En Sıcak Konular

Tezkerenin reddinde başrol oyuncusu Sezer'di!

3 Temmuz 2007 12:36 tsi
Tezkerenin reddinde başrol oyuncusu Sezer'di! Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin, Süleymaniye olayını patlatan gazeteciydi. O tarihte Hürriyet gazetesinin Ankara temsilcisi olan Ergin, “Türk askerlerinin üç gün bırakılmaması da çok vahimdi.” diyor

Sedat Ergin denince akla Hürriyet gazetesinin unutulmaz manşetleri gelir. Onun manşetleriyle Türkiye’de yer yerinden oynadı, ülke gündemi altüst oldu. 1987’de Beyaz Saray’da röportaj yaptığı ABD Başkanı Ronald Reagan’ın, “Türkiye Model ülke” sözleri, Türk-Amerikan ilişkilerinde hâlâ zaman zaman gündeme gelen bir konu. Aralık 1996’da dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya’nın, “Bu defa işi Silahsız Kuvvetler halletsin” sözleri Hürriyet’in manşetine çıktığında aslında fiilen 28 Şubat süreci başlamış oluyordu.

1997 temmuzunda Emniyet ile Genelkurmay arasında büyük gerginliğe yol açan “köstebek skandalı” yine Sedat Ergin’in imzasıyla Hürriyet’in manşetinde patladı. 1999 seçimleri öncesinde aday listelerine alınmayan milletvekilleri seçimleri erteletmek üzereyken, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ile yaptığı “Seçimler ertelenmesin” röportajıyla seçimlerin yapılmasını sağlayan Ergin oldu. Savaşa günler kala, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i ikna etmek için son bir hamle olarak yardımcısı Taha Yasin Ramazan’ın, Bağdat’a giden MİT’in uçağı ile gizlice Ankara’ya getirilmesi yine Ergin imzası ile haber oldu.

Yine Sedat Ergin imzalı 5 Temmuz 2003 tarihli manşet ise, Ertuğrul Özkök’ün deyimiyle, Hürriyet tarihinin en büyük haberlerinden biriydi. Haberde şöyle deniliyordu: “Türk Özel Timi’ne Amerikan baskını.” Türkiye’de bir kez daha yer yerinden oynadı. Yıllarca Hürriyet’in Ankara temsilciliğini yapan Ergin, yaklaşık iki yıldır Milliyet gazetesi genel yayın yönetmeni koltuğunda oturuyor. Onun yönetimindeki Milliyet, çarpıcı araştırmacı gazetecilik ürünleri, yazı dizileri ve etkili manşetlerle öne çıktı. Ankara temsilciliği öncesinde 1987-92 döneminde altı yıl Hürriyet’in Washington muhabirliğini de yapan Sedat Ergin’le 1 Mart tezkeresi ve Süleymaniye baskınını konuştuk.

Ergin’e göre, 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinde en önemli aktör Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer. “Çuval emrini ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz verdi” iddiası için, “O kadar emin değilim.” diyor. Bazı emekli komutanların dile getirdiği, “Süleymaniye olayının intikamı mutlaka alınacak.” sözlerine Ergin farklı bakıyor. Türk askerinin çuvala misilleme yaparak değil, güç bir durumunda yakaladığı Amerikan askerini kurtarmak suretiyle Amerikan tarafını “mahcup ederek” intikam almış olacağını düşünüyor.

-O gün Süleymaniye’de ne oldu? Deniyor ki, baskın olayını yöneten üç Amerikalı komutan terfi ettiğine göre ve Türk tarafında özel kuvvetlerin bağlı olduğu üç general emekli olduğuna göre kusur Türk tarafında…

