılmış; bu itibarla Anayasa Mahkemesi'ni, bir bakıma anayasa koyucu konumuna getirmiştir. Çünkü Anayasa Mahkemesi'nin "nitelikli uzlaşma" olarak tanımladığı bu yoruma göre, üçte birlik bir azınlık, ilk iki tura katılmamak suretiyle üçüncü ve dördüncü turlara geçilebilmesini imkânsız kılabilecektir. Nitekim bu karar, geniş çevrelerde, hukukî gerekçelerden çok, siyasî saiklere dayanan bir karar olarak algılanmış ve eleştirilmiştir. (367 hikâyesinin kapsamlı ve ibret verici bir tahlili için bkz. Kemal Gözler, "Hukukun Siyasetle İmtihanı: Kim Sınıfta Kaldı?" Türkiye Günlüğü, Sayı 89, Yaz 2007, s. 5-16).

Gülünç iddialar ve yanıtlar...

Cumhurbaşkanı seçimi sürecinin Anayasa Mahkemesi kararıyla bu şekilde tıkanmasından sonra, TBMM, Anayasa'nın 102'nci maddesi uyarınca seçimlerin yenilenmesine karar vermiştir. Bu aşamada da, TBMM'nin seçimlerin yenilenmesine karar veremeyeceği, bu konudaki kararın Yüksek Seçim Kurulu'nca alınması gerektiği, seçimlerin yenilenmesine karar verildikten sonra da, TBMM'nin başka hiçbir işlem yapamayacağı, meselâ bir kanun çıkaramayacağı veya Anayasa'yı değiştiremeyeceği gibi, inanılmaz garabette hukukî iddialar ortaya atılmıştır. TBMM'nin hukukî ömrünü kendi iradesiyle değil, bir yargı kararıyla sona erdirme durumunda kalması hiçbir demokraside tasavvur edilemez. TBMM'nin, seçimlerin yenilenmesi kararı alındıktan sonra başka hiçbir işlem yapamayacağı iddiası ise daha da gülünçtür. Anayasa'nın 77'nci maddesi, Millî Mücadele'den beri yürürlükte olan Meclis'in sürekliliği (istimrarı) ilkesine bağlı kalarak, "yenilenmesine karar verilen Meclis'in yetkileri, yeni Meclis'in seçilmesine kadar sürer" hükmünü ihtiva etmektedir. Bu süre içinde Meclis'in tüm yetkilerini eksiksiz olarak kullanabileceği, gerekirse savaş hali de ilân edebileceği, anayasayı da değiştirebileceği, tartışma götürmeyecek derecede açıktır.

Nitekim TBMM, bu aşamada, cumhurbaşkanının halk tarafından beşer yıllık azamî iki dönem için seçilmesini de içeren bir anayasa değişikliği kanununu üçte iki çoğunlukla kabul etmiş, Cumhurbaşkanı'nın iadesi üzerine 31 Mayıs tarihinde kanunu aynen yeniden benimsemiştir. Bununla, anayasa savaşlarının yeni bir perdesi açılmış ve Sayın Cumhurbaşkanı bir yandan anayasa değişikliği kanununu halkoylamasına sunarken, bir yandan da bunun iptali için Anayasa Mahkemesi'nde dâva açmıştır. Aynı yönde bir dâva CHP'ye mensup milletvekilleri tarafından da açılmıştır. Anayasa Mahkemesi, bu iki dâvayı birleştirerek incelemiş ve 5 Temmuz tarihli kararıyla iptal istemini reddetmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin temel gerekçesi, Anayasa'nın 175'inci maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan "Meclis geri gönderilen kanunu, üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile aynen kabul ederse cumhurbaşkanı bu kanunu halkoyuna sunabilir" ifadesinin, "ancak üçte iki çoğunluğu ile kabul edebilir" ifadesiyle "mantıksal olarak özdeş" olmadığı, dolayısıyla genel kural olan beşte üç kabul çoğunluğunun bu durumda da geçerliliğini koruduğu görüşüne dayanmaktadır. Birçok tartışmalı sorunu içeren ve benim ötedenberi savunduğum görüşlerle (Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Ankara, 2004, s. 153-154) pek bağdaşmayan bu kararın ayrıntılı şekilde tahlili, bu yazının kapsamı dışındadır. Ancak burada Sayın Cumhurbaşkanı'nın iptal istemindeki bir gerekçeye değinmek gerekir.

