En Sıcak Konular

Adı çıkmış, dile düşmüş şehirlerimiz

17 Temmuz 2007 10:18 tsi
Adı çıkmış, dile düşmüş şehirlerimiz Onlar yaralı şehirlerimiz; onlar boyunlarına kendilerinden habersiz yafta geçirilmiş şehirlerimiz.Türkiye’nin imajı zedelenmiş şehirleri, küskünlüğü bir yana bırakıp toparlanmaya çalışıyor. Ancak ‘yıldönümleri’ filmi başa sarıyor, yaftay

Şehirlerin de bir yazgısı var; ak ya da kara… Biz, ‘kara yazgı’lıları bulduk haritadan, insafsız gözlere bir ‘leke’ gibi görünenleri. Yangınların, katliamın ya da ayaklanmanın sözlükteki karşılığı olan şehirler hep bir savunma hâlindeler, suçsuzluklarını ispat etme, güzelliklerini göz önüne serme yarışında… Yıllar önce yaşanmış hadiseler ne şehrin hafızasından silinmiş, ne sakinlerinin. Yorulmuş da değiller üstelik; cevabını alamadıkları soruları, görülmemiş hesapları var hâlâ… Hikâyelerinde benzer yanlar da var tabii; şehirde o güne dek hiç görülmeyen bir takım adamların ortaya çıkması ve olayların ardından kaybolması gibi... Aradan geçen uzun yıllara rağmen temize çıkma mücadelesi sona ermiş değil. ‘Maraş katliamcısı’ diye anılan Ökkeş Şendiller, 29 yıl önce güvenlik gerekçesiyle değiştirdiği soyadına dönmek istiyor artık. Menemen’de askere giden gençler, ‘Kim o Kubilay katili?’ azarına maruz kalmış yıllarca. Kirli işlerin adı ‘Susurluk’ olmuş, Şemdinli topyekûn terörist! Sivas ‘aydınları yakan şehir!’ Bir olay yüzünden adı çıkan, dile düşen şehirleri dolaştık, gönüllerini aldık, onlar başka yere göçemez ne de olsa...

Sivas’ın başına gelenler

‘Aydınları yakan şehir’, bir şehir için ne talihsiz bir etiket… Gerçi Sivas’ın imajı, literatüre ‘2 Temmuz olayları’ ya da ‘Madımak hadisesi’ şeklinde geçmiş o kara günden önce de pek ak sayılmazdı. Sivas kimilerine göre ‘yobaz’ bir şehirdi mesela, ki şehrin sakinleri için nereden çıktığı belirsiz bu imajın kökü kurutulabilmiş değil hâlâ... Bu yafta Sivaslıları incitiyor besbelli; 1936 yılına ait yerel bir gazetede asriliğe uygun her ölçüde bayan şapkası imal eden terzi ilanından söz ediyorlar… Biraz daha eskiye gidersek Sivas, 1852’de İngiltere’nin, 1954’te de Amerika’nın konsolosluk kurduğu ve konsoloslukların ‘Anadolu Konsolosluğu’ olarak adlandırıldığı bir şehir…

Bozkırın çocukları, köylerden kasabalardan akın akın İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e, Almanya’ya göçmüş, Sivas, bir şehir için gerekli ideal nüfusun epey altına düşmüşken, ‘yoksul ve çorak’ etiketinin yapışması kaçınılmazdı. Dışarıda yaşayan Sivaslıların illâ ki, muhatap oldukları iki soru da dışarıdaki algıyla ilgili ipuçları verir: ‘Nerelisin?’ ‘Sivaslıyım’ ‘Kürt müsün, Alevi misin?’ Hem Sivaslı olup, hem de bu ikisinden biri olmamak imkânsızmış gibi… Madımak hadisesinden sonra bu sorulara bir yenisi eklendi; “Yakanlardan mısın, yakılanlardan mı?”

Aradan 14 yıl geçti ve başka şehirlerde yaşayan Sivaslılar böylesi tacizlerden nispeten kurtuldu; ancak biz Sivas’taki Sivaslılara soralım istedik, onlar ne hissediyorlar? Olayların hemen akabinde, medya marifetiyle üzerlerine yağan hakaret bombaları ruhlarında ne tür yaralar açtı? Bir şehri topyekûn günahkâr addedenlerin gözünde temize çıkabildiler mi? Görünen o ki, Sivaslılar ‘savunma psikolojisi’nden henüz kurtulamamışlar. 2 Temmuz’dan sonra Sivas’ın hiçbir olumsuz olayla medyada yer almamasının arkasında halkın özel bir çabası olduğu söyleniyor. Ticaret Odası Başkanı Osman Yıldırım’ın şu sözleri de Sivaslıların psikolojisini anlamamızı kolaylaştırabilir: “Bize kötü diyorlar, biz kötü değiliz. Bize yobaz diyorlar, biz yobaz değiliz. Bu söylentiler bizim için itici bir güç oldu. Bir iki kişi değil, bütün şehir halkı kendisini iyi göstermek için gayret ediyor. Adımız çıkmış seksene bir kere.” Sivas denince akla gelen bütün olumsuz çağrışımların gerçek olmadığını ispat için bir yarış hâlinde herkes. Eldeki en büyük koz; Atatürk’ün yeni bir rejim için ilk adımı bu şehirden atmış olması, bu anlamda Sivas bir Cumhuriyet şehri ve 2 Temmuz nasıl kara bir günse, 4 Eylül öyle ak bir gün… Atatürk vatanın kurtuluşu için izlenecek yolu konuşmak üzere niçin Sivas’ı seçmişti, Anadolu’nun göbeğinde, düşman çizmeleriyle hiç çiğnenmemiş bir şehir olduğu için elbette… İşte gerçek bir gurur vesilesi…

İMRENEN DEĞİL İMRENİLEN SİVAS

Enteresan olan, bugünkü Sivaslıların bir vakitler ‘seçilmiş’ bir şehir olmanın onurunu, dışarıdan bakanların asla anlayamayacağı biçimde derinden hissediyor oluşu… Konuyla ilgili görüş bildiren herkesin, şu cümleleri kurması başka neyle açıklanabilir: “Sivas’ta yaşanan olaylar, Türkiye’de yaşanan olaylardan ayrı düşünülemez. Türkiye’nin Avrupa’daki imajı ne ise, Sivas’ın Türkiye’deki imajı odur. Konumu gereği nasıl Türkiye’nin üzerinde oyunlar oynanıyorsa Sivas üzerinde de oyunlar oynanıyor. Sivas’ta meydana gelecek olumlu ya da olumsuz her gelişme Türkiye’nin genelini ilgilendirir; çünkü Sivas, ülkenin merkezindedir. Sivas’ın zaafa düşmesi ülkenin zaafa düşmesidir.” Belediye başkanından kitap yazarına, görüşüne başvurduğumuz herkesin ortak kanaati; Sivas’ın bedel ödediği, yaşanılanlardan ders çıkardığı ve artık mümkünse rahat bırakılması gerektiği yönünde… Sivas olaylarının arka yüzünün medyada gerçeğe uygun yansıtılmadığı ve bu yüzden şehir halkının kamuoyu nezdinde tam olarak aklanamadığı da görüşmecilerin hemfikir olduğu hususlardan biri…

Sivas Belediyesi’nin sloganı, ‘İmrenen değil, imrenilen Sivas’, şehrin ‘ezik’ tarafını işaret ediyor aslında. Başkan Sami Aydın’a göre, şehir iki dezavantajlı yönü, ulaşım sıkıntısı ve iklimin çetinliğinden de yavaş yavaş kurtuluyor. Barajlar iklimi değiştirince o eski ayazlar kalmadı. Duble yollar ve hızlı tren Sivas’ı büyük şehirlere iyice yaklaştıracak. 2003’ten bu yana göç vermeyen, aksine göç alan kent, organize sanayi bölgesindeki yüzde iki yüzlük büyümeyle Financial Times tarafından ‘Türkiye’nin en şanslı illeri’ arasında gösteriliyor.