Yalnız Amerikalı üç komutandan David Petreaus’un Süleymaniye olayı ile bir ilgisinin olmadığı anlaşıldı. Çünkü Musul’daki komutan o. Süleymaniye olayını planlayan askerler Kerkük’teki karargâhtan. Orada kilit adam Albay Mayville. O terfi etmişse, bu Türk-Amerikan ilişkileri bakımından çok vahimdir. Süleymaniye baskınını gerçekleştirerek Türk-Amerikan ilişkileri tarihinin en büyük ayıbını işleyen operasyonun başındaki komutan generalliğe terfi ettirilmişse, bu büyük bir ayıptır. Bence hâlâ ABD’nin o olaydan dolayı Türkiye’ye bir özür borcu var. Ve bu özür hâlâ dilenmemiştir. Özür dilemek bir tarafa, operasyonu yapan kişiyi terfi ettirmenin elle tutulur hiçbir yanı yok. Hakaret etmekten ne farkı var? Salt bu durum bile, Süleymaniye olayının daha uzun yıllar iki ülke ilişkilerini neden gölgelemeye devam edeceğinin bir kanıtıdır. Dört yıl geçti, bu olayın ilişkileri ne kadar zehirlediğini Amerikalılar hâlâ idrak edebilmiş, algılayabilmiş değil. Bunun algılanabilmesi için belki de yeni bir yönetimin gelmesi gerekiyor. Bu olaydan sonra ilişkileri biraz dinlendirmek gerekiyordu. Fakat tam aksi yapıldı. Türk tarafı panikledi. Hemen ilişkileri onarmak için aşırı enerjik bir çaba içine girdi. Halbuki o davranışı sergilediklerinden dolayı Amerikalılara en kuvvetli şekilde bir rahatsızlık hissettirmek gerekiyordu.

-Bu bir misilleme anlamına mı geliyor?

Misilleme yapmak nedir? Siz de bir yerde Amerikan askerlerini sıkıştırırsınız, başlarına çuval geçirirsiniz. Bu incinmiş olan gururunuza iyi gelebilir. Eşit düzleme gelirsiniz. Ama bana göre olgun bir davranış olmaz, bize yakışmaz. Bize yakışan en etkili misilleme yöntemi karşı tarafı utandırmak, mahcup etmek olmalıdır. Bunun için her zaman bir vesile çıkar. Türkiye onu bekleyecekti. Utandırma şöyle olur. Amerikan askerleri bir yerde zor duruma düşebilir, pusuya düşebilir. Türk askerleri gider, onları kurtarır. Biz de “alın işte aramızdaki fark bu, siz bize çuval geçirdiniz, ama bizden sadece insanlık görürsünüz” deriz. Türkiye gibi bir ülkeye yakışan böyle ağırbaşlı bir tepki olurdu.

-Bazı emekli komutanlar, 1993’te Ege denizindeki tatbikat sırasında Amerikan Saratoga gemisi tarafından vurulan Muavenet gemisine de atıf yaparak, “Süleymaniye’nin de Muavenet’in de intikamı alınacak” diyorlar.

Muavenet olayı gerçekleştiğinde ben ABD’de idim. Bana göre insan hatasından kaynaklanan bir kaza. ABD’nin Türkiye’ye bir mesaj vermek için kalkıp böyle bir şey yapacağını düşünmek benim mantık ölçülerime sığmıyor. Yan yana iki tane gemi var, öbürü diğerine ateş edecek, bu bana hep zorlama bir senaryo olarak geldi. Bu, bizde komplo teorilerine kapılma alışkanlığının bir sonucu. Ama Süleymaniye olayı açık kalmış bir defter; sadece emekli komutanlar değil, pek çok insan açısından da… Türk toplumunun büyük çoğunluğunun bu işi mesele ettiği kanaatindeyim. Bu işi mesele eden her Türk vatandaşı açısından bence Süleymaniye olayı açık kalmış bir parantezdir. Öyle kolay kolay kapanacağını da zannetmiyorum. Çok uzun onyıllar Türk-Amerikan ilişkilerini etkilemeye devam edecek. Amerikalıların göremediği şu: Bu olay oldu bitti diye bakıyorlar. Buna rutin bir olay muamelesi yapıyorlar. Bana göre hâlâ idrak etmiş değiller. Bunun nelere yol açtığını, işin ciddiyetini, ne kadar vahim olduğunu hâlâ anlamış değiller. Beni orada rahatsız eden şey, Türk askerlerinin üç gün sonra serbest bırakılması. Washington aranıyor, herkes aranıyor. Hiçbiri telefona çıkmıyor. Sadece çuval geçirilmedi, askerler yapılan bütün enerjik girişimlere rağmen üç gün serbest bırakılmadı.

-Bunu neye bağlıyorsunuz?

Bence Amerikalılar Türkiye’nin canını yakmak istediler. 1 Mart tezkeresinin intikamını almak burada önemli bir saik oldu diye düşünüyorum.

-Süleymaniye olayının sırrını çözdünüz mü? Niye Türk askerine bu muamele yapıldı?