Sayın Sezer, iade üzerine yapılan birinci tur görüşmelerde maddelere geçilmesinin 367 değil, 366 oyla kararlaştırılmış olduğu gerekçesiyle, kanunun tümünün "yokluğuna hükmedilmesi"ni talep etmiştir. Bu iddia, cumhurbaşkanı seçimi üzerindeki hukuk savaşının hangi uç noktalara kadar vardırabileceğinin bir kanıtıdır. Anayasa'mızda Anayasa Mahkemesi'nin yokluğa hükmedebileceği yolunda hiçbir işaret yoktur. Anayasa'ya aykırılığı tespit etmesi halinde Anayasa Mahkemesi'nin uygulayabileceği tek müeyyide iptal müeyyidesidir. Hukukun genel teorisinden ve idare hukukundan esinlenilerek, anayasa hukukunda da bir yokluk teorisi yaratılabileceği düşünülebilirse de, bunun son derece istisnaî ve olağandışı durumlarla sınırlı olacağı açıktır. Nitekim idare hukukunda yokluk kavramı, ancak fonksiyon gasbı (meselâ idarenin, yargı veya yasama alanına giren bir işlem yapması), yetki gasbı (idare adına irade açıklamaya yetkili olmayan bir kimse tarafından yapılan işlemler) ve ağır ve bâriz yetki tecavüzü gibi, çok istisnaî durumlarda söz konusu olmaktadır.

Amaçları: Çankaya yolunu tıkamak

Anayasa Mahkemesi'nin söz konusu kararı da, anayasa savaşlarını sona erdirmemiştir. Bu sefer, anayasa değişikliği kanununun kadük olduğu, dolayısıyla halk tarafından oylanamayacağı iddiası ortaya atılmıştır. Oysa, TBMM İçtüzüğü'nün 77'nci maddesi gayet açıktır: "Bir yasama döneminde sonuçlandırılamamış olan kanun tasarı ve teklifleri hükümsüz sayılır." Önümüzdeki olayda anayasa değişikliği teklifi, TBMM tarafından sonuçlandırılamamış değil, sonuçlandırılmış olan bir işlemdir. Nitekim kanun adını taşıyan bu metin, kanun olarak numaralandırılmış (5678) ve Resmî Gazete'de yayınlanmış bulunmaktadır; ancak yürürlüğe girişi halkoylamasının sonucuna bağlıdır. Aynı yönde olarak, Sayın Cumhurbaşkanı da, iptal isteminde, söz konusu metnin, Anayasa Mahkemesi'nin denetimine tâbi bir "kanun" niteliğinde olduğunu özellikle belirtmiştir.

Bu iddiadan da sonuç alınamayınca, son günlerde, TBMM'nin cumhurbaşkanı seçemeyeceği, çünkü konuya ilişkin iki çelişik hukuk normunun (mevcut Anayasa'nın cumhurbaşkanının Meclis'çe seçilmesini öngören 102'nci maddesi ile halkoylamasına sunulan kanunun halkça seçimini öngören hükmü) yürürlükte olduğu görüşü ortaya atılmıştır. Bu görüş de hukukî dayanaktan tümüyle yoksundur. Çünkü ortada, yürürlükte olan iki kural değil, tek bir kural vardır. O da, yürürlükteki Anayasa'mızın 102'nci maddesidir. Halkoylamasına sunulmuş olan metin ise henüz yürürlüğe girmemiş olduğu gibi, kabul edilip edilmeyeceği de şu anda mâlûm değildir.

Görülüyor ki, son aylar, hukukî geçerlilikleri çok kuşkulu iddialar üzerinde bitmek tükenmek bilmez tartışmalarla harcanmıştır. Bütün bu iddiaların temelindeki siyasî saikin, bir AK Partili adayın cumhurbaşkanı seçilmesini, ne pahasına olursa olsun, engellemek olduğunda kuşku yoktur. Sonuç olarak, bu amaç uğrunda ödenen bedelin, yani hukukun, hukuk biliminin ve yüce Anayasa Mahkemesi'nin toplumdaki saygınlığının aşındırılmasının, hukukun üstünlüğüne güvenin sarsılmasının değer olup olmadığı sorusu akla gelmektedir.

BİLKENT ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ PROF. DR. ERGUN ÖZBUDUN

Habertürk


 



Bu haber 383 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    3,704 µs