SİVAS’A AĞLAYARAK GELİR, AĞLAYARAK GİDERLER

Organize Sanayi Bölgesi’ndeki en dikkat çekici gelişmelerden biri, Almanya’da doğup büyüyen Aziz Sevi’nin ‘radikal’ bir kararla memleketi Sivas’a dönüp fabrika açması, üstelik bir Alman’ı da ikna edip onun da ayrı bir fabrika açmasına ön ayak olması. Aktif Otomotiv Şirketini kuran Sevi, yaz tatillerinde ziyaret ettiği memleketine bir yatırımla dönmenin huzurunu yaşıyor. Sivas’ın sıkıntılarından biri olan yeşil alan eksikliği de belediyenin ‘on yılda yüz milyon ağaç’ hedefiyle giderileceğe benzer. 33 milyon fidan ve tohum şimdiden toprağa bırakılmış bile.

“Ah bir tanısalar Sivas’ı…” Sivaslılar, şehirlerinin gerçekten tanınması için insanların bir şekilde yollarını oraya düşürmesini bekliyorlar sabırla… Sonrası garanti, bir kez bu şehrin ekmeğini yiyip suyunu içen, insanıyla sohbet eden, kafasındaki kötücül düşünceleri ebediyen uzaklaştıracaktır. Bu konudaki tecrübeleri sıkı bir öz güven de kazandırmış Sivaslılara. Hatta şehirleri için ‘Ağlayarak gelinip, ağlayarak gidilen şehir’ diye alternatif bir tanım bile üretmişler.

Tayini çıkan memurların ruh hâlini özetliyor bu tarif; kimse bu şehre isteyerek gelmiyor; ama giderken de isteyerek gitmiyor. Peki, turizm söz konusu olduğunda hâli nicedir Sivas’ın? Kangal köpekleri ve balıklı kaplıcayı bir yana bırakırsak ne Divriği Ulu Camii ne de Sivas’taki Selçuklu eserleri yeterince tanınıyor.

Belediye Başkanı Aydın da Gök Medrese, Çifte Minareli Medrese, Şifahiye ve Buruciye medreseleri gibi Selçuklu mühürlerine rağmen, Sivas’ın bu yönüyle neredeyse hiç tanınmadığını kabul ediyor; ancak geleceğe ilişkin iddialı konuşuyor: “Sivas, Selçuklu dönemindeki cazibesine yeniden kavuşacak. Tarihî Kentler Birliği’nin bu yılki Metin Sözen Büyük Ödülü’ne lâyık bulunmamız da doğru yolda olduğumuzu gösteriyor.” Sivas’ın aylık şehir kültürü dergisi ‘Hayat Ağacı’nda yazarlık yapan Tekin Şener de memleketinin imaj problemi üzerine kafa yoranlardan… Şener’e göre, Sivas’a uzaktan bakanlar kendi içine kapalı bir kasaba görüyor; ancak bu görüntü gerçeğin çarpıtılmış hâli, yaklaştıkça bu algı buharlaşıyor ve çok daha insaflı hatta çoğu zaman şaşırtan bir manzara çıkıyor ortaya. Devlet Tiyatrosu’nda ve sinemalarda salonların dolması, Türkiye’de üç ilde olan Türk Halk Müziği korosunun kalabalık konserleri, otuz bin üniversite öğrencisi, şehre ilk defa gelenler için birkaç şaşkınlık nedeni.

Bugün pek çok kişi, Sivas’ın daha çok insan tarafından ziyaret edilmesiyle bu sorunun aşılacağını düşünüyor; ancak bu ülkede yolunu Ankara’nın doğusuna düşürmemiş insanların sayısı hayli kabarıkken kim ziyaret edecek Sivas’ı? Elbette Japon turistler… Kültür sevdalısı yerli turistlerin ve memleketi bir baştan bir başa dolaşırken Sivas’a uğramayı ihmal etmeyen emekli öğretmenlerin de hakkını yemeyelim. Restore edildikten sonra Sivas Hizmet Vakfı’nın ve Hayat Ağacı Dergisi’nin ofis olarak kullanılan Osman Ağa Konağı da turistlerin uğrak yerlerinden olduğu için dergi çalışanları kimi zaman rehberlik görevini üstleniyormuş. Tekin Şener, “Japonlar UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınan Divriği Ulu Camii’ni görmek için geliyor. Sivas’taki Selçuklu eserlerini geziyorlar, müsait olursak biz de eşlik ediyoruz onlara, sonra Divriği’ne geçiyorlar ve buralardan kültürel eserlere doymuş olarak gidiyorlar.” diyor. Divriği Ulu Camii imamı da eserin güzelliği karşısında bir taşın üzerine oturup hüngür hüngür ağlayan çok Japon gördüğünü anlatıyor.

Sivas, imajının düzeltilmesinde Sivasspor’a da bel bağlamış görünüyor. On beş günde bir, değişik şehirlerden maç izlemeye gelenleri, özellikle büyük maçlarda hatırı sayılır bir taraftar kitlesini ağırlayan Sivaslılar, bu faaliyetleri de etkili bir lobi faaliyeti olarak değerlendiriyor. Taraftarların “Şehrinize haksızlık yapılıyor.” şeklinde ortak görüş bildirmesi de Sivaslıların ‘gelin, görün, sonra konuşun’ tezini haklı çıkarıyor.

MADIMAK HADİSESİ DONDURUCUYA KALDIRILDI

Şehrin imajının nasıl düzeltileceği üzerine kafa yoran Sivaslılar ‘Madımak hadisesi’ni çözebildiler mi zihinlerinde? Mesele onların gözünde açığa kavuştu mu? Soruların cevabı yazık ki olumsuz… Kimse konuşmaktan çekinmiyor belki; ama aradan geçen 14 yıla rağmen akıllarda bir dolu soru işareti var. Nedir bunlar? Olayın başlangıcıyla bitişi arasındaki o sekiz saatte sorunun neden çözülemediği hâlâ merak konusu mesela; kimi ihmal diyor, kimi zafiyet, kimi de kasıt… Hayat Ağacı Dergisi’nden Saffet Beştepe, “Bir ülke başka bir ülkeyi sekiz saatte teslim alabilir. Konum olarak ülkenin ortasındaki bir şehre neden geç kalındı?” diye soruyor. Bir de şehirde kimsenin aşina olmadığı ‘tuhaf tipli adamlar’ meselesi var. Madımak Oteli’nin tam karşısında kuyumcu dükkânı işleten Murat Kiriş de o gün yabancı adamlar görenlerden: “Sanayide dükkânını kapatıp elinde filesiyle evine gidenler, kalabalık neymiş diye bakınca polis kordonunun içinde kaldı. Köşedeki dükkânın önünde bidonlar vardı, sonradan onların içine benzin konduğunu anladık; her şey ayarlanmıştı. Ölenlerden birkaçı esnaf arkadaşım. Dükkânı kapatıp evlerine koşarken üzerlerine ateş açıldı. O günkü valinin yetersiz kaldığını korkmadan söyleyebilirim.” Olayın hemen arkasından İstanbul’a mal almaya giden Kiriş: “Siz Sivaslı değil misiniz, adamı asarsınız kesersiniz.” tacizine maruz kalmış.

