iyibilgi" /> iyibilgi"/>

En Sıcak Konular

"Armagedon kaçınılmaz!"

0 0 0000 00:00 tsi
"Armagedon; sırtını yeryüzüne dayayanlarla, gökyüzüne dayayanların savaşı, sadece ihtimal değil, kaçınılmaz görünüyor." Ekrem Berber, merakla okuyacağınız "insanın var olma savaşı"nı iyibilgi.com için yazdı... iyibilgi

1- Var olmanın neresindeyiz?
2- Kayıp 6 milyar insan
3- Kayıp 6 milyar insan aranıyor!

Ölüm gülümsüyor zamanın kıyısında.
Rene Char
 

Sayısız yıldızlardan oluşan sayısız galaksilerin yörüngeleri, önceden belirlenmiş olmasaydı, onlardaki bu derin sessizlik ve uyum, göz ve akıl kamaştıran pırıltı mevcut olur muydu? Samanyolu’nun bir hücresi üzerinde, mavi ışıkla çevrili yeryüzünde, önceden belirlenmişliğin altın zinciri, söz konusu insan olunca neden kopar? Ve neden verilir insana, “zincir kırma“ bilgisi, Hiroşima semalarında?

Sartre’ın dediği anlamda bir, “özgürlüğe mahkûmsak,“ yaratılmış ve ölümlü varlıklar olarak, “özgürlüğümüz“ neye mahkûm? Diğer bir ifadeyle, biz özgür, özgürlüğümüz mahkûm olabilir mi? “Varolmayı“ dayanılır ve anlamlı kılacak güç ve bilgi hangisinde; özgürlüğümüzde mi, özgürlüğümüzün mahkûmiyetinde mi? Mevcut koşullarda, bir yanılsama olduğu bilincimiz tarafından da doğrulanan özgürlüğümüzün özgürlüğü hiç mümkün olmayacak mı? Var olması bile bir mucize olan insan bilincini, onun derinliklerindeki “kara kutuyu” kim deşifre edecek: Bilim mi, din mi, yoksa Grek hezeyanı mitoloji mi?

Rönesans sonrasında gösterdiğimiz kozmik kimliğimizi sorgulama cüretini, tekno-bilgi eşliğinde, kozmik genlerimizle oynama sınırına dek sürdürecek miyiz? Yani, teknik olarak mümkün olduğu anda, sanal bir boyuta geçip, “kara kutu”muzdan kurtulabilecek miyiz? Kurtulabilecek miyiz: “Saçma’dan,” (Camu), “özgürlüğe mahkûmiyetten,”(Satre), “saf akıldan,”(Kant), “ilk günah’tan,” (Hıristiyanlık), ya da, “sınavdan.” (İslam)

Geçmiş ve gelecek bin yılların medeniyetleri arasında, şu an içinde bulunduğumuz zaman diliminde, elimizde, “kozmik kimliğimiz” hakkında bilimsel olarak kanıtlanmış bir delil olmadığına göre, biz, bilimsel anlamda ya mevcut değiliz, ya da kayıbız! UFO’ların bu derece ilgi uyandırmasının sebebi, onların kendi gerçekliklerinden ziyade, bizim gerçekliğimize ışık tutacak olmalarından değil midir? UFO’lar bir gün somut olarak ele geçseler bile, sonsuzu ve ölümsüzlüğü sezebilen insan bilincinin ufkunu ne derece sınırlayabilirler? Eğer ölüm korkusu, bilincin kabuğunda değil de, derinliklerinde mevcut olsaydı, kim kendisinde intihar etme gücünü bulabilirdi? Uzayın derinliklerini, “ötelerin ötesini” sezebilecek ortak bir bilince sahip insanlık, Samanyolu’nun bir caddesinde kaybolmuş olmaya bir süre tahammül edebilir, fakat “hiçliğe,” varlığının hiçliğine nasıl dayanır, nasıl katlanır? Aynı anda hem “var,” hem de “hiç” nasıl olabilir? ”Var olmanın” mistik boyutu ile üç yüz yıldır çatışan pozitivist şövalyeleri, “var olmanın” bizzat kendisiyle çatışacak torunlar mı takip edecek?

Hayır! Yeryüzünün tepesinde, Demokles’in ve Demokrasinin kılıçlarının da üzerinde İslam’ın kılıcı asılı olduğu sürece, bu mümkün görünmüyor! Ölümü unutturmak gibi bir hileye sapmayan ve ölümsüzlüğü vaat eden İslam’ın amansız ve korkusuz gölgesi, insanlığın her tür gücünün üzerinde görünüyor.

Armagedon; sırtını yeryüzüne dayayanlarla, gökyüzüne dayayanların savaşı, sadece ihtimal değil, kaçınılmaz görünüyor.

