En Sıcak Konular

Çelik'ten etnik çatışma uyarısı

26 Mart 2010 12:03 tsi
Çelik'ten etnik çatışma uyarısı Hüseyin Çelik, "Türkiye’de Türk – Kürt kavgası çıkartanların hedefi etnik çatışma yaratmak" dedi.

Hüseyin Çelik. Eski Milli Eğitim Bakanı yeni Ak Parti’nin Tanıtım ve Medyadan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı. Her daim dikkatleri üzerine çeken bir siyasetçi Hüseyin Çelik…

AKP medyayla ilişkilerini hep kekremsi bir tatta bırakmış bir parti.

Ancak son günlerde sessiz sedasız bir değişim yaşanıyor.

Demokratik açılım sürecine sanatçılar, radyocular, ses sanatçıları, şovmenler, oyuncular, yönetmenler, senaristler de dahil oluyor. İlk kez bir başbakan bir iktidar siyasi bir programa ülkenin etkili isimlerini dahil ediyor.

Medya ve tanımından sorumlu başkan yardımcısı isimleri teker teker arayıp gönüllerini alarak programlarına davet ediyor.

Uzun lafın kısası medyada gümbür gümbür yer alan (eksikleri ayrıca konuşulabilir) şahane projenin mimarı Hüseyin Çelik.

Elbette konu sadece “demokratik açılım buluşmaları” değil…

Gündem bakımından epeyce velut bir ülkemiz var, hatta o kadar ki takip etmek oldukça zor. Ermeni soykırımı tasarısının ABD Temsilciler meclisinde ve İsveç Parlamentosunda geçmesi.

Paralelinde başbakanın Türkiye’de yaşayan kaçak Ermenilerle ilgili açıklamaları.

Ak Partinin hazırladığı anayasa değişikliği paketi ve yankıları.

Bütün bunları göz önüne aldığınız da Hüseyin Çelik’le konuşulması kaçınılmaz olmuştu.

Çelik’ten randevu talep ettiğimde hemen ertesi güne randevu vermesi beni hem sevindirdi hem de şaşırttı.

Boğazda Sabancı Öğretmen evinde randevu verdi.

Ve bir itiraf.

Bana randevu vermede gecikmeyerek örnek bir siyasetçi tavrı gösteren Hüseyin Çelik’le buluşma yerimize gecikmeli olarak gidebildim. “Malum İstanbul trafiği” deyiverdim.

Gündem de ne varsa hepsini bu sohbette bulacaksınız..

ERMENİSTAN YÖNETİCİLERİ VE DİASP ORA TARİHİ AÇILARI DEŞMEMELİ

Başbakan Erdoğan’ın “100 bin Ermeni’yi sınır dışı edebiliriz” diye bir açıklaması oldu. Ve bu konuda çok çeşitli yorumlar oldu. Hatta devam ediyor. Başbakan ne demek istedi?