BELBİM A.Ş genel müdürlüğünden ayrıldıktan sonra bir ara Sivas’a taşınan Adnan Şahin de önceleri dışarıdan baktığı Madımak hadisesi hakkında şimdi farklı düşünüyor: “Olaylarda hiç yanarak ölen olmadığını öğrenince çok şaşırdım. Sentetik perde alev alıyor; ama içeridekiler kimse giremesin diye yığınak yaptıkları için dumandan boğularak ölüyor. Vurularak ölenlerin birçoğu da Arif Sağ’ın tabancasından çıkan kurşunlarla ölenler. Bu böyleyken Sivas’ın insan yakan bir şehir olarak anılmasına çok öfkeleniyorum. “ Söyleşilerde söz dönüp dolaşıp ‘bir arada yaşama kültürü’ne geliyor. Saffet Beştepe, “Ne Aleviler gidecek buradan ne Sünniler, hepimiz birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Tahriklere karşı her iki kesim de dikkatli olmalı.” uyarısında bulunuyor. Benzer bir görüş de Ticaret Odası Başkanı Osman Yıldırım’dan geliyor: “Sivaslılar artık çok uyanık; çünkü hem maddi hem manevi zarar gördüler. Üç yıl önce bütün parti temsilcileri ve sivil toplum örgütleri bir araya gelerek ortak bir kınama bildirisi yayımladık, Sivas bu olaylarla anılmasın diye. Bizim gündemimizde Cumhuriyetin yüzüncü yılında bir milyar dolar ihracat yapmak var, beş yüz bin nüfuslu, iki üniversiteli bir dünya kenti oluşturmak var. Ankara’yı iki, İstanbul’u üç saate indiren hızlı treni, Avrupa’dan günlük uçak seferlerinin yapıldığı bir havaalanını konuşuyoruz artık.

BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu:

SÜNNİ, ALEVİ, ÇERKEZ AYNI TARLADA EKİN BİÇTİK

Şehirlerimizde uzun yıllar kapanmayan yaralar açan olaylar, kesinlikle dış odakların Türkiye üzerindeki operasyonlarıdır. Şehirlerin seçimini ve olayların karakterini dikkate aldıkları, tesadüfî davranmadıkları kanaatindeyim. Sivas, üzerindeki olumsuz imajı kesinlikle attı. Tabii, büyük fedakârlıklar yapıldı, büyük emekler harcandı. Hâlâ belli kesimler, konuyu her yıl gündeme taşımak suretiyle hatırlamaya gayret ediyor; ama bu yaranın sarılması konusunda Sivas ciddi bedel ödedi. ‘Aydınları yakan şehir’ imajı için dışarıda büyük gayretler harcandı ve bu bir Sivas karakteri gibi yansıtılmak istendi. Ama tutmaz; çünkü Alevi-Sünni asırlardır kardeşçe yaşadı. Olay Alevi-Sünni meselesi değildi zaten. Öyle olsaydı köyler, mahalleler, komşular arasında olurdu. Bir defaya mahsus olmaz, tekrar ederdi. Ben bir köylü çocuğuyum biliyorum, köyümüzde üç kademeli iklim yaşarız biz. Bu yüzden ekinler de farklı zamanlarda olgunlaşır. İlk önce Şarkışla ovasından başlarız biçmeye, yardımımıza öte geçe dediğimiz ovanın kuzey tarafından Aleviler ve Uzun Yayla’dan Çerkezler gelir. Sonra biz sırayla onların yardımına gideriz. Biz aynı tarlada arka arkaya dizilir, elimizde tırpanlarla ekin biçeriz. Sonra sofrayı serer, bağdaş kurar, yemeğimizi yeriz. Ayrı tabaklar yoktur, orta yere bakraç konur, hepimiz aynı kaptan çorba içeriz. Aynı kabın içine kaşığını sokanlar Alevi, Sünni ve Çerkezlerdir. Hemşeriyiz hepimiz, Ankara’da kurduğumuz Sivaslı Dernekler Federasyonu da bu kardeşliğin göstergesidir. Bu olayları yalnızca ders çıkarmak için, tarihin tekerrür etmemesi için hatırlamalıyız.

SİVAS’I KİM BAĞNAZ GÖSTERİYOR?

Sivaslı Alevilerden Memduh Atalay, önce muzipçe gülümsüyor: “Sünniler şehrin Alevi imajından rahatsız olabilir; ama benim için sorun yok, zaten Aleviyim.” Sonra ilginç tespitlerde bulunuyor: “Ankara’da yaşayan Sivaslı Aleviler ile İstanbul’da yaşayanlar arasında keskin bir ayrım var. Sivas’ı bağnaz bir şehir gibi lanse edenler, CHP’de, Hacı Bektaş ve Pir Sultan derneklerinde görev alan memur zihniyetli Alevilerdir. Hem geleneksel çerçevedeki Alevileri hem de Sünnileri nefret ettiren Ali’siz Alevilik gibi eğilimler de hep Ankara’dan çıkar. Sivaslılar Ankara’ya giderken plakalarını gizliyordu, neden? Sivaslı Alevilerden korktukları için. Oysa onlar aynı şehirde yan yana yaşıyor.” Madımak hadisesinin ardından cuma hutbelerinin bir ay boyunca birlik beraberlikten, ehlibeyt sevgisinden bahsetmesini takdirle karşılayan Memduh Atalay’ın içinde kalan bir ukde var: “O zaman dedim ki keşke şunun bir benzerini de cemevinde okusalar da kardeşlik tam pekişse.”

Kaldırın şu ‘Kahraman’ tabelasını!

‘İşte tam şurada, ölen adamların öylece yerde yattığını gördüm. Çocuktum, her nasılsa dışarıya çıkmışım, büyükler görmemiş; ama ben o gün gördüklerimi bir daha hiç unutamadım.’ Yazarlar Birliği Maraş Şube Başkanı İsmail Göktürk’le kale yolunda, Maraş olaylarını konuşuyoruz. 1978’in çocukları, hele de gençleri o günlere ilişkin derin hatıralar taşıyor hâlâ… Ya kendilerinin başına bir iş gelmiş, ya da yakınlarının, hiç olmadıysa yakılan evlere, ölen adamlara, geride kalanların dramına tanıklık etmişler. Maraş kalesinden şehre bakan İsmail Göktürk de aşağılarda, çocuk aklını allak bullak eden eski manzaralardan birini izliyor. Teraslardan birinde, bir adam güvercin uçuruyor hâlbuki, beyaz güvercinlerin havada dönmesinde şiirsel bir yan var.

Fakat tatsız geçmişe dönmeli, şehrin üzerine çöken karabasanın ne zaman dağıldığını öğrenmeli. O gün doğanlar şimdi 29 yaşında; ancak bu zaman dilimi, tanıklara ve mağdurlara ulaşmayı zorlaştıracak kadar uzun değil. 1978 yılının 19 Aralığı’nda elinde megafonla halkı sakinleştirmeye çalışan belediye başkanı Ahmet Uncu, artık emekliliğin tadını çıkarsa da, o gün neler olduğunu dakika dakika hatırlayan kuvvetli hafızası ve akıcı üslubuyla yakın tarih araştırmacıları için bulunmaz bir kaynak olarak oturuyor koltuğunda. Uncu, o günden sonra çok düşünmüş. Neden oldu, kim yaptı sorularının daha ötesinde, hastane o değil de şu yol üzerinde olsaydı, şehri boydan boya geçen bir değil de iki cadde olsaydı, cenazeler o gün değil de şu gün kaldırılsaydı gibi olayların seyrini bir anda değiştirecek detaylar üzerinde çok kafa yormuş.

Ona göre dönemin en büyük eksiklerinden biri, Alevilerin yoğun yaşadığı Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde 1968’de başlayan örgütlenmelerin iş işten geçtikten sonra fark edilmesi. Alevi köylere, o köyde yetişmiş Alevi öğretmenlerin atandığı, doğu merkezli derneklerin komünist söylemlerinin halkta karşılık bulduğu ancak 1973’te anlaşılabilmiş. “O tarihte genel seçimler vardı. Karaoğlan’ın en güçlü olduğu dönemdi ve buradaki aşiretler ümit içindeydi.” diyor Uncu ve Maraş olaylarından önceki ilk şaşkınlığı ve sonrasını anlatıyor: “Ecevit’in Maraş mitingi için Pazarcık’tan kadın ve çocukla dolu yüzlerce traktörün şehre gelmesi, Mehmet Taşkesen’in meydandaki kişilere ‘Hazır olun’ diye kışkırtıcı ifadeler kullanması Maraşlıyı çok ürküttü. ‘Birlik ve beraberlik içindeysek bu nedir? Aşırılıklar niçin cereyan ediyor?’ gibi sorular dolaşmaya başladı. Ön seçimde birinci ve ikinci olan adayların yerine Alevi milletvekillerinin getirilmesi yani listelerin değiştirilmesi Kahramanmaraş’ta ikiliğin doğmasına sebep oldu. 78 iktidarında bütün il müdürlerini aşiretten yaptılar. Vatandaş devlet dairesinde hakkını arayamaz hâle geldi. Yönetim kademelerindeki sağcılar doğuya sürüldü. O günlerde 110 kişiyi Maraş belediyesine aldım; çünkü göz göre göre haksızlık yapılıyordu.”

Maraş olaylarına giden süreçte adı geçen örgütlerden biri de sol eğilimli polislerin kurduğu POLDER. Sağ görüşlü öğrencileri dövdüğü iddia edilen polisler, olaylar esnasında da ‘seyirci’ olmakla itham ediliyor. Derneğe ilişkin tafsilatlı hatıralar da var Maraşlıların zihninde. Edebiyatçı Ali Yurtgezen, Türk İntikam Tugayı’nın arkasındaki isimleri nasıl tespit ettiklerini anlatıyor: “Ülkü ocağına gelip giden çocuklara göz kulak olmaya çalışıyorduk. Bir ara, Türk İntikam Tugayı diye bir örgüt kurduklarını öğrendik, sıkıştırınca karar defterlerini gösterdiler. Öldürecekleri kişilerin ismini listelemişler, bir de mühür vurmuşlar. Defteri yırttık, çocukları iki tokat atıp gönderdik. Ama mühür aklımıza takıldı. Mührün altından POLDER başkanı çıktı. Örgüt dağıldı gitti derken, iki yıl sonra gazetelerde ‘Maraş’ta Türk İntikam Tugayı bulundu.’ diye haber yapıldı. Örgütü ortaya çıkaran da mührü kazdıran polisti. Çocuklar beş yıla kadar hapis yattı, aralarında lise iki talebesi bile yoktu.”

MARAŞLIYSAN GEL BERİYE

Tahriklerin tek yönlü olmadığına ilişkin genel bir kanı da var. Belediye başkanı Uncu’nun, “Vatan elden gidiyor, korkusu salan bazı çıkarcı gruplar olayların büyümesini körükledi.” tespitini Ali Yurtgezen de destekliyor: “Tahrik yalnızca karanlık noktalardan gelmedi ki. Temsil makamındaki kurumlar ve güngörmüş insanlar da sağduyulu davranmadı. Keşke büyüklerimiz bizi daha olumlu işlere yönlendirseydi. Bir çıkmaz yola girdiğimizi, sonradan pişman olacağımızı söyleselerdi.” Olayların arifesinde hem Alevi hem de Sünni mahallesindeki bakkallardan dinamit ve silah satın almanın ekmek almak gibi normal karşılanması iki tarafın da bilendiğinin göstergesi. Ama bir yandan da dostluk örnekleri var ortada; ‘Alevilerle Sünniler arasına duvarlar örüldü.’ söylentileri yayılmışken birbirini koruma kollama örnekleri sergilenmiş. Şeref Turan, kendisini soruşturan sağ görüşlü gençlerden yine sağ görüşlü apartman komşularına sığınan bir gazeteci mesela; o içeride saklanıyorken, ‘buradan taşındı’ demiş komşuları…

Bugün Maraş’ta yaşayan Sünniler, her iki tarafın da hata yaptığına; fakat faturanın sadece kendilerine kesildiğine inanıyor. Uzun yılların kemikleştirdiği bir küskünlükten bile söz edilebilir. Olaylar patlak verdiğinde Erzurum’da talebelik yapan Yurtgezen, başka bir amaçla gittiği karakolda Maraşlı olduğu anlaşılınca bir hafta dayak yediğini anlatıyor. POLDER üyesi polisler, “Gel bakalım” demişler, “Kaç Alevi’yi öldürdün?” Olayın akabinde, İstanbul’da, Maraşlı oldukları gerekçesiyle öldürülen Erkenez kardeşlerin acısı da unutulmuş değil. İş takibi için Ankara’ya giden devlet memurlarının bakanlık koridorlarında hakaret görmesi ya da 46 plakalı arabaların taşlanması o günler için sıradan vakalar.

MARAŞ 10 YIL KENDİNE GELEMEDİ

Maraş olaylarında kısmen mağdur olanlardan biri de Sütçü İmam Üniversitesi emekli öğretim üyelerinden Mustafa Kök. 78’de Urfa’nın Birecik ilçesinde felsefe derslerine giren Kök, haftanın ilk dersinde müfredatın epey dışına çıkarak öğrencilerin kurduğu mahkemede sanık sandalyesine oturtulmuş. “Ben derse geçmek istiyorum, çocuklar, ‘Bırak dersi hocam, Maraş’ta ne yaptınız devrimcilere?’ diye soruyor. O günü kazasız belasız atlattım; ama ayrılacağım gün aralarında öğrencilerimin de bulunduğu bir grubun saldırısına uğradım.” Prof. Kök, kendi yaşadıklarını ehemmiyetsiz buluyor. O gün sırf balkondan baktığı ve karşıda yanan evleri gördüğü için sekiz ay hapis yatan bir öğretmen arkadaşı var çünkü; bir de yakınları idama mahkum edilenlerin yaşadığı ıstırap… 12 Eylül ihtilalinden sonra nüfus sayımında görev alan Kök, olayların yoğun yaşandığı Tekke Mahallesi’nde eşleri, kardeşleri idamla yargılanan kadınların perişanlığına şahit olmuş.

Resmî kayıtlara göre 111 kişinin öldüğü olayların ardından şehir neye benziyordu? Boşalmış mahalleler, camları kırılmış, yanmış evler ve bolca satılık ilanı… Çatışmalarda zarar gören ve yakınlarını kaybeden Alevilerin Antep ve Mersin gibi yakın yerlere göçmesinin Maraş için büyük kayıp olduğu konusunda bütün görüşmeciler hemfikir. İşin aslı, Maraşlılar iki üzüntü arasında kalmış durumda; vaktiyle komşuluk yaptıkları insanların şehirden adeta kaçarcasına gitmesine mi üzülsünler, yoksa olayların gerçek yüzünü bilmeyenlerin yönelttiği ‘Alevi düşmanı’ yaftasına mı? Bir şehir düşünün, üç beş gün süren ve neredeyse bir iç savaşı andıran çatışmaların ardından korkunç bir yalnızlığa mahkûm olmuş, sakinleri Maraş adını anmaya korkar olmuş. Ticareti birdenbire zayıflamış, geleni gideni azalmış… Yazar Ahmet Doğan İlbey, Maraş’ın elli yıl geriye gittiğine inanıyor: “Çoğunluğu Şeyh Adil Mahallesin’de yaşayan on bin küsur Alevi vatandaş göçtü. Beyaz eşya ticareti yapıyorlardı, mağazaları tahrip edildi. Aralarında müteahhitler de vardı. Topluca göçtüler ve bu durum Maraş’ı sevimsizleştirdi. Pazarcık ve Elbistan ilçelerindeki Aleviler de şehre gelmez oldu.”

Kara bulutların dağılmasında ‘kardeşlik günü’nün büyük etkisi olmuş. 12 Eylül darbesinden iki-üç yıl sonra bir Alevi genç kızla Sünni delikanlının, sıkıyönetim komutanları tarafından evlendirilmesi ilçelerdeki Alevilerin merkezle yeniden barışmasını sağlamış. Yeniden ev ve işyeri satın almaları ise ancak 1987’de mümkün olmuş. Bu, aynı zamanda Maraş’a yatırımın yeniden başladığı tarih... Ancak 80’lerin sonlarında Maraşlıyı rahatsız eden bazı münferit vakalar da var; Maraşspor oyuncularının bir karşılaşmada ‘Kanlı Maraş’ tezahüratlarıyla karşılanması gibi… Aleviler, vaktiyle boşalttıkları Şeyh Adil Mahallesi’nde mukimler şimdi ve şehrin en gözde kuyumcu mağazalarını işletiyorlar.

MARAŞ’IN EN MAĞDURU ÖKKEŞ ŞENDİLLER

Söz konusu Ökkeş Şendiller ise ‘en mağdur’ ifadesi abartı sayılmaz. Yaklaşık otuz yılını kendisini savunmakla geçirmiş, yorulup bir kenara çekilmek yerine siyasete atılmış heyecanlı bir adam. 1991’den bu yana yakın korumayla dolaşıyor. Üzerine yapışan etiket yenilir yutulur cinsten değil; ‘Maraş olaylarının müsebbibi’ yani 111 kişinin ölümüne neden olan kişi… 78’den günümüze uzanan serüvenini dinlemek hem şaşırtıcı hem hüzün verici… Hâlâ bir canlı yayın programında Hasan Fehmi Güneş’le yüzleşmek istemesi, mahkemelerden beraat etmesine hatta Meclis kürsüsünden seslenmesine rağmen kamuoyunun gözünde tam olarak aklanmamış olması, Maraş olaylarının her yıldönümünde yeniden suçlular listesine alınması, beraat ettikten sonra değiştirdiği Kenger soyadına geri dönmek için yaptığı müracaatın güvenliği tehlikede olduğu gerekçesiyle mahkemeden geri dönmesi…

Beraatından yıllar sonra Meydan Larousse’ta ‘Maraş katliamcısı’ olarak anılması da vaziyetin üstüne tuz biber ekmiş. Aydınlık gazetesinin haberlerini kaynak olarak kullanan sözlüğü mahkemeye vermiş ve davayı kazanmış, hatta sözlüğün Türkiye temsilcileri, Maraş’a kadar gelerek kendisinden özür dilemiş. En az elli davayı kazanarak birçok gazetenin ceza almasını sağlayan Şendiller, “Nasıl bir hukukta beraat etmeliyim ki insanlar bana inansın. Mahkeme kararı filan sökmüyor. İnternette binlerce sitede suçlanıyorum; ama müdahale edemiyorum.” diye dert yanıyor. Köşe yazarlarına Maraş olaylarının arka yüzünü anlatan kitabından on bin adet dağıtmış. ‘Bunları biliyor muydunuz?’ başlıklı yedi maddeyi dört bin mail adresine göndermiş. Şimdiye kadar suçlamaları cevapsız bıraktığı vaki değil, Kenan Evren hariç… Maraş olaylarının hemen arkasından şehre gelerek, ‘Kaldırın şu kahraman tabelasını!’ diye gürleyen Evren, Şendiller’e göre olumsuz imajın başmimarı… “Evren’in dokunulmazlığının kaldırılmasını bekliyorum. Onunla görülecek hesabım var, hepimize iftira etti. Kendi mahkemelerinin verdiği karara inanmadı.”

Şemdinli’de sorun imaj ötesi

Yolunu Şemdinli’ye düşürmüş birine, orada ne görüp ne gözlediğinden önce yol maceraları sorulmalı. Güneydoğudaki en uç noktaya gidiliyor ne de olsa, bir tarafta İran var, bir tarafta Irak, Ankara’dan çok Tahran’a yakın… Her ailenin bir parçası sınırın öte yakasında, alışverişler de düne kadar Van’da değil, Urumiye’de yapılırmış. İstanbul’dan 10.30 uçağıyla Van’a inen biri, Şemdinli’ye kaçta varabilir, 19.00’da… Buralarda hiç kimse yoldan şikâyet etmezmiş meğer; il dışına çok az çıkıldığından kolay ulaşımın neye benzediğini bilmezlermiş. Bu güzergâhta yol da yolcular da hiçbir yerdekine benzemez. ‘Hocam, yeni mi tayininiz çıktı?’ işte kaçınılmaz soru… ‘Hayır, öğretmen değil, gazeteciyim.’ Kısa bir sessizlik… Hakkınızda ne düşündüklerini ilk kontrol noktasından sonra anlarsınız: “Siz gazeteciler, Avrupa’da bir şey olunca koşuyorsunuz. İşte bunları yazsanıza! Yolda sürekli durdurulmaktan Van’daki uçağı kaçırdı birçok yolcumuz.”

Akşamın karanlığında ‘köşeye’ doğru kontrol noktalarını geçerek ilerlerken araba nihayet duruyor ve şoför bir el işaretiyle, “İşte burası.” diyor. Gerçek saklanamayacak biçimde aşikâr artık, madem görmeyi istedin, gör öyleyse… Adı büyük kendi küçük Şemdinli… Zifiri karanlık bir ilçe, başınızı kaldırıp yukarılara bakarsanız tepelerde ışık görürsünüz ve böylece bir vadinin, daha vahim bir ifadeyle bir çukurun içinde olduğunuzu anlayabilirsiniz… Ancak gün ışıdığında, fazla sakin, neredeyse huzurlu, kendi hâlinde bir ilçeye dönüşüyor Şemdinli; kimileri ‘dış görünüşe aldanma’ diyor, kimileri de ‘İşte bu bizim gerçek yüzümüz, yanlış tanınıyoruz.’ Doğrusu şu ki, bu dosya için gezip dolaştığımız yerlerden en ketum davrananı Şemdinli oldu, ser verip sır vermedi, sonra da arkamızdan seslendi: “Sen gazeteci değil misin, yaz işte bizim diyemediğimizi…”

Şemdinli bir imaj probleminden daha derin, daha kallavi sorunlarla uğraşıyor. PKK’nın 1984’teki ilk eylemini Eruh’la beraber Şemdinli’de başlatmasından rahatsızlar elbette. Coğrafî yapının uygunluğuna dikkat çekiyorlar, PKK’ya destek vermediklerini ısrarla vurguluyorlar. Kitapevi’ndeki son patlama da huzurlarını epey kaçırmış; ancak yine de sorun dışarıda nasıl algılandıkları değil, ülkenin zor ulaşılan bir köşesinde, ihmal edildiklerini düşünerek bir tür eziklik ve öfke içinde yaşamaları… Hakkâri bile ‘sürgün yeri’ sayılırken onların kendileri için ‘Biz topluca sürgüne bırakılmışız.’ demelerinde anlaşılır bir yan var.

Şemdinli’nin en büyük sürprizi belki de mütedeyyin bir halka sahip olması; yalnız kafalar biraz karışık, öyle ki bir PKK destekçisinin beş vakit namaz kılıyor olması çok normal burada… “Halkın faziletlerini konuşmak lâzım.” diyen Kayserili ilçe müftüsü kafa karışıklığının eğitimle düzeleceğine inanıyor. Hutbe ve vaazların dışında camilerde halka açık İslam tarihi ve siyer dersleri vermeleri, Kur’an kursuna katılan kızlara Milli Eğitim’le işbirliği yaparak okuma yazma öğretmeleri hep bu amaca yönelik. Şemdinli’ye tayini çıktığında aksi yöndeki telkinlere rağmen eşi ve çocuklarıyla yola çıkan müftü Âdem Bozkurt, ilçenin dışarıda hoş bir imajı olmadığını düşünüyor: ‘Kur’a torbasına elimi uzatırken hizmet edebileceğim bir yer olsun, diye dua ettim. Yakınlarım, Şemdinli adını duyunca, yüzüme ‘Allah rahmet etsin.’ der gibi baktı; ama burası havası, suyu, coğrafyasıyla müstesna bir köşe. Ankara’dan arkadaşlarım arayınca, haritayı önünüze açıp bir bakın, nereden konuştuğumu görün, diyorum.”

TÜRKİYE’NİN GİRİŞ KAPISI

Başka bir açıdan; yani İran ve Irak tarafından bakınca Şemdinli, Türkiye’nin giriş kapısı… İran sınırındaki gümrük, güvenlik nedeniyle kapatılalı yıllar olmuş. Irak’a geçiş ise daha uzak bir ihtimal olarak duruyor. Ancak, ticaretle uğraşanlar, “Habur da Kuzey Irak’a açılıyor. Orada emniyet nasıl sağlanıyorsa burada da öyle sağlansın.” diye serzenişte bulunuyor. Bir Şemdinlili en çok hangi özelliğiyle gurur duyar? Misafirperverliğiyle… Öğretmenler de olmasa, ilçenin tek oteli iflas bayrağını çekmişti. Hayvan, ceviz ya da bal almak için Şemdinli’ye gelen bir tüccar, kiminle alışveriş edecekse onun evinde kalırmış. Geçen kasım ayında yaşanan sel felaketinde bölge yatılı okulunu açıp yüz kişilik yemek yaptıran kaymakam, iki aileden başka kimseyi bulamayınca çok şaşırmış. Ancak bunlar ilçenin ‘kabuğuna sığmaz, asi ve hırçın’ imajının gizlediği hasletler.

AK Parti İlçe Başkanı Tahir Saklı, “Basına yansıyanla, yaşanan aynı değil.” gibi bildik bir cümle sarf ediyor belki; ama sabah çarşıda şahit olduğu olayı akşam televizyonda bambaşka izlemeye öyle alışmış ki bu durum onu güldürüyor artık. İktidardaki bir partinin ilçe başkanlığını yürütmek de farklı sorumluluklar yüklüyor Saklı’nın omzuna: “Biz burada, devletle halk arasında köprüyüz. Hem siviliz hem resmiyiz. O yüzden çok sıkıntı çekiyoruz. Günde elli insanı karşılıyorum kapıda. Çay içmeye gelen insanlar değil bunlar, sıkıntısı olanlar.” Devlet kapısına rahatlıkla gidebilmek, söz konusu Şemdinli olduğunda bambaşka anlamlara bürünüyor. Son dönemde atanan kaymakamların kapıları hep açık tutması, devlet kapısının halk için olduğu görüşünü yaygınlaştırmış. Bundan beş-altı yıl önce ilçe eşrafından ancak üç beş kişinin ziyaret edebildiği kaymakamlığa bugün ortalama yüz kişi gidiyor.

Şemdinli kaymakamı Altuğ Çağlar, nasıl bir yerde çalıştığının son derece farkında, kucaklayıcı olmaya özen gösteren; ama bununla birlikte disiplini ve otoriteyi de elden bırakmayan dinamik biri. “Vatandaş beni devletin ta kendisi olarak görüyor, temsilcisi olarak değil.” diyor. En kısa sürede, en çok hizmet prensibini benimseyen Çağlar “İlk ameliyathanemizi açtık. Kadın doğumcumuz, dâhiliye uzmanımız, aile hekimimiz ve iki genel cerrahımız var. Nüfusumuz, 14 bin 200 görünüyor tabelada ama ilçe merkezi 20 bini buluyor. Köylerle beraber 56 binin üzerine çıkıyor. İlişkiler çok girift burada, aynı aileden biri askerde, biri dağda, biri korucu. Zihinler de biraz karışık. Halk dışarıdan görüldüğünün aksine çok uysal ve mütedeyyin; ancak batıdan gelen iyi yetişmiş din adamlarına ihtiyaç var.” diyor.

ŞEMDİNLİ DEYİNCE KEFİL İSTİYORLAR

Şemdinli’de ticarî hayat epey sönük… Özal döneminde kurulan sınır pazarı onun vefatıyla kapanınca, ilçe tam bir sessizliğe gömülmüş. Paketleme firmasında on kişi çalıştıran Bahri Töre, 20 yıl önce gitmeye niyetlenmişken kararından niçin vazgeçtiğini şöyle anlatıyor: “Bütün girdiğim ortamlarda, parası olanın kaçtığından yakınıyordu insanlar. Gitmeye utandım. Yatırımları kendi memleketimize yapalım, az da olsa insan çalıştıralım, diye düşündüm; ama sıkıntılar yakamızı bırakmıyor.” Töre, mal almak için gittiği İstanbul’da kendisine iyi muamele edilmediğinden şikâyetçi… İlçeden çıkana kadar potansiyel suçlu gibi aranıp tarandığını, İstanbul’da da esnafın tedirgin olduğunu söylüyor: “Şemdinli’denim deyince adamlar işi daha titiz yapmaya çalışıyor. Kimseden kefil istemezken bizden istiyorlar.”

Menemenliler 76 yıldır Kubilay katili!

Menemen’in iki sıkıntısı var; biri yeni, diğeri eski… Göçle şişen nüfus, kurtarılmış bir mahalle, artan suç olayları halkı endişelendiriyor; ilçe ‘ikinci Mersin’e dönüşür mü? Bir de kadim mesele var; yetmiş altı yıldır çözüme kavuşmamış, Menemenlinin sırtına kambur olmuş ‘Kubilay hadisesi’… “Yeniler bilmez, eskiler de unutmuştur.” diye düşünecek olduk; ama çabuk caydık. Uzak yakın illerden gelip ilçeyi dolduran kalabalıkla hüzünlü bir anma töreni olmaktan çıkıp nümayişe dönüşen her 23 Aralık programı, Menemen’i toptan mahkûm eden ‘Kubilay katili’ imajını pekiştirmeye devam ediyor. Olayın faillerinin dindar insanlar değil de esrarkeşler olduğunu ispat eden belgelerin Genelkurmay Başkanlığı Arşivi’nde bulunmasına rağmen meselenin her seferinde bir ‘irticaî kalkışma’ şeklinde sunulduğunu hatırlatmaya gerek yok belki; biz aradan geçen 76 koca yıldan sonra Menemenlinin ne hissettiğini araştırdık.

Doğrusu, olay sanki üç beş yıl önce yaşanmış gibi tedirgin konuşan bir halk beklemiyorduk. Kubilay’ı şehit eden başıbozukların konakladığı Bozalan köyünde kadınların başörtüsü takmaya korktuğunu, Menemen’de o günlerin sıkıntısını yaşamış bazı insanların bugün bile dışarıda namaz kılmaktan çekindiğini de orada öğrendik.

ASKER OCAĞINDA MENEMENLİ OLMAK

O günün tanıkları birer birer çekildi aramızdan; parmaklar, Gaybî Mahallesi Muhtarı Ahmet Severi işaret ediyor. 1923 doğumlu Sever, muhtarlıkta 43 yılını doldurmuş. Onun deyimiyle ‘Kubilay günü’, babasının toz şeker almaya gönderdiği yedi yaşında bir çocukmuş; ama o gün tesadüf ettiği hadiseler onu da bir gölge gibi takip etmiş: “Askere gittim. Orada, ‘Kubilay’ı kestiniz, bizi de kesersiniz.’ dediler. ‘Onlar dışarıdan geldi, bizim kabahatimiz yok.’ dedim; ama kimsenin fikrini değiştiremedim. Her sene tazeleniyor, iyi değil artık. Bir avuç esrarkeş bakın nelere yol açtı.”

Çekmecesinden el yazısıyla yazılmış bir kâğıt çıkarıyor Ahmet Amca, o gün şahit olduklarını kaleme almış, bir belge bırakma ihtiyacı hissediyor olmalı, “Torunlarım ileride okur.” diyor. Aslında 1930 yılına ait Genelkurmay raporundaki maddeleri Menemen halkı yıllardır tartışıyor, Kubilay’ın neden silahsız olduğu, jandarmanın neden müdahale etmediği biraz kısık bir sesle olsa da soruluyor. “Planlı programlı bir olaydı.” diyor Coşkun Kesim, “Manisa’da ya da Torba’da olacaktı, kabak bizim başımıza patladı.” Anma törenlerinin özellikle son senelerde amacından saptırıldığını düşünen Kesim de Menemen doğumlu olmanın sıkıntısını yaşamış. “Bursa’da, Çelebi Mehmet Ortaokulu’na kaydım yaptırıldı. Meğer Kubilay orada okumuş. Bahçede büstü var. Tabii ben büyük sıkıntı yaşadım. Dört beş ay sonra Menemen’e döndük. Asker ocağında da aynı şekilde eziktik.”

Futbol karşılaşmalarında da aynı ithamla karşılaşmışlar, eski gazetecilerden Ali Kemer, futbol oynadığı 1957 yılında, rakipleri mağlup olunca taraftarın tribünlerden ‘Kubilay katilleri’ diye tezahürat yaptığını hatırlıyor. Kolayca vurulan bu etiket hâlâ öfkelendiriyor onu: “Geldin mi buraya, nasıl oldu diye araştırdın mı? Bu ilçede Kubilay ismi bir tek ilköğretim okuluna verildi. Cadde ismi ararsan bulamazsın. Korkudan kimse isim bile koymamış. Çocuklar Kubilay’ı öğrenecek; ama gerçeği değil. Gerçeği bilenler korkuyor. TRT geldiydi vaktiyle, kimse konuşmadı. O korkuyu atmaya çalışıyoruz biz şimdi.”

Kubilay’ı anma törenini organize eden tertip komitesi içinde yer alan Menemen Kaymakamı Turgut Subaşı da, törenlerin ilçeyi ayrıştıran bir olay hâline dönüşmemesi gerektiğini söylüyor. Son yıllarda laiklik mesajı vermek için uygun bir zemin hâlini alan anma programını halkın kenardan izlemeyi tercih ettiğini gözlemleyen kaymakam Subaşı, “Kalabalık dışarıdan geliyor. Hiç gündeme alınmazsa halk daha rahat edecek belki de. Bu tören birleşme için kullanılmalı. Halk çeşitli vesilelerle rencide ediliyor burada. Konferans vermeye gelmiş öğretim üyelerinden biri, Menemen’in lanetli bir yer olduğunu, İnönü müdahale etmeseydi Atatürk’ün emriyle haritadan silineceğini söyledi. Gerisini siz düşünün.” diyor.

Susurluk kazası Mustafakemalpaşa İlçesi'nde olsaydı

İmaj sorununa bıyık altından gülen tek şehir Susurluk… Abartısız bir mizah havası, o meşhur kazayla uzaktan yakından ilgili olmamaktan kaynaklanan bir rahatlık var. “Araba bir kediye çarpmış olsaydı.” diyorlar, “Susurluk’tan bir kedi karışmış olurdu kazaya.” O kadar dışındalar mevzunun. Tamam, yolda olup biten bir hadiseden dolayı, yaşadıkları memleketin isminin ‘karanlık ve derin işler’i anlatan bir sembole dönüşmesinden rahatsızlar; hatta eski belediye başkanlarından birinin alâkasız bir olay için ‘Susurluk’ benzetmesi yapan Hülya Avşar’a dava açmışlığı bile var. Görüştüğümüz herkes, istisnasız şu örneği veriyor: “Kaza, az ileride Mustafakemalpaşa ilçesinde olsaydı, ne olacaktı? Olur olmaz her olaya yakıştırdıkları ‘Susurluk skandalı’ benzetmesini o zaman yapabilecekler miydi?” Ancak yine de, ‘Reklâmın kötüsü yoktur.’ diyenler çoğunlukta. Dışarıda ‘Balıkesir’in ilçesi Susurluk’ deme gereği hissetmiyorlar artık, Susurluk, on yıldan beri, duyan herkese ‘ha Susurluk’ dedirtecek kadar meşhur bir ilçe.

Belediye başkanı İsmail Güneş ilçesinin bir imaj sorunu yaşadığına inanmıyor, bilakis, kazayla gelen şöhretten hoşnut olduğunu söylüyor. İlk günlerde, Susurluk adının itici bulunacağını düşünerek ufak tefek önlemler almış tabii. Sahibi olduğu yol üstü tesisindeki anonslarda ve mola verecek otobüslerde Susurluk yerine ‘Ege yolu’ ifadesini kullanmak gibi… Ama yolcuların meraklı sorularından kurtulamamışlar; kazanın tam yerini tespit etmek isteyen mi ararsınız, ilçe tabelası önünde fotoğraf çektiren mi… O günlerde ‘efelenenlerin’ sayısında da hayli artış olmuş ilçede: “Dikkat edin, biz Susurlukluyuz ha!”

“Sadece gençler değil, biz bile şaka yollu takılırdık birbirimize.” diyor başkan Güneş. Dışarıda yaşananlar zemin hazırlamış biraz da: “İzmir’e gidiyoruz, arabamız kaza yaptı. Hastaneye gittik, polis nereli olduğumuzu sordu. Susurluk deyince ‘A biz tutanağımızı tutalım, ne olur ne olmaz.’ dedi. Sıradan bir kazaydı halbuki.” İlçede birçok kişinin buna benzer hatıraları var. Şeker fabrikası işçilerinden biri, görevli olarak Eskişehir’deki fabrikaya gittiğinde kapıda yaşadıklarını anlatıyor: “Görevliye Susurluk’tan geliyoruz deyince ilk cümlesi şu oldu, ‘Abdullah Çatlı vatan haini mi vatanperver mi?’ Saat sabahın altısı. Hoş geldiniz bile demeden damdan iner gibi bunu soruyor. Biz hiç taraf değiliz, hiç alakamız yok belki…”

Susurluk’taki bütün futbol kulüpleriyle ilgilenen Fehim Dikmen de şehir dışındaki karşılaşmalardan birinde tribünde hiç taraftarları olmadığı hâlde alkışlanmalarını formalarındaki Susurluk yazısına bağlıyor. O günlerde dışarıda yapılan en popüler esprilerinden biri de “Siz dersiniz de ne olmaz.” imiş. İşte bu algı, eskiden beri çeteleşme olaylarının yaşandığı Susurluk’ta gençleri coşturmuş. İlçelerinin isminin ‘derin’ işlerle beraber anılmasından etkilenen çocuklar, ‘Kurtlar Vadisi’ filminin rüzgârını da arkalarına alarak ‘kabadayılık’ taslamaya başlamış. Emniyet Müdürü Ahmet Erol, hiçbiri 18 yaşını doldurmamış çocukların daha ziyade adam yaralama eylemine karıştığını söylüyor. 16 yaşındaki çete lideri hâlâ içeride. Belediye başkanı bu gençlerden bazılarını işe almış, çalışmaları karşılığında düzenli maaş almaya başlayan gençler bugün işini kaybetmekten korkan sorumluluk sahibi bireyler. Emniyet Müdürü Erol da ‘imaj’ sorununu abartmaktan yana değil: “Susurluk için bir milat oldu bu kaza. Bir ilçe adı olmaktan çıkıp, kavramı anlatan kelimeye dönüştü. ‘Susurluk skandalı’ demeyecek de ne diyecek insanlar? Kirli ilişkiler mi, devlet-polis-mafya üçgeni mi? İnsana yakıştırılan lakaplar gibi çok uygun düştü, oturdu, literatüre geçti artık. Halk da eskisi kadar tepkili değil; çünkü bir olayı anlatan kelime gözüyle bakıyorlar meseleye.”

24 SAAT AÇIK İLÇE

Susurluk’un karanlık imajından rahatsız olanlar, ‘misafirperverliğin’ tezahürü olan dinlenme tesislerine dikkat çekiyor. Eski hanların yerini alan mola yerleri, ilçeyi 24 saat yaşayan bir ‘tesis-kent’e dönüştürmüş. Halkın çalışkanlığından etkilenen kaymakam Mahmut Şirinoğlu, ‘Susurluk bu etiketi hak etmiyor.’ diyor. “Günde üç ton süt üreten köy, kendini çalışmıyor sayıyor. Çünkü diğerleri 8-10 ton süt üretiyor. Yüzde 95’i emekli olan bir köyün bu kadar çalışması takdire şayan. Çok yakında Türkiye’nin ilk sertifikalı tohumu da burada üretilecek.”

Ticaret Odası Başkanı Lütfi Bintaş da internette Susurluk’un bir ilçe adı olmaktan çıkıp bir skandalı tanımlamak için kullanılıyor olmasından çok rahatsız. Ulusal televizyon kanallarına katılarak imaj düzeltme işine soyunan Bintaş, dinlenme tesisleri şimdi dev alışveriş merkezlerine dönüşse de misafirperverlik ruhunun ölmediğine inanıyor: “Bir kış, yollarda buzlanma olduğu için araçlar Susurluk’taki dinlenme tesisinde üç beş gün kalmaya mecbur oldu. O günlerde yanına ailesini alan Susurluklular, tesislerdeki insanları evlerine götürdüler. Biz bu tür güzelliklerle anılmak istiyoruz artık.”

İMAJI MOTOKROS DÜZELTECEK

Susurluk parkuru, motokros için en uygun ikinci parkur. Bu yılki şampiyonanın son yarışı da ilçede yapıldı. Objektife ‘Susurluk’ formalarıyla gülümseyen gençler: “İmajı biz düzelteceğiz.” diyorlar.


Tankları unutalı hayli zaman oldu

Mağduriyet tartısında her şehir diğerinden ağır basıyor anlaşılan; ama yine de, etkisi günümüze değin uzanan bir süreçle yan yana anılan Sincan’ı ayrı bir yere koymak lâzım. Tankların yürüdüğü şehir, on yılın ardından toparlanmış görünüyor. Diğer şehirlerden farklı olarak, bir arbedeye, yüzlerce kişinin ölümüne neden olan çatışmaya sahne olmadığı için, bir muğlaklık, ne olup bittiğini bugün bile anlamamışlık hâli var Sincan’ın üzerinde… Tank paletleri sabah erken saatlerde caddeleri döverken birçoğu uykudaymış zaten, akşam da, başka bir şeyi izler gibi yabancı gözlerle bakmışlar televizyona. Bu yüzden olsa gerek, sokaktaki insan ‘imaj’ konusunda çok da muzdarip değil. Onlara göre bu daha ziyade ‘dışarıdan’ bakanların sorunu…

Belediye Başkanı Hasan Altın da ‘28 Şubat’la ilintili söyleşi taleplerini kabul etmiyor artık, ilçenin üzerindeki olumsuz atmosferin dağılıp gittiğine inanıyor. Kendisi, faaliyetlerini anlatmayacak kadar mütevazı davranıyor; ancak görünen o ki, başkan Altın, Sincan’ın çehresini değiştirmekle aslında ‘yeni neslin bilmediği, eskilerin de artık üzerinde durmadığı’ kötü günlerin izini siliyor. Ona göre tuhaf sözlü şarkılarıyla şöhret olan Sincanlı şarkıcılarla birlikte anılmak, tanklarla anılmaktan daha rahatsız edici… Sincan’ın en eski matbaacılarından Ali Turgut, son yıllarda nüfusu hızla çoğalsa da mahalle kavramının ve misafirperverliğin hâlâ yaşadığını söylüyor ilçede. Doğma büyüme her Sincanlı gibi o da memleketinin çok can yakmış bir süreçle anılmasından rahatsız elbette. Burası, kendi hâlinde, munis bir Anadolu ilçesi ne de olsa, on yıl önce, kaos rüzgarları burada mı esmiş?

İlçenin eski esnaflarından birini ziyaret ediyoruz, bir mobilyacıyı. Az ileride oturan kasketli baba ile artık işin başına geçmiş oğlu arasında tatlı bir atışma başlıyor. Baba, ‘Bırakın bunları, oldu bitti, herkes işinde gücünde’ diyor; oğlu, “Baba öyle değil, yaşadıklarımız bizim tarihimiz, Sincan bu işten zarar gördü, kabul et.” diye ısrar ediyor. Sohbet havadan sudan bir hâl almışken, “Söylemeyecektim, ama hadi söyleyeyim.” diye lafa giriyor mağaza sahibi: “Subay lojmanlarında oturanlar Sincan’a, bize gelirlerdi alışverişe. 28 Şubat’tan sonra gelmez oldular. Onların ayağı buradan kesilince, biz onlara gittik, lojmanlara yakın bir mağaza açtık, satışlar yeniden hareketlendi.”



Bu haber 783 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    7,579 µs