Günlük olayların seline, ışıkları yirmi dört saat sönmeyen ekranların seyrine kapılan insan, zamanla “varolmanın” nersinde olduğunu unutuyor. Hep varmış ve hep var kalacakmış gibi bir his tarafından, nefes nefes kalınlaşan saydam bir kabuk tarafından kuşatılıyor. Yolun ikinci yarısında, doymuş heycanların, bezdirmiş tekrarların, yorulmuş umutların gölgesinde  fark edildiğinde, bu saydam kabuk dışa doğru gelişmesini tamamlamış, içe doğru yönelmiş oluyor. “Varolmanın” neresinde olduğunu ölçecek kozmik duyarlılığı körelmiş insan, tanıdıkları kişilerin ölümlerini bir kilometre taşı olarak kullanmaya başlıyor. Ne acıdır, “varoluşu” ölümlerle ölçmek! Oysa, bir kaç yüz yıl önce, “varoluşun” ölçümünün, bülbül sesleriyle, seher yelleri ile yapıldığını, günümüze dek sızan deruni şiirlerden biliyoruz. Doğadan uzaklaşan, şehir denen beton konserve kutulara tıkışan insanlar, “varoluşun” neresinde olduklarını öğrenmeye yarıyacak işaretlerden de, duyarlılıklardan da uzaklaşıyorlar. Böylece, işaretleri kaybolmuş bir “varoluş,” yavaş yavaş “varoluşu” kaybolmuş bir işarete, bir sembole dönüşüyor. Baudrillard’ın ısrarla vurguladığı simulasyon burda başlıyor. Yokluğun varlığı, varlığın yokluğu ile yer değiştiriyor. Teknokrasinin sanal labirentleri içinde, “varlık” ile “yokluk” kıyaslanamaz hâle geliyor. Çağımızın insanı, ancak bir maç yada bir flim izlerken “varolduğunu” hissediyor! Bu “kayboluş” hissinin doruğunda, “hiçliğin” zirvesinde, “tanrı öldü!” diyen Nietsche, “batsın bu dünya” diyen Orhan Gencebay, “hepsi bu mu?” diye soran Bob Geldof ve “kitlelerin bağrıda yok olup gitmek ne hoş!” diyen Baudrillard hep aynı ağıtı, “varlığın” yokluğuna yakılan bir ağıtı dile getiriyorlar.

Orta çağ, yeni çağ derken, sanal bir çağa girmiş bulunuyoruz. Komşumuzun adını bilmezken, Austuralya’daki internet arkadaşımızın dertlerini biliyoruz! Kendi iç yoğunluğunu, iç iletişimini yitiren ruh, kendini tamamen gövdenin işgaline bıraktı. Hiç bir çağda “gövde” ile ruh bu derece içiçe geçmedi. Baudrillard’ın değişiyle, bedenle ruh arasındaki fark bu derece yok olmadı. Soyut ve somutun bu işgal nitelikli birlikteliği, sonuç olarak “dünyanın büyüsünden” ziyade, insanın “büyüsünü,” dünyayı algılama ve yorumlama bütünlüğünü bozdu. Zihinsel hiyerarşideki bu bozulma, günlük hayatın en basit eylemine dek yansımaya başladı. İnsanlar, sözleştiği randevuya bir saat sonra gitmekten rahatsız olmamaya başladı. Logopedik olarak hasta bir toplum, ortapedik olarak da hasta demektir. “Sözün” laçkalaştı  bir toplumda, davranışların, eylemlerin eklemleri de laçkalaşır. Ruhun gövdeyi ayakta tutması gibi, eylemleri de, sosyal hayatı da “söz” ayakta tutar. Dahası, bir akıl, bir karakter, bir toplum, “sözün” tutarlılığı oranında sağlam bir zemine oturmuş olur. Bugün Batı’nın Doğu’ya olan en belirgin üstünlüğü, “sözü,” aklın ve sosyal davranışın “temsilcisi” kılabilmiş olmasıdır. Doğulu zihniyetin ilk ve hep tercihinin aksine, Batılı, yanlışı kendisi yapar, “söze” yaptırmaz. Şu kadar istiyorum der, bir Doğulu gibi, dördü ikiye bölüp sonucu üç çıkarmaz! Buz üstünde yürümek ne ise, “sözün” laçkalaştığı bir toplumda da yaşamak odur. Ülkemizdeki iş hayatının en büyük sorunu da bu değil midir? İnsanın gözbebeklerine baka baka, basa basa yalan söylenmesi değil midir? Karşılıksız çeklerin, karşılıksız sözlerin kaynağı, karşılığı ne “akılda,” ne vicdanda, ne de insanlıkta olmayan bu çarpık zihniyet değil midir. Akla karşı, vicdana karşı, diğer bir insana karşı kendini sorumlu hissetmeyen bir insanın “dini inancından” ya da “bilimsel tutumundan” daha büyük bir sahtekarlık olabilir mi? Bir toplum, aklın ve vicdanın ışığını ve ferrahlığını bırakıp, menfaatlerin gölgesine sokulmuş bireylerinin toplamı kadar karanlıktır. Keşke karanlık burada, bu düzeyde bitse!

Asıl karanlık, “varoluşun” üzerine düşen karanlıktır. Şiirsel ve siirsel bir lutuf olan “varoluşu” betonlara, bankalara, ve asla göremeyeceği yarınlara gömmektir. Asıl karanlık; ele geçirdikçe, sahip oldukça daha da vahşileşen kalbin karanlığıdır!

Ekrem Berber iyibilgi.com için yazdı



Bu haber 296 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler

    3,057 µs