Olaydan sonra bir Amerikalı korgeneral Ankara’ya geldi. O görüşmelerden sonra bir açıklama yayımlandı. O açıklamada “iki taraf da olaydan dolayı üzüntü duymaktadır” deniliyordu. Özür yoktu, fakat Amerikalılar yapılan işin yanlış olduğunu kabul ettiler. Müzakerelere Türk tarafından katılanların bana anlattığı bu. “Bizim içimiz rahat. Biz bu olayda öne sürülen iddiaların doğru olmadığını kanıtladık.” dediler. Türk tarafının içi rahattı. Ben şunu söyleyebilirim. Orada baskın yapılan yer gizli bir yer değil. Oradaki özel kuvvetler, Talabani’nin, oradaki Kürt yetkililerin bilgisi dâhilinde Süleymaniye’de görev yapan kişiler. Deklare edilmiş kişiler. Hatta baskın sırasında yanlarında Kürt korumaları da var, ev işlerini yapan bir Kürt kadın da var yanılmıyorsam. Öyle bir ortamda baskın yapılmış. Özel harekatçıların silah bulundurma yetkileri de var. Hepsi deklare. Herkesin gözü o evin üstünde. Eğer bir suikast girişiminde bulunacaksanız, bunu kapısında Peşmergelerin nöbet tuttuğu, sürekli gözaltında olan bir yerde mi planlarsınız?

-Türk timine baskın yapıldığı gün Türkmen cephesinin binalarına da baskın yapılmış…

Türkmenlerin televizyon istasyonları da basıldı. Burada bence baskının muhtelif nedenleri var. Bir kere, 1 Mart’a bir karşılık verilmiş oldu, rövanş alınmış oldu. İki, Türkiye’ye anlayacağı bir şekilde, “artık Kuzey Irak’ta istediğin gibi at oynatamazsın, Kuzey Irak senin nüfuz alanının dışında” denildi. Bence bunu tamamlayan üçüncü mesaj da şu oldu: “Artık Irak Türkmenlerinden ilgini kes, Türkmenleri istediğin gibi yönlendiremezsin. Irak Türkmenlerinin geleceği Kürtlerle işbirliği içindedir. Kuzey Irak’ın geleceğinde Türkmenler nazım bir rol oynamayacaklar…”

- Şöyle bir şey var. Süleymaniye baskınından 2,5 ay önce Türkmenlere yardım getiren bir konvoya eşlik eden Türk timini Kerkük’te Amerikalılar durduruyor. İddia şu: Türkiye buradaki Türkmenleri silahlandırıyor. Kerkük’ün Kürt valisine Türk timi doğrudan suikast yapmayacaktı, bu timin silahlandırdığı sivil unsurlarca bu iş yapılacaktı.

Bu iddialara itibar etmiyorum. Ama Kuzey Irak’ta muazzam bir propaganda mekanizması işletildi. Özellikle Talabani’nin adamları tarafından. Bu propaganda belli ölçülerde Amerikalılar ve İngilizler tarafından da yayıldı. Süleymaniye olayından sonra Türkiye’nin bir suikast hazırlığı içinde olduğu propagandası belirli ölçüde etkili de oldu.

-Kerkük’teki olayda da Süleymaniye baskını sırasında da sorulan bir diğer önemli soru şu: Neden bizim askerler sivil kıyafetliydi? Çünkü baskından sonra bizim askerler serbest kalınca Süleymaniye’deki tesisin önünde çekilen fotoğrafları var. Üniformalı oldukları görülüyor.

Bizimkilerin illa üniforma giymeleri gibi bir zorunluluk olduğunu zannetmiyorum. Askerlerinizi bütün gün Süleymaniye’de çarşıda üniforma ile gezdirirseniz, bu sefer hedef haline getirirsiniz. Kürtleri daha da rahatsız eder. Bence özellikle sivil giyinmeleri gerekmiyor, ama bu askerlerin kim olduğu belli. Genelkurmay Talabani’ye diyor ki, ben falan binbaşıyı gönderiyorum, oradaki irtibat timinin başı. Sadece Süleymaniye’de değil, Erbil’de var, Kerkük’te var. 6-7 noktada yerleşik olan bu timler çok uzun zamandır orada görev yapıyor. Amerikan harekâtından önce de sonra da oradaydılar. Hâlâ da oradalar. Yaşanan bunca olaya rağmen hâlâ orada olmaları, Genelkurmay’ın Kuzey Iraklı Kürtler ile Kuzey Irak’ta bir koordinasyon ihtiyacını kabul ettiğinin ve diyalog kapılarını alt kademede de olsa açık tutma arzusunun tümüyle kaybolmadığının göstergesidir.

-Türk askerlerinin bu olaylardan önce defalarca Amerikalılar tarafından uyarıldığı ifade ediliyor.

Sorun şu. 1 Mart’ta TBMM tezkereyi reddedince Amerikalıların bütün savaş planları altüst oldu. Kendinizi Amerikalıların yerine koyun: Siz bütün planlarınızı iki cepheli bir strateji üzerine inşa etmişsiniz. Kuzeyden ve güneyden gireceksiniz ve Saddam’ı kıskaca alarak kısa zamanda Bağdat’ı düşüreceksiniz. Bunun için milyarlarca dolar para harcıyorsunuz. İçi asker dolu gemileri yola çıkarıyorsunuz. Türkiye’ye geliyorsunuz, oteller kiralıyorsunuz, mühimmat depoları inşa ediyorsunuz. Ve bütün Güneydoğu’da yollar yapılıyor, nasıl bir planlama yapılıyor bir düşünün. Kuzeyden Irak’a girip işgal edecek ordunun geçiş yolları üzerinde muazzam bir altyapı inşa edildi. Bana göre Türkiye’de yapılan lojistik çalışma, savaş tarihinin en önemli planlama ve intikal operasyonlarından biridir. Güneydeki cephe de çok önemli. Ama Amerikalıların bu cephede tecrübesi var. 1991’deki Körfez Savaşı’nda bunu yapmışlardı. Türkiye’de büyük bir hazırlığa giriştiler. Neye dayanarak hazırlığa koyuldular? Türkiye’nin izin vereceği varsayımına göre değil, izin vereceği yolundaki anlayış birliğine dayanarak yaptılar. Hem rahmetli Bülent Ecevit’in, hem de AKP’nin eleştirilmesi gereken nokta burasıdır. Siz bütün yeşil ışıkları yakıyorsunuz, sonra 1 Mart’ta diyorsunuz ki “I’m sorry (Üzgünüm) geçemezsin.” Ve bu yüzden Amerika’nın savaş kararı gecikti. Çok sıkışmış bir zaman içinde bütün planlamayı değiştirmeleri gerekti. Bütün o altyapıyı sökmeleri gerekti, bütün gemilerin güneye gitmesi gerekti. Ve savaş başladığında kuzeyden kara gücüyle vuramadılar. Bu, başlangıç aşamasında Saddam’ın çok işine yaradı. Ne yaptı Saddam? Kuzeyden işgal olmayınca, kuzeyin savunması için tahsis ettiği kontenjanların bir bölümünü güneye kaydırma imkânı buldu. Bu güneyden gelen Amerikan birliklerinin beklediklerinden daha kuvvetli bir savunmaya çarpmasına yol açtı. Bağdat’a gelişleri uzadı. Sonunda yine Bağdat’a geldiler; ama savaşta bir gün bir gündür. Her saat çok önemlidir. Amerika’nın bütün askerî planları altüst oldu. Bunun getirdiği bir kızgınlık vardı. Çok kızdı ABD.

-Siz tamamen buna mı bağlıyorsunuz?

Bu kızgınlık Türk ve Amerikan askerî makamları arasındaki ilişkileri ve kimyayı bozdu. Bu olayın hemen ertesinde ABD askerî makamları Türk askerlerine kötü muamele etmeye başladılar. Hiçbir şey olmamış gibi davranmaları da beklenemezdi doğrusunu söylemek gerekirse… Psikolojik iklim fena halde bozulmuştu ilişkilerde.

-Yani Süleymaniye olmasaydı bile başka bir şekilde muhakkak bir olay patlak verecekti?

Belki Süleymaniye gibi vahim bir olay olmazdı ama orada burada devamlı sürtüşmeler, gerilimler olurdu. Bulutlar çok elektrik yüklüydü. En ufak bir kıvılcımda yangının çıkması muhtemeldi. İlişkilerde böyle bir potansiyel vardı.

-Sizce çuval emrini veren ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz miydi? Çünkü böyle bir yaygın inanış var.

Bilmiyorum, bir fikrim yok. Böyle bir veriye sahip değilim. Yalnız benim çok dikkatimi çeken, altını çizdiğim bir husus var. 1 Mart tezkeresinden sonra Wolfowitz, Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar ile konuşurken, tezkerenin reddinden doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) sorumlu tuttu. Bu benim çok dikkatimi çekti. O mülakatta Wolfowitz’in Türk askerî makamlarını töhmet altında bırakma, köşeye sıkıştırma, psikolojik olarak onları ezme çabası var. Çok açık. O zaman ben de şunu soracağım, peki TBMM Başkanı Bülent Arınç tezkere geçmesin diye çok ciddi faaliyet gösterdi. O da mı TSK mensubu? AKP grubundan yaklaşık 100 milletvekili Meclis’e girip hayır oyu vererek, oylamaya katılmayarak ya da çekimser kalarak tezkerenin takılmasına yol açtı. Onlar da mı TSK mensubu? CHP zaten blok olarak tezkereye karşı oy kullandı.

-Hatta bir yazınızda, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in tezkerenin reddinde en önemli aktör olduğunu söylüyorsunuz.

Bana göre bu işi önleyen kişilerin en başında Cumhurbaşkanı Sezer geliyor. Tezkerenin TBMM’de takılması gerçi tek bir nedenle açıklanamaz. Bu, pek çok faktörün bir araya geldiği bir bütün; ama burada kırılma noktası Milli Güvenlik Kurulu’ndan tezkere lehine (MGK) karar çıkmamasıdır. Tezkere 1 Mart’ta, bir gün öncesinde 28 Şubat günü MGK toplantısı var. MGK toplantısının nasıl aktığını üç aşağı beş yukarı biliyorum. Hükümet tarafından bir açıklama yapılması beklentisi hissettirildi, ancak Cumhurbaşkanı hemen “tamam, gerek yok artık” diyerek kesip attı. Bu şekilde sert bir tavır koyunca kimse üsteleyememiş. Bence Cumhurbaşkanı Sezer bu olayda çok belirleyici bir rol oynadı. Bu ileride daha iyi anlaşılacak.

-Bu MGK toplantısında tezkere konusunu konuşalım talebi AKP kanadından mı geliyor?

Benim bildiğim, işin MGK’ya götürülmesi düşüncesi o sırada Adalet Bakanı olan Cemil Çiçek’ten geliyor. İlk plan Meclis’teki oylamayı çarşamba günü yapmak. Oylama öncesinde pazartesi günü bakanlar kurulu oldu. Bakanlar Kurulu ortadan ikiye bölündü. Başta Bayındırlık Bakanı Zeki Ergezen ve Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik olmak üzere çok sayıda bakan tezkere aleyhine kuvvetli çıkışlar yapıyorlar. Başbakan Abdullah Gül orada bir inisiyatif koyamıyor. Karar alınamıyor. Onun üzerine ANAP kökenli AKP’li bakanlar kendi aralarında toplanıp, Tayyip Bey’e gidiyorlar. Sayın Erdoğan’ın bakanlar kurulunda olan bitenden haberi yok. Haberdar olunca Başbakanlık Konutu’nda daraltılmış bir kabine toplantısı düzenleniyor. ANAP kökenli bakanlar tezkerenin geçmesini istiyorlar. Onlar biraz daha Turgut Özal parametreleri içinde bakıyorlar. Abdullah Bey parti içindeki direnişi görünce biraz tarafsız kalıyor. Hatta orada Prof. Ahmet Davutoğlu (Gül’ün başdanışmanı) ile Ömer Çelik (Erdoğan’ın siyasi danışmanı) arasında büyük bir tartışma çıkıyor. Çünkü Davutoğlu karşı çıkıyor, Ömer Çelik ise tezkerenin geçmesini savunuyor. Ertesi gün AKP grup toplantısı var. Grubu serbest bırakıyorlar. Konuşmalara bir sınır getirilmiyor, kürsüye çıkan tezkere aleyhine konuşuyor. Grup ikiye bölünüyor, iki tarafın sözcüleri birbirlerine vuruyor. Toplantı salı günü bitmiyor, çarşamba devam ediyor. Ve tam bir çatlak patlak veriyor grup içinde. Tayyip Bey, geçenlerde bir konuşmasında grubun bu olay sırasında çatladığını kabul etti. Perşembe günü tezkerenin Meclis’e gelmesi lazım. Bakıyorlar ki Meclis’e getirdikleri takdirde AKP’yi zora sokacak ters bir karar çıkabilir. Getiremiyorlar, el frenini çekip, duruyorlar. Ne yapabiliriz? Son çare MGK’ya gidiyorlar. MGK’da kestiremedikleri bir şey var. Cumhurbaşkanı Sezer’in başından beri bu sürece karşı olması.

-MGK’da komutanların tutumu nasıl?

Sezer, Hükümetin ne niyetle geldiğini biliyor, engellemeyi kafasına koyarak toplantıya giriyor. Askerler arada kalıyor. Hilmi Özkök Paşa aslında tezkerenin geçmesini istiyor. Askerlerin büyük bölümü de geçmesinden yana. Askerler tezkerenin geçmesi pozisyonuyla geliyorlar MGK’ya, fakat bunu çok kuvvetli bir şekilde dillendiremiyorlar. Ama daha enteresanı hükümet kanadı da bölünüyor. Savunanlar var, tarafsız kalanlar var, karşı çıkanlar var. Bildiğim kadarıyla Abdüllatif Şener tezkereyi destekleyen bir tavır almıyor. Askerler de çok kuvvetli konuşmuyorlar. Ama aslında konuşacak pek bir ortam da olmuyor. Cumhurbaşkanı burada bütün ağırlığını koyuyor, “Bu konu daha önce tartışıldı, bu konuda bir MGK bildirisi yayımlamıştık. İkinci bir açıklamaya ihtiyaç yoktur” diyerek noktayı koyuyor. Konu orada kapanıyor. Bence AKP’nin şöyle bir cinliği de var. Çok büyük bir güçlüğü var parti tabanında, MGK’dan karar çıkarıp, “ne yapalım MGK, asker öyle istedi” diyecekler. Orada doğru bulmadığım tavır bu. Bazı AKP’lilerin el altından, “biz aslında istemiyoruz bu işi, asker zoruyla yapıyoruz” dedikleri, böyle bir havanın yayıldığı biliniyordu. Askerler de bunu haber alıyor. Tezkere geçecek, ama AKP ihaleyi askerin, MGK’nın üstüne yıkmış olacak. En azından bazı AKP’lilerin böyle bir hesabın içinde olduğu Ankara’da yaygın bir kanıydı o günlerde.

-O süreçte bir de Milliyet’in “Asker rahatsız” manşeti var.

O manşetten ordunun bazı kesimlerinde de tezkereden dolayı bir rahatsızlığın olduğu anlaşılıyor. Çarşamba günü çıkıyor o manşet ve AKP grup toplantısına bomba gibi düşüyor. Hatta sonra bazı AKP’li bakanlar bana, “Milliyet’teki manşet olmasaydı, biz tezkereyi kurtarabilirdik.” dediler. Ama bence Türkiye’nin bu olaydaki temel hatası, yerine getiremeyeceği çok büyük bir angajmanın altına girmiş olmasıdır ve bu süreç AKP değil, DSP zamanında başlamıştır. Wolfowitz’in Temmuz 2002’deki ilk gelişi vardır. Bu iş için yeşil ışığı ilk kez yakan rahmetli Ecevit’tir. Askerî planlama o dönemde başlamıştır. Abdullah Gül başbakan olup koltuğa oturduğunda ABD’nin taleplerini masasında hazır bulur. Burada yapılan vahim hata şu: Hem DSP hem de AKP kadroları bana göre eşit düzeyde sorumluluk taşıyorlar. ABD’ye Türkiye’nin yerine getirmekte büyük sıkıntı yaşayacağı bir vaadde bulundular. Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a girmeleri bence çok büyük bir sıkıntı yaratırdı. Bunun yerine daha işin başında sınırlı bir işbirliği çerçevesini Amerikalılarla müzakere etmek daha akıllıca olurdu. Yani Amerikalılara, “kara operasyonu için işbirliği bizim için çok büyük sıkıntı olabilir” denmeliydi. Reel politik bunu gerektirebilir, Türkiye’nin çıkarları, hatta Türkiye’nin bekası bile bir kara operasyonunu gerektirebilir. Fakat ben, Türk toplumunun büyük çoğunluğunun ülke topraklarının bu şekilde bir komşu ülkenin işgali için kullanılmasına rıza göstereceğine inanmıyorum. Bu Türk toplumunu çok derinden rahatsız edecek bir şey olurdu. Baktım, en son böyle büyük bir yabancı kara gücünün Türkiye’de konuşlanması Kırım savaşında olmuş. Kırım Savaşı 1850’lerde... 1,5 asır olmuş. O tarihten bu yana bir tek yabancı kara gücü başka bir ülkeye dönük operasyon için Türkiye’de konuşlanıp Türkiye topraklarını lojistik üs olarak kullanmamış. Türk toplumu böyle bir şeyi taşıyamazdı. Ben bunu o günlerde Amerikalı bazı dostlarıma da söylemiştim. Kara gücü talebiyle gelmeniz çok yanlış, makul ve gerçekçi bir talep değil diye... Bence baştan şunu söylemek gerekiyordu. Birinci Körfez Savaşı’nda ortaya çıkmış bir işbirliği modeli var. ABD Irak’a güneyden karadan girdi, kuzeyden yalnızca hava harekatı düzenledi, bunun için Türk hava sahasını ve Türkiye’deki bazı üsleri kullandı.

-Nitekim sonunda öyle oldu.

Evet, Türkiye dürüst bir şekilde, gerçekçi bir şekilde baştan ABD’ye şunu demeliydi: “Kusura bakmayın, bizim bu kadar kapsamlı bir işbirliğine girmemizin mahzurları var, gerçekçi davranalım sonra sizi zor duruma düşürmek istemeyiz, bizim işbirliğimizin sınırları olacaktır, o sınırlar içinde sizinle müzakere edebiliriz.” Birinci Körfez Harbi’nde hava sahası kullanılmıştır, kuzeyden bir hava koridorunun açılmasını, bazı havalimanlarını kullanmanızı müzakere edebiliriz, ama onun dışında bir işbirliğine gidemeyiz.” Baştan Türkiye bunları Amerikalılara söyleyebilmiş olsaydı, ABD bundan rahatsız olurdu, Türkiye’yi vazgeçirmek isterdi, ama Türkiye’nin ısrarlı durduğunu görünce muhtemelen gerçekçi bir şekilde oturup bu pozisyonu müzakere etmek zorunda kalırdı. Dolayısıyla Türkiye de ABD’ye bir söz verip sonra onu ortada bırakmamış olurdu. Türkiye’nin hatası daha işin başında kuzeyden kara operasyonuna izin vereceği güvencesini vermiş olmasıdır. Bu sözü rahmetli Ecevit de verdi, Tayyip Bey de… Abdullah Bey de bütün işaretleri verdi. Bunu müzakere etti, süreci oylamaya kadar getirdi. Getirip müzakere ediyorsunuz, sayısız protokol, anlaşma müzakere ediyorsunuz, sonra da Meclis’ten geçmedi diyorsunuz. Tayyip Bey bugün bile söylüyor, ‘tezkerenin geçmemesi büyük bir hataydı’ diye, çünkü o zaman da geçmesi yönünde ağırlığını koymuştu. Abdullah Bey son aşamada kararsız davranmıştır, ama bana göre bu kararsızlığıyla tezkerenin reddedilmesinin önünü açan oyuncudur.

SEDAT ERGiN

1957 doğumlu olan Sedat Ergin, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Gazeteciliğe 1975 yılında Türk Haberler Ajansı’nda başlayan, 1979’da Cumhuriyet’e katılan Ergin, 1987’de Hürriyet’e geçti. 2005 yılı Mart ayında Milliyet Genel Yayın Yönetmeni oldu.

AMERİKALILAR YASİN HAYAL’İ ETÜT ETSİN

Hrant Dink’in katil zanlısı Ogün Samast’ı azmettirenlerden Yasin Hayal, Savcılıkta verdiği ifadesinde “Süleymaniye olayında askerlerimizin başına çuval geçirilmesi bana çok dokundu, ondan dolayı bu işlere girdim” diyor. Öfkesinin kaynağındaki faktörlerden birinin Süleymaniye baskını olduğunu söylüyor. Bence Amerikalıların, Yasin Hayal’in bu açıklamasını alıp ciddi bir şekilde etüt etmesi gerekir. Bu olay sadece Türk-Amerikan ilişkilerini zehirlemekle kalmadı, aynı zamanda Türkiye’de Batı karşıtlığının zemin kazanmasına çok büyük bir ivme verdi. Ben komplo teorilerine inanmam; ama eğer Türkiye’yi Batı’dan koparmak isteyen birtakım güç odakları varsa, Türk toplumunu Batı’dan soğutmak için ancak bu kadar etkili bir komplo organize edebilirlerdi.

O MANŞETİN HİKÂYESİ

Cuma günüydü. Eve gittim. Akşam eşimle oturduk, yemek yedik. Hafta sonunu sakin bir şekilde geçireceğimi düşünürken eve bir telefon geldi. Telefondaki kaynak, Türk timinin Amerikalılarca gözaltına alındığını söylüyordu. Önce inanamadım. Doğrulatmadan verilebilecek gibi bir haber değildi. Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı konutundan aradım. Haberi doğruladı. Ben hemen Hürriyet’te Genel Yayın Yönetmenim olan Ertuğrul Özkök’ü aradım. Neredesin dedim. Boğaz’da teknedeyim dedi. Bir grup gazeteci ile birlikteymiş. İlk sorum yanında gazeteci var mı oldu? Evet var, dedi. “O zaman şimdi anlatacaklarımı hiç tepki vermeden, yanındakilere çaktırmadan dinle” dedim. Söylediğim şeyin hassas olduğu anlaşılmamalı. Teknede seni duymayacakları bir yere gidebilir misin dedim. Bütün mesele rahat konuşmak. Çünkü yanında galiba rakip gazetelerden bazı yöneticiler de varmış. Dedim ki böyle böyle. Benim hemen büroya gitmem gerekiyor. Zamana karşı bir yarış. Fakat tabii yazarken çok vahim bir hata yapmışım. Türk askerleri müsadere edildi diye yazmışım. Mal müsadere edilir, insan değil. Sözlük anlamıyla ancak bir malı müsadere edersin. Ama burada da Amerikalıların yaptığı o kadar kabaca ki, müsadere etmek fiilini kullanmışım gayriihtiyari… Normalde öyle bir hata yapmam; ama yapmışım. Ayrıntılarını hâlâ canlı olarak hatırlıyorum. Öyle bir ruh hali içine giriyorsunuz ki, bir taraftan gazeteci olarak büyük bir heyecan duyuyorsunuz, büyük bir habere imza atacağım diyorsunuz. Diğer taraftan kaleme alacağın olay, seni bir vatandaş olarak yaralıyor. Mutsuz oluyorsun. Duyduğun kızgınlıkla, önemli meslekî başarının gelmekte olduğu heyecanı birbirine karışıyor. Bu iki zıt duyguyu birlikte ve şiddetli bir şekilde hissedişin muazzam bir çelişkisi var.

HASTA BİR BAŞBAKAN SAVAŞ KARARINA ZORLANDI

Bu sürecin, Amerikalılar açısından gerçekçi bulmadığım bir yönü var. Rahmetli Bülent Ecevit’ten savaş kararı için destek istediklerinde, Bülent Bey ileri derecede hastaydı, evinde istirahat ediyordu, fiilen başbakanlığı terk etmiş durumdaydı. Bu durumda olan bir başbakandan Irak’a savaş gibi son derece ağır sorumluluk gerektiren bir karar çıkartmak istemeleri büyük bir basiretsizliktir. Wolfowitz Ankara’ya geldiğinde Ecevit hastaneden yeni çıkmıştı. Türkiye büyük bir siyasi kriz yaşıyordu. Seçime gidiliyor. Böyle bir ortamda sandıktan ne çıkacağı belli değil. Ama “ben ne yapar yapar, Türkiye’yi yanıma alırım” anlayışı ile hareket ettiler. Süper güç psikolojisi, “ben nasıl olsa istediğimi yaptırırım” anlayışı… Bu kadar vahim olan bir şey daha var. AKP iktidara geliyor. Yeni bir hükümet. ANAP kökenli bakanları ve bir ölçüde Abdullah Bey’i ve Abdüllatif Şener’i saymazsanız, bakanların çoğunun doğru dürüst devlet tecrübesi yok. Bir karar nasıl alınır, savaş planlaması nasıl yapılır, MGK’da bu konular nasıl tartışılır… Hiçbir şey bilmiyorlar. Böyle bir savaş planlamasını yürütebilecek bir kadro değil. Devlet idaresine yeni girmiş bir kadro, bu kadroya gelip, savaş kararını geçirmeye çalışıyorsun. Bu da bana biraz insafsızlık gibi geliyor…

Türkiye’nin temel hatası, yerine getiremeyeceği vaatlerde bulunmak oldu. Bu, çok büyük hayal kırıklığına neden oldu ABD tarafında. Doğru olan başından bu işin sınırlarını dürüst bir şekilde konuşup, gerçekçi bir işbirliği çerçevesi çizmekti. Amerika’nın hatası neydi? Hasta bir başbakana savaş kararını kabul ettirmeye çalışmak, Türkiye seçime giderken, siyasi türbülans içinden geçerken Türkiye ile savaş planlamasına girişmek, sonra da hiçbir deneyimi olmayan bir kadro ile “ben nasıl olsa istediğimi yaparım” diye düşünerek savaşa gidebileceğini düşünmek. İki tarafın da çok vahim hataları olduğunu düşünüyorum. Olaydan sonra iki tarafın da hatalarını dile getiren, eşit mesafede yaklaşan bir yazı yazmıştım. O dönemde Amerikalılar da bu analizi çok objektif bulmuşlardı. İki taraf da süreci çok kötü idare etti.

aksiyon



Bu haber 340 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,201 µs