Aslında orada Sayın Başbakan’ın vurguladığı şey şudur; bakın bunca iddiaya, dünyanın her tarafında diaspora Türkiye’nin aleyhinde akla hayale gelmeyen şeyler yapmasına rağmen hemen kapı komşumuz ve şu anda da hakikaten maddi durumu çok kötü olan, ekonomik olarak çok darda ve sıkıntıda olan bir Ermenistan var. Diplomatik ilişkilerimizin kesik olmasına rağmen oradan gelen 100 bin insan İstanbul’da çalışıyor. Bu da herkes tarafından biliniyor. Sayın Başbakan’ın belki biraz itiraz ettiği şey, bu kadar müsamahaya, bu kadar yakınlığa, bu kadar insanı olarak meseleye yaklaşılmasına rağmen, “yapılanlara bakın” manasında söylenmiş bir şey. Yoksa sabahtan akşama, “hadi yatağı, yorganı toplayın” anlamında söylenmiş bir şey olduğunu zannetmiyorum. O mesele biraz abartılıp, kabartıldı ama dediğim gibi Ermenistan ile diplomatik ilişkilerimizin kesik olmasına rağmen onlara geçmişte insani yardım yaptık. Hava sahamızı kullandırıyoruz; seferler yapılıyor. Biliyorsunuz, Ermenistan’dan İstanbul’a her gün onlarca otobüs gelip gidiyor. Bunlar bilinen şeylerdir. Şu anda da işin garip tarafı Ermenistan’daki tüketim mallarının birçoğu Türkiye’den gidiyor. Biz satmıyoruz ama Nahçıvan, İran, Gürcistan üzerinden oraya gidiyor. Bunlar da dünya tarafından biliniyor. Ben ilk gün tepki gösterdim. Aslında Diasporadaki Ermenilerin tuzu kurudur. Marsilya’da ve Boston’da yaşayan Ermenilerin böyle bir derdi yok. Asıl sefil olan burada konuştuğumuz Ermenistan’ın problemidir. Ermenistan yöneticilerin de, Diasporadaki insanların da artık tarihteki acıları deşmekten vazgeçmesi lazım. Sürekli dikiz aynasına bakarak araba kullanamazsınız. Arabanın önünde büyük bir cam var.

Aslında diaspora, Ermenistan ile olan ilişkilerimize de zarar veriyor diyebilir miyiz?

Bunu aklı başında Ermeniler de söylüyor zaten. Diasporanın, Ermenistan ile Türkiye’nin ilişkilerinin normalleşmemesi için özel bir gayreti var.

Neden?

Ermenistan ile bizim ilişkilerimizin normalleşmesi, Ermenistan’ın bizim sınırımızı, bizim Ermenistan’ın sınırını, toprak bütünlüğünü tanıması anlamına geliyor. Kars Antlaşması’nın gereği de budur. Biliyorsunuz, Sovyet Hükümeti döneminde imzalanan Kars Antlaşması’nda mevcut Ermenistan tanınmıyor. Fakat Diasporanın da Türkiye’nin doğusundan toprak talebi var. Mesele sadece şu veya bu değil. Dolayısı ile Ermenistan’ın bunu kabul etmesini istemiyorlar. Bütün mesele budur.

BENİM TARİHİMLE İLGİLİ AMERİKAN PARLAMENTOSU KARAR VEREBİLİR Mİ?

Sözde Ermeni soykırım tasarısının İsveç parlamentosunda ve ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi’nde onaylanması, “One minute”in bir rövanşı olabilir mi? Bu yönde açıklamalar var?

Hiç alakası yok. ABD’de 50 eyalet var. Bugüne kadar 41 eyalette bu tasarı kabul edilmiş. Peki, o zaman one minute var mıydı? Dünyanın 20 ülkesinde sözde ermeni soykırım yasa tasarısı kabul edilmiş. Bunların içinde AB, Güney Amerika, Kuzey Amerika ülkeleri var. Şimdi ne zaman onurlu bir dış politika gütseniz, “Efendim bunun acısı sonradan çıkar” diyorlar. Türkiye böyle yürüyemez. Aslında biz bu meseleyi çok abartıyoruz. Ben size ABD’yi söyleyeyim. Bizim iktidarımızdan önce, daha doğrusu bu son karardan önce, gerek Dış İlişkiler Komite’sinde, gerekse Adli İşler Komitesi’nde 8 sefer kabul edilmiş. 3 sefer de Temsilciler Meclisi’nden geçmiş. Ama hiçbir zaman senatodan geçip, başkanın önüne gelmemiş. Anladığım kadarı ile çeşitli çevreler ve lobiler Amerika’da da Türkiye’ye karşı bunu koz olarak kullanıyorlar. Benim tarihimle ilgili Amerikan parlamentosu karar verebilir mi? Tarihi gerçekleri parlamento kararları tersine çevirebilir mi? Biz bakın tamamen iyi niyetimizi ortaya koyduk. Sayın Başbakan 2005 yılında, Ermenistan Devlet Başkanı’na mektup yazdı. “Gelin ortak bir tarih komitesi oluşturalım, biz arşivlerimizi sonuna kadar açtık. Bu manada bizim bir çekincemiz, bir kompleksimiz de yok. Siz de arşivlerinizi açın. Gerekirse diğer ülkelerden bağımsız tarihçiler de katılsın. Tarihçiler, bilim adamları nasıl bir gerçeklik tespit ederse ona hep birlikte uyalım” dedi. Ama diğer taraftan bir şey çıkmadı. Bakın, son protokolde böyle bir komisyonun kurulması gündemde. Atılmış iyi bir adım varken Amerikalıların yaptığı pişmiş aşa su katmaktır. Amerika Dış İlişkiler Komitesi’nin böyle bir işe destek olması, bir manada köstek olacak kararı alması doğru değildi.

BAZI ÜLKELER TÜRKİYE’Yİ TEKELİNDE TUTMAKTAN VAZGEÇMELİDİR

Neden ısrarcı davranıyorlar?

Şimdi onlar kendi akıllarınca böyle bir karar alırlarsa Türkiye’ye emrivaki yapabileceklerini, Türkiye’ye baskı yapabileceklerini düşünüyorlar. Halbuki bizim fıtratımızı, tabiatımızı iyi okumuyorlar. Türk milletinde baskı ters teper. Dışarıdan gelen baskı da içeriden gelen baskı da ters teper.

Türkiye’de siyaseti şekillendirmek, toplum mühendisliği yapmak için biliyorsunuz yıllardır birileri manipülasyon yapıyor. Hedefine ulaşıyor mu? Aksi oluyor. Dolayısı ile bizim milletimize öyle baskı yapılmaması lazım.

Biz muz cumhuriyeti falan değiliz. Türkiye, dünyanın 17’inci büyük ekonomisi ve aşağı yukarı 750 milyar dolarlık Gayri Safi Milli Hasıla’ya ulaşmış bir ülke. İhracat rakamı 130 milyar dolara ulaşmış, 72.5 milyon nüfusu olan bir ülke. Bazı ülkeler Türkiye’yi tekelinde tutmaktan vazgeçmelidir. Türkiye artık tekele gelmez.

Ak Parti olarak yol katettiğinizi düşünüyor musunuz?

Ak Parti’nin aktif ve etkin dış politikasını birileri görmek istemiyor. Şimdi bakın bu olayla birlikte hemen başladılar. “Efendim hani siz aktif ve etkin dış politika” diyordunuz.. Türkiye ilk defa Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne seçilmiş. 193 ülkenin katıldığı oylamada, 151 ülkenin, yani dünyanın yüzde 75’inin oyunu almış. Geçmişte uluslar arası oylamalarda Pakistan bizi desteklerdi. Yanına Afganistan ilave olunca canımıza minnet kabul ederdik. Şimdi dünyanın yüzde 75’i bizi destekliyor Bakın dünyada acaba bu medeniyetler çatışmasını, medeniyetler ittifakına dönüştürebilir miyiz? diye Birleşmiş Milletler’in inisiyatifinde yürüyen “medeniyetler ittifakı” projesi var. Bütün Hıristiyan, batı dünyasını temsilen İspanya Başbakanı Sayın Zapatero bu işe eş başkanlık yapıyor. Ama bütün doğu, Müslüman dünyasını da Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan temsil ediyor. Peki, bu bir anlam ifade etmiyor mu İlk defa 57 üye ülkesi olan İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterliği’ne bir Türk Profesör talip oldu. Seçim yapıldı ve rakibine iki kat fark attı.Bizim batı dünyasında, Amerika’da, İslam dünyasında, Türk dünyasında, Uzakdoğu’da, Ortadoğu’da itibarımız var. Bu da durup dururken olmadı.

BİZ ESKİDEN NE İSA’YA YARANIRDIK NE DE MUSA’YA

Bunlar bir tesadüf değil diyorsunuz..

Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi ki 1949’da kurulmuş. 47 üyesi olan, Avrupa Birliği’nden çok daha geniş olan bir topluluk. Ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi’nin başkanı bir Türk milletvekili seçilebiliyor. Dünyada birçok örgütün başına Türkler geliyor.. Biz 2005’i Afrika yılı ilan etiğimiz zaman birçok kişi; “Ne var bu Afrika’da” dedi. Ama Ak Parti’nin dış politikası bu değil. Biz dış politikada, armudun sapı, üzümün çöpü hesabı yapmıyoruz. İran’ın rejimini, birin devlet başkanını, birinin mezhebini, birinin başka bir şeyini beğenme… Yok böyle bir şey. Herkesin tavrı, tarzı, rejimi, dini, mezhebi kendine aittir. Biz kendi ülkemizin menfaatleri neyi gerektiriyorsa, dünya barışı ve bölge barışı neyi gerektiriyorsa onu yapıyoruz.

Dünyanın üçte biri bizden vize istemiyor artık. Bu yavaş yavaş bizim dünyadaki etkinliğimiz arttırıyor. Biz eksiden ne İsa’ya yaranırdık, ne de Musa’ya…Ne Doğu Müslüman dünyası bizi benimsiyordu, ne de Batı dünyası. Bugün Türkiye Batı’da sözü dinlenir, hatırı sayılır bir ülkedir.

Cengiz Çandar “Başbakan kaçak çalışan Ermenilerİ geri göndermemekle suç işledi” diyor. Aslında Ermenilerden özür dilemesi gerektiğini söylüyor. Sizce de öyle mi?

Meseleye şöyle bakmak lazım; bazı şeyler kanuni olmayabilir. Siz bunu bile bile göz yumarsınız. Irak’ta ciddi bir sıkıntı olduğu zaman Türkiye’ye peşmergeler geldi. Bir kısmı da gitmedi. Uzun yıllar burada kaldılar. Bunlar biliniyor mu? Biliniyor. İngiltere’de, Amerika’da çok sayıda kaçak Türk’ün çalıştığını herkes biliyor mu? Biliyor. Oranın makamları da biliyor. Dolayısı ile bütün dünyada bu ve benzeri şeyler var. İyi niyet gösterirseniz suç işlersiniz. Birisi iyi niyetinizi anlamadığı için ona bir şekilde tepki gösterirseniz suç işlemiş olursunuz. Bu yaklaşımları doğru bulmuyorum.

KITAL YOK , MUKATELELE VAR

Sözde Ermeni Yasa Tasarısı Amerika ve İsveç’te kabul edilmesi ile ilgili Türkiye neler yapıyor?

Sözde Ermeni soykırımı yasa tasarısı, 2000 yılında Fransa Parlamentosu’na geldi. O zaman Doğru Yol Partisi’nde milletvekiliydim. Her partiden dil ve bu meseleyi bilen birer milletvekili seçildi. Ben, Ermeni meselesi konusunda akademik çalışma yapmış, kitap yazmış bir kişiyim. Bu meselenin künhüne vakıf olduğum için söylüyorum. Biz gittik. Milletvekilleri, senatörler, iş dünyası, basın - yayın çevreleri, sivil toplum örgütleri ile görüştük. Fakat baktık ki atı alan Üsküdar’ı geçmiş. Ermeniler uzun yıllardan beri bunu işleye işleye bütün kamuoyunda bir algı oluşturmuş. Olgu ile algı çok farklı şeylerdir. Peki olgu Ermenilerin dediği gibi midir? Hayır. Benim vicdanıma sorduğunuz zaman ben size söyleyeyim. Bakın, Ziya Gökalp Malta’ya gönderildiği zaman; “Siz O’na kıtal yaptınız” diyorlar.  “Hayır bu kıtal değil, mukateledir” diyor. Kıtal biliyorsunuz adam katletmektir. Mukatele ise karşılıklı yapılan bir şeydir. Neticede savaş ortamında siz 9 cephede çarpışıyorsunuz. Yemen’den Galiçya’ya kadar. Bütün eli silah tutan insanlar cephede. Bir taraftan da Ermeniler, bazı örgütler kurmuşlar. Taşnak ve Hınçak, Taşnak Sütyun Cemiyetlerini biliyorsunuz. Arada bunların taşeronları olan daha birçok cemiyet var. Kara Haç Cemiyet’inden tutun da bilmem nereye kadar. Bunlar eli silahlı insanlar ve geliyorlar köyleri, mezraları, yerleşim birimlerini basıyorlar. Çoğunluğu çocuk, kadın ve yaşlı olan insanları katlediyorlar. Bu tarihi bir vakadır. Tespit edilen bir olay. Öldürülen Ermeniler, Ermeni olduğu için öldürülmemiş. O günkü Ermeni Osmanlı vatandaşıdır ama saldırgan, bölücü ve ihanet içerisinde olduğu için… Bunların Ermeni olduğu için öldürüldüğünü söylerseniz yanlış olur.

BALKAN SAVAŞLARINA GİRDİĞİMİZ ZAMAN TÜRKİYE’NİN DIŞ İŞLERİ BAKANI ERMENİYDİ

Şimdi siz düşmanınıza soykırım yapmak isterseniz, en güçlü olduğunuz zamanda onları ortadan kaldırırsınız. Öyle değil mi?

Elbette. Mesela, Kanuni, Yavuz döneminde bütün gayr-i Müslimlerin kılıçtan geçirilmesi gibi bir ferman yayınlansaydı, o gün dünyada, “Bunu niye yapıyorsunuz diyebilecek bir güç var mıydı? Bunun yerine hakikaten insani bir tutum var. Bu insanlar çok önemli noktalara getiriliyor. Sanatkârlar İstanbul’a getiriliyor. Onların kabiliyetlerinden, birikimlerinden yararlanılıyor ve 1913’de Balkan Savaşları’na girdiğimiz zaman Türkiye’nin Dış İşleri Bakanı Gabriel Noradunkyan Paşa’dır. Bir Ermeni’dir. Neredeyse Cumhuriyet’e kadar mimar paşa koltuğunda Balyan Ailesi oturmuş. Hazine-i Hassa bakanından tutun da bilmem nereye kadar Ermenilere bu manada devletin kapıları da açılmış. Ermeniler ve Osmanlı toplumu o kadar kaynaşmış vaziyetti ki…Yani bunu böyle söylediğiniz zaman çok anlamlı gelmiyor ama o döneme ait belgelere baktığınız zaman bu böyle. Böyle bir kaynaşmışlık var. Biliyorsunuz, Osmanlı Devleti’nde İslam Hukuku uygulandığı için Gayrimüslimlere zimmî diyorlar. Yani devletin zimmetinde olanlardır. Ayrı bir zimmî hukuku vardır. Onlara kesinlikle çok ihtimam gösteriliyor. O zaman bunu yapmıyorsunuz. Bir taraftan bitmiş tükenmişsiniz ve onlara soykırım uyguluyorsunuz. Ben bunu mantıklı bulmuyorum. Bütün Osmanlı içinde yaşayan Ermeni sayısı zaten 1 milyon 300 bin kişiydi.

Bir soykırım değil, isyancılar ve ihanet edenler bastırıldı. Özeti bu mudur?

Nursel Hanım, dünyanın her yerinde size saldıranlara çiçek buketleri ile karşılık vermezsiniz. Netice itibariyle Ermenilerden öldürülen insanlar var. Tehcir esnasında, biliyorsunuz hukukta temhir ve tehcir adlı iki kavram vardır. Geçici süreyle nakletmek veya kalıcı olarak bir yere yerleştirmek. Buradaki yerine karşılık, orada yeterli toprak verirsiniz,   konforunu, yolda iaşesini, can güvenliğini sağlarsınız… Bu dünyada ilk defa uygulanan bir şey değil. Tehcir’in hukuki şartları vardır. Ama tehcir sırasında bazı anormallikler olmuş. İttihatçıların bazıları maalesef bazı yanlışlıklar yapmışlar. Bu tehcir esnasında da saldırgan olmadığı halde ölen Ermeni yaşlılar, kadınlar, çocuklar olmuştur. Bunu tarih kaydediyor. Bununla beraber, benim memleketim Van. Ruslar 1915’de Van’ı işgal ediyor. 40 bin kişi göçüyor. 2 bin kişi dönüyor. O kadar perişan vaziyette gidiyorlar ki… Yollarda çocuğunu bırakanlar oluyor, hamile kadın yolda doğum yapıyor, loğusa döneminde ölenler, sıcaklarda koleraya yakalanıp ölenler oluyor. Nitekim bir Van türküsü var. Diyor ki;

“Arpa ektim biçemedim,
Bir düş gördüm seçemedim,
Alışmışım soğuk suya,
Issı sular içemedim."

Diyarbakır’a, Halep’e gidiyorlar. Van’da o soğuk sulara alışmışlar. O zaman Diyarbakır’da buz falan da yok. O sıcaklarda insanlar telef oluyor. Sadece, Ermeniler bunun çilesini çekmemiş. Oradaki Müslüman ahali de, Kürdü de, Türkü de, Müslim ve gayr-i Müslim insanlar da Birinci Dünya Savaşı’nın sıkıntısını yaşadı. Savaş şartları içerisinde birçok insan gerçekten telef olmuş. Bugün tutup da bunun hesabını birbirimize sormamızın bir anlamı var mı?Sayın Başbakanımız da söyledi. Eğer 1915 ile ilgili olarak hakikaten tespit edilen bir yanlışlık varsa, eğer bile bile bir yanlışlık yapılmışsa devlet ondan dolayı özür de diler.Ama bir kere bir tespite yanaşmanız lazım. Bizim kendi bilim adamlarımızın yaptığı tespite göre, soykırım anlamına gelecek bir şey yok. Diğer tarafta da iddialar var. 1.5 milyon insanın soykırıma uğradığını söylüyorlar. Zaten 1 milyon 300 bin kişiydiniz. Nasıl 1.5 milyon öldü? Eğer hepsi öldüyse, bugün dünyanın dört bir yanına yayılanlar nerede

ERMENİSTAN’IN İLK CUMHURBAŞKANI DA KULLANILDIKLARINI SÖYLÜYOR

Almanlar, Yahudileri öldürdüler ama “Biz yapmadık, Yahudileri Hitler öldürdü” diyorlar. Birçok köşe yazarı bunu örnek gösteriyor. Türkiye’de böyle yapsın, İttihat ve Terakki’nin yaptığı söylensin diyorlar. Siz ne diyorsunuz?

Bakın ille de başkasını günahkâr tayin edecekseniz, günahı başkasına yükleyelim. Hitler’in Almanya’da yaptığı gerçek bir soykırımdır. Ben Enver Paşa ile ilgili kanaatimi söyleyeyim. Enver Paşa bir hain falan değildi. Enver Paşa ve İttihatçılar duygularını akıllarının önüne çıkarmış olan insanlardı. Eğer bir devleti yöneten irade duygularını aklının önüne çıkartırsa kendi milletini, memleketini felakete sürükler. Tarihçiler Enver Paşa’yı değerlendirirlerken; “Kubbe kadar bir yürek ama fındık kadar bir beyin” diyorlar. Açıkçası benim İttihatçılarla ilgili çok iyi kanaatim yoktur. Ben İttihatçıları okuyan, bilen bir insanım. Lakin gel gör ki, Makedonya Dağları’nda çeteleri kovaladıktan kısa bir süre sonra,  çete kovalama ile devlet yönetmeyi birbirine karıştırmış bu insanlar. Mesela yayınlanan Tehcir Mizah Genelgesi’ni biliyorum. Orada, yolda iaşelerin, ibatelerin sağlanması, gerekli tedbirlerin alınması, güvenliklerinin sağlanması gibi bütün detaylarına varıncaya kadar belgelerde var. Onun için bir soykırım olsa, vicdani kanaatim bu olsa ben çok rahatlıkla bunun soykırım olduğunu söylerim. Kendi milletime, devletime karşı bir ihanet olarak kabul etmem. Şimdi bakın Ermenistan’ın ilk Cumhurbaşkanı Ovanes Kaçaznuni’nin kitabı var. Taşnak Sütyun’un artık yapacağı yoktu. Orada; “Büyük devletler Anadolu’nun bir kısmını bize verecekleri hayali, ideali ile bizi tepe tepe kullandılar. Sonra bizi iki vadi arasında getirip sıkıştırdılar. Sovyetler’in içerisindeki bir vadiye attılar” diyor. Neticede o günkü Ermeni gençlerin, özellikle büyük Ermenistan hayali ile yanıp tutuşan insanların büyük devletler tarafından, o zaman Devlet-i Muazzama adı verilen devletler tarafından kullanıldığını Ermenistan’ın ilk Cumhurbaşkanı da söylüyor.

1982 ANAYASASI, SİLAHLARIN GÖLGESİNDE YAPILMIŞ BİR OYLAMADIR

Şimdi gelelim gündemde olan Anayasa değişikliğine. Bütün bir Anayasa değişikliği niye yapamıyoruz?

Atatürk bile askerdir ama 1924 Anayasası’nı TBMM yaptığı için, Millet Meclisi de büyük ölçüde sivillerden oluştuğu için biz buna Sivil Anayasa diyoruz. 1924 Anayasası’nın dışında bir bütün olarak milletin iradesi ile hazırlanan bir Anayasamız da olmadı. 1960’da bir darbe yaptılar, 61’de bir Danışma Meclisi topladılar. Oktay Ekşi ve benzeri adamları oraya tayin ettiler. Danışma Meclisi o dur. Onlar da bir Anayasa yaptılar, 61 Anayasası oldu. Ondan sonra tekrar 80’de darbe yaptılar. 82 Anayasası’nı hazırladılar. Yine bir Danışma Meclisi oluşturuldu. Orada da yine aynı şey kotarıldı. Diyeceksiniz ki; millet referanduma gitti. 82 Anayasası’nın oylamasında ben Çapa Öğretmen Okulu’nda oy kullandım. Bir üniversite öğrencisiydim. 3. sınıftaydım. Mavi hayır, beyaz evet anlamına geliyordu ve zarflar şeffaf zarftı. Mavi koyduğunuz zaman uzaktan bu belli oluyordu. Ben ret oyu verdim ve bir astsubay vardı sandığın başında. Tavırları ve sözleri ile bana adeta saldıracaklardı. Nasıl reddederim? O zaman ki karakol komutanları bütün köylüyü adeta tehdit ettiler. “Sakın ola ki Anayasa’ya ret çıkmasın” diye muhtarları çağırdılar. Bir manada silahın gölgesinde bir oylama yapıldı. Bir de darbenin lideri Kenan Evren kendini Anayasa ile birlikte oyladı. Yani 1982 Anayasası’na evet demek, aynı zamanda Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olması anlamına geliyordu. Halk bir an önce normal yönetime geçilsin, askeri yönetimden kurtulalım diye yüzde 92 evet dedi. Ama bu gerçek manada milletin iradesini yansıtıyor muydu? Kesinlikle hayır. Silahların gölgesinde yapılmış bir oylamadır.

Peki, şimdi yapalım Sivil Anayasa’yı…

Biliyorsunuz biz 2003’de iktidara geldiğimizde memleket sefalet içindeydi. Krizlerin adeta silindir gibi ezdiği bir ülke vardı. Kepenkler kapatılmıştı. İnsanlar geleceklerinden ümitsiz vaziyetteydi ve bir sonraki ay Bakanlar Kurulu’nda ilk önce işçi memur maaşının nasıl vereceğimizin hesabını yaptık. Ben o zaman Kültür Bakanıydım. Ülke böyle bir konumdaydı. Bir de Ak Parti ile ilgili olarak; “İşte bunlar devleti değiştirmeye geliyorlar. Bunların gizli ajandası var” gibi bir kanaat var. Tabi aç olan bir topluma siz Anayasa tartışması bir şey vermiş olmazsınız. Biz önce; “Bir kere şu Avrupa Birliği meselesini şekle sokalım. Kriz ortamını ortadan kaldıralım. Şöyle bir piyasa canlansın, hareketlensin” dedik. Memleketin her tarafından hizmet bekleyen insan vardı. Buna koyulduk. Ama bir taraftan Anayasayı da ihmal etmedik. AB uyum yasaları çerçevesinde 6, 7 paket çıkarttık. En hayati konulardaki şeyleri yaptık. 2007 seçimlerinde halk bize büyük bir teveccühte bulundu. Neredeyse sokaktaki iki insandan biri Ak Parti’ye oy verdi. Biz de dedik ki; “Bu ülkeyi ara dönem anayasasından kurtaralım. Bu elbise, bu vücuda dar geliyor. Uymuyor”. Statükocuların mantığı şudur;  Elbise her halükarda bu vücuda giydirilecek. İyi de kardeşim ben daha önce 70 kiloydum, şimdi 90 kiloydum. Bunu giydiğim zaman göbek bir tarafta, ense bir tarafta ben gülünç bir duruma düşüyorum. Elbiseyi giyeceksin ama çok böyle görünmek istemiyorsan seni sağından solundan koparmaları gerekiyor. Yani adamı rendeleyerek elbisenin içinden geçiriyoruz. Elbiseyi değiştirerek değil. Elbise vücuda değil, vücut elbiseye uyduruluyor. Böyle gayri tabi olan, insan tabiatının dışında olan maalesef bir yol tercih ediliyor.

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ YAPILMASI İÇİN DARBE Mİ YAPILMASI LAZIM ?

Halk da sivil bir anayasa istiyor…

Sayın Ergun Özbudun’un başkanlığında bir taslak hazırlandı. Bu bir tartışma zemini oluşturacaktı. Bu diğer partilerle paylaşıldığı andan itibaren CHP başta olmak üzere muhalefet kıyameti koparttı. “Bu bir Ak Parti Anayasa’sıdır. Türkiye’nin anayasası olamaz” dediler. Tamam da bu bir tartışma zemini oluşturulsun diye hazırlanmış bir Anayasadır. Cumhuriyetin temel nitelikleri, devletin nitelikleriyle ilgili de bir problem yok. “Biz yokuz” dediler. Şimdi Anayasa’nın olabildiğince geniş bir uzlaşı ile hazırlanması gerekiyor. Anayasa, millet ve devlet arasında bir sözleşmedir değil mi? O zamanki Meclis Başkanımız dedi ki; “Madem siz bu taslağı beğenmiyorsunuz. O zaman yeni bir taslak hazırlamak üzere bir uzlaşma komisyonu oluşturalım. TBMM’de grubu olan her siyasi partiden de iki kişi gelsin.Muhalefet buna da yanaşmadı. En sonunda Sayın Baykal, ağzındaki baklayı çıkardı. “Bu meclis anayasa hazırlayamaz. Kurucu Meclis olması lazım” dedi. Nitekim ben de 5-10 gün önce yaptığım basın toplantısında; “Sayın Baykal, anayasa değişikliği yapılması için darbe mi yapılması lazım? Bunu mu bekliyorsunuz?” dedim. Halkın, milletin temsilcileri kendi iradeleri ile anayasa hazırlayamaz. Taslak hazırlarsanız bu Ak Parti taslağı olur. Bakın aynı CHP’ye Demokratik Açılım sürecinde; “Gelin bu meseleyi oturup konuşalım. Size taslak maslak da dayatmıyoruz. Dert belli. Hastalık teşhis edilmiş. Gelin konsültasyon yapalım, bu hastalığı en iyi şekilde nasıl tedavi ederiz konuşalım” dedik. “Bu sefer taslağınız yok” dedi. Taslağımızı getirince, bu AK Parti taