En Sıcak Konular

Kurtulmuş: Milli Görüş'ün 3. büyük çıkışı

16 Temmuz 2007 14:35 tsi
Numan Kurtulmuş'a göre; vaatleri farklılaşan, daha somut, onurlu ve gerçekçi vaatlerle ortaya çıkan Saadet Partisi, önümüzdeki süreçte, Milli Görüş tarihinin “Üçüncü Büyük Çıkış”ını yapmaya hazırlanıyor.

Seçimler yaklaştıkça meydanlar kızışıyor. Siyasi partilerin vaatleri, çekişmeleri, sloganları ve elbetteki “mazot” ekseninde dönen ateşli mitingleri halk tarafından ibretle izleniyor. Ancak, Türk siyasi tarihi, hiçbir döneminde böylesi kısır tartışmaların yaşandığı bir seçim süreci geçirmemişti. Partilerin düzenledikleri mitingler, somut projelerin halka anlatıldığı zeminler olmaktan çıkmış, parti liderlerinin horoz dövüşüne dönüşmüş durumda. Her yıl milli gelirinden daha fazlasını altına girdiği borcun faizine ödeyen Türkiye, tarihinin hiçbir döneminde dış politikada da bu kadar bağımlı bir ülke olmamıştı. İşte tam da bu noktada, siyasi söylemi ve vaatleri farklılaşan, daha somut, onurlu ve gerçekçi vaatlerle ortaya çıkan Saadet Partisi, önümüzdeki süreçte, Milli Görüş tarihinin “Üçüncü Büyük Çıkış”ını yapmaya hazırlanıyor.

PUSLU HAVA, GERÇEKLERİ ÖRTEMEYECEK!

- Seçimler yaklaştıkça siyasi partilerin vaatleri inanılmaz derecede gerçeklerden kopuyor. Ancak Saadet Partisi’nin kullandığı dilin diğer partilerin dilinden oldukça farklı olduğunu görüyoruz. Seçim öncesi Saadet Partisi’nin hareket dinamiklerini ve seçim atmosferini nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Önümüzdeki seçim uzunca bir süredir yaşayacağımız en enteresan ve önemli seçim olacak. Bu seçim, önümüzdeki 4-5 yılda Türkiye’yi hangi partinin yöneteceğinin belirlendiği seçim değil, önümüzdeki yüz yıl boyunca Türkiye’nin ne tür bir yöneliş içinde bulunacağının belirlendiği seçim olacak. Bu nedenle de bu seçimin hayati bir öneme haiz olduğuna inanıyoruz. Yani bugün olduğu gibi Türkiye, ABD ve AB eksenine kendisini sokmuş, AB’nin bekleme salonunda terbiye edilmeyi bekleyen, ekonomi politikaları itibariyle IMF ve Dünya Bankası’nın öngördüğü bir politikaya bağımlı politikalarını sürdürecek mi sürdürmeyecek mi? İşte önümüzdeki seçim bunun kararının verilmesi seçimidir. Türkiye’nin içinde bulunduğu yangın, Kuzey Irak, artan yoksulluk ve işsizlik meselesi, gelir dağılımı adaletsizliğinde son 20 yılın en kötü sürecinden geçiyor olmamız gibi meselelerin hiç biri bugün diğer partilerin seçim kampanyasında konuşulmuyor. Konusu olmayan bir seçim kampanyası yürütüyorlar. Saadet Partisi’ni diğer partilerden ayıran en büyük fark budur. Biz konusu olan ve konusu “Türkiye bundan sonra gerçekten bağımsız bir ülke olarak bağımsız bir yönelişin içinde mi olacak, yoksa özellikle son 6-7 yıldır yürütülen bu dışa bağımlı politikaları sürdürecek mi?” olan bir seçim kampanyası yürütüyoruz.

Darbeler halkı depolitize etti!

- Diğer partilerin fikriyatsızlığa sürüklenmesinin sebebi nedir?

-Şimdi görünen genel manzarayı değerlendirirsek, bugün yaşanan siyasi kriz kanaatimce 12 Eylül darbesinin getirdiği rejimdir. 12 Eylül’den sonra Türk siyasi hayatında oluşan dalgalanma artarak bugüne gelmiştir. Bilindiği gibi 12 Eylülden sonra, bizim “sosyolojik partiler” dediğimiz, yani toplumun her katmanında var olan, fikirdaşı, gönüldaşı olan siyasi partiler tasfiye edildi. Maalesef 12 Eylül’den sonraki süreç büyük bir depolitizasyon sürecidir. Yani halk politikadan uzaklaştırıldı. 12 Eylül öncesindeki bütün sıkıntıların vebali siyasi partilerin üstüne atıldı. Böylece büyük kitleler siyasetten soğutuldu, depolitize edildi. Bunun arkasından Türkiye, “merkez sağ ve merkez sol nasıl toparlanır?” sorusunu tartıştı. Ardından da 28 Şubat süreci yaşandı. 28 Şubat toplumdaki bu yaygın depolitizasyonu derinleştirmiştir. 28 Şubat’tan sonra da aynen 12 Eylül’den sonra olduğu gibi, birtakım yeni konjonktür partileri ortaya çıkmıştır. Yani toplumda sosyolojik olarak var olmayan ama dönemin şartlarının getirdiği partiler oluşmuştur. Böylece Türk siyaseti ikinci büyük kırılmasını da burada yaşamaktadır ve bu süreç hala da devam etmektedir. Somut olarak şunu söylemek lazım: 1999 seçimlerinde iktidar olan DSP ve MHP’nin oy oranlarının toplamı yüzde 40’ın üstüne tekabül ediyor. 3 yıl sonra yapılan seçimlerde ise bu partilerin oylarının toplamı yüzde 10 barajını geçmiyor. Ne oldu da 3 sene sonra bu partiler bu noktaya geldiler? Yeni kurulmuş olan AKP yüzde 35 oy alıyor. Bu durum Türkiye’de siyasetin sosyolojisinin çok oturmadığının temel bir göstergesidir. Mesela cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Anadolu’yu karış karış geziyoruz, halkımızın büyük bir kesimi iktidar partisine karşı ciddi birtakım kırgınlıklar içerisinde iken, yeni bir konjonktür ortaya çıktı. Türkiye’de halk cumhurbaşkanlığı seçimi vasıtasıyla iki kampa böldürülmeye çalışıldı. Hatta bu süreçle başlatılan mitingler vasıtasıyla bir tarafta dindarlar bir tarafta ise laikler, bir tarafta cumhuriyetçiler bir tarafta demokratlar, bir tarafta sağcılar bir tarafta solcular şeklinde halk yeniden büyük bir kamplaşmanın içerisine sokulmaya çalışıldı.

- Bu aşamada toplum mühendisliği mi ortaya çıktı? Birileri mi bu durumu harekete geçirdi yoksa doğal bir süreç olarak mı ortaya çıktı?

-Mevcut iktidar partisinin cumhurbaşkanını seçemeyişi süreci, hem iktidar partisi tarafından hem de ana muhalefet partisi tarafından kullanıldı. Her ikisi de kendi açılarından karlı çıktılar. Yani halkta azalmakta olan desteklerini yeniden bu yolla toparlamaya çalışıyorlar. Burada bir başka sıkıntı da şudur: 12 Eylül darbesinden itibaren Türkiye’de Amerika’daki gibi “demokratlar ve cumhuriyetçiler” şeklinde iki partili bir sistem oturtulmaya çalışılıyor. Ama bir büyük imparatorluğun özeti olan, Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu’da etrafında bu kadar büyük bir tehlike çemberinin olduğu Türkiye’de asla siyaseti iki partiye endeksleyemezsiniz. Bu en büyük tehlike olur. “ABD’de ne güzel iki partili sistem var ve bir istikrar yakalamışlar” diyenlere verilecek cevap şudur: Amerika’da halkın pratik olarak yarısı zaten hiç seçimle ilgilenmiyor. Amerika’da bugüne kadar yapılmış devlet başkanlığı seçimlerinden en çok katılımın olduğu seçimde oy kullanma oranı yüzde 54’tür. Oysa Anadolu’nun hangi köyüne, kasabasına giderseniz gidin, kahvehanesinde bile oradaki insanların Kerkük-Musul meselesiyle ilgilendiğini, IMF’yi bildiğini, AB ile ilgili sanki bir politika uzmanıymış gibi fikir yürüttüğünü görürsünüz. Bu da doğal bir durumdur. Çünkü biz bir büyük birikimin, bir büyük devlet geleneğinin, bir büyük millet insiyatifinin sahibiyiz. Bu nedenle de Türkiye’de siyasi insiyatifin iki partiye indirgenmesi büyük bir sıkıntı kaynağıdır.

Siyasetçi, “iktisadi elitler”e ve “bürokratik oligarşi”ye teslim!

- Bu sıkıntının pratik yansımalarının doğurduğu sonuçlar nelerdir?

-Burada iki şey oluyor. Birincisi, siyaset fikirsizleştiriliyor. İkincisi ise siyaset sosyolojik tabanını, yani halk desteğini kaybediyor. Şayet siyaset fikirsizleştirilirse bunun doğal sonucu olarak çıkarcılık doğar. Bir de şayet siyasetin bir sosyolojik tabanı olmazsa, siyasi ve iktisadi elitlere siyasetçi teslim olur. Bugün Türkiye’de yakındığımız durum budur. Bunun sonucunda da siyasetçi ne kadar oy almış olursa olsun, bürokratik oligarşiye teslim olur. Bunun engellenmesinin yolu, partilerin çok güçlü sosyolojik tabana sahip olması ve siyasetin güçlü fikirsel temeller üzerine bina edilmesidir.

- Milli Görüş’ün bu noktada sosyolojik tabanını nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Bizim hareketimizin bu noktada çok ciddi başarıları vardır. Çoğunlukla önemi tam olarak anlaşılamamış en büyük başarılarımızdan birisi, Türkiye’de siyasetin Adalet Partisi ve CHP arasında sıkışıp kaldığı, kitlelerin bu iki hareket arasında tercih yapmak zorunda olduğu bir dönemde bir “üçüncü yol”u, bir gerçek yolu milletin önüne getirmiş olmamızdır. Önce “bağımsızlar hareketi”yle başlamış olan, ardından Milli Nizam ve Milli Selamet Partisi ile devam eden süreçte, kurulur kurulmaz bu hareketin iktidara gelmiş olması bu büyük başarıyı ortaya koymuştur. Millete denmiştir ki “siz çaresiz değilsiniz. Bu millete gerçekten kendisini temsil eden, siyasette var olmasını sağlayan, güçlü bir fikir ve paradigma üzerinde oturan bir siyasi hareket var”. Millet o dönemlerde bir şeyler bekliyordu ama ne olduğunu tam olarak tanımlayamıyordu. Milli Selamet Partisi bunu ortaya koymuştur. Şimdi Türkiye’nin temel sıkıntısının bu olduğunu düşünüyorum. Partilerin konjonktür şartlarına göre hareket ettiği görünüyor. Bunun doğal sonucu olarak partilerin fikri yapısı son derece zayıflıyor ve toplumdaki sosyolojik karşılıkları güçsüzleşiyor. Bunun en somut göstergesi de son seçimlerde partilerin hazırladığı aday listeleridir. Hayatı boyunca milliyetçi fikri benimsemiş bir kişi bakıyorsunuz CHP’nin liderinin arkasında seçim kampanyalarına katılıyor. Hayatında temel yaşam felsefesi muhafazakârlığa karşı olmak olan bir kişi bir bakıyorsunuz sağ veya muhafazakâr olarak tanımlamış bir partiden aday oluyor. Bu da siyasi partilerin kendi fikriyatlarını çok net olarak ortaya koyamadıklarını gösteriyor. Bunları söylerken bu tavrı ortaya koymuş olan kişilere karşı bir sorunum yok. Ancak siyasi partiler, her reyonunda başka bir ürün satılan ve aslında her reyonun da başka bir sahibi olan bir süpermarket gibi kurulamazlar. Siyasi partilerin fikirleri olur ve bunları millete açıklayarak destek beklerler. Böylece güçlü bir sosyolojik yapıları olur ve onun üzerinden siyaset yaparlar. Ancak 12 Eylül’den bu yana kurulan siyasi partilerin kendileri bile bir koalisyon gibi kuruluyor. Biz partilerin ittifakına karşı değiliz. Ama siyasi partilerin bir koalisyon olarak kurulmasından da yana değiliz. Hatırlayın Anavatan Partisi’ni. Dört eğilimin her birine bir oda verilmiş dört odalı bir ev gibiydi. Şimdi bu partinin Türk siyasetinde bir karşılığı kalmadı. İşte önümüzdeki seçim böyle bir handikapı da kapsıyor maalesef. Bu açıdan bizler önümüzdeki yüzyıl için milletin önüne bir üçüncü yolu, en doğru ve gerçek bir üçüncü yolu getiriyoruz.

AKP, özgürlük alanlarının önünü açmadı!

- AKP, Seçim Beyannamesi’ne başörtüsü ile ilgili herhangi bir çözüm önerisi koymadı. İktidarı süresince AKP’nin özgürlükler konusundaki performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Bir siyasi partinin başarılı olup olmadığının, halktan yana icraat yapıp yapmadığının iki tane temel ölçütü vardır. Bunlardan bir tanesi özgürlük alanlarının ne kadar geliştiği, diğeri ise milletin refahının ne kadar arttığıdır. AKP iktidarının 5 yıllık performansını değerlendirdiğimiz zaman her iki alanda da ciddi problemlerin olduğunu görüyoruz. Ama özellikle özgürlükler konusunda AKP kendi ön kabullerini de değiştirmiş görünüyor. 3 Kasım seçimlerinde meydanlarda “başörtüsü namusumuzdur” denmişti. Millet de özellikle bu arkadaşlarımızın büyük çoğunluğunun eşleri başörtülü olduğu için bile bile oy verdi. Yani millet dedi ki “benim başörtüsü ile ilgili problemim yok, ama sen de git ve özgürlük alanlarının önünü aç”. Sadece başörtüsü ya da katsayı meselesini kastetmiyorum. Ama AKP kadroları için de halkın verdiği önemli bir mesajdı bu. Fakat maalesef bu mesele iki konuya kitlendi: Birincisi, dediler ki “biz bunun bedelini ödeyemeyiz,  buna hazır değiliz”. Oysa demokrasilerde bedeli siyasetçi  öder. Oy veren millet ödemez. Demirden korkan da trene binmez. Bedel ödeyemeyecek siyasetçilerin de siyaset yapmaması lazım. İkincisi ve daha vahim olanı ise Başbakan Yardımcısı’nın söylediği, “Türkiye’de başörtüsü meselesi artık yüzde 1,5’i ilgilendiren bir meseledir, toplumun önceliği olmaktan çıkmıştır” şeklindeki yaklaşımdır. Bırakın yüzde 1,5’i, bu memlekette sadece bir kişiye bile herhangi bir meseleden dolayı zulmediliyorsa, bu zulmü ortadan kaldırmak ülkeyi yönetenlerin boynunun borcudur. Bu açıdan bakıldığında maalesef bu konularda hükümet sürekli olarak geri adım atmıştır.  Hatta ilgisiz bir duruş sergilenmiştir. Ama bakıyoruz ki birçok başka meselelerde, hem de halkın menfaatine olmayan birçok meselelerde diretmişlerdir. Hatta cumhurbaşkanından dönen birçok paketi tekrar, olduğu gibi geri göndermişlerdir. Demek ki istenildiğinde bazı konularda direnilebiliyor. Mesela Avrupa Uyum Yasaları 10 dakika içerisinde meclisten geçirilmiştir. Petrol Yasası, Vakıflar Yasası çok kısa bir süre içerisinde geçirilmiştir. Bütün bunlar yapılıyor da niçin hükümet aynı dirayeti (?!) halkın özgürleşmesi alanında göstermedi? Bir hükümetin bir kararının falanca ya da filanca gruplar tarafından eleştirilmesi kadar doğal bir şey olamaz. “Birileri beni eleştirecek, bu konuyu gündeme getirmemden rahatsızlık duyacaklar” diye geri adım atmak, siyaseten kabul edilemez. Demokrasi, çoğunluğa göre karar alınan, azınlığın ise hakkının korunduğu bir rejimdir. Çoğunluk, “özgürlük alanlarının önünü açman için sana oy verdim” diyorsa, özgürlük alanlarının önünü açacaksın. Ancak o özgürlükten istifade etmeyen, hatta o özgürlüğe karşı olanın da hakkını koruyacaksın.

Milli Gazete

 

 



Bu haber 199 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    6,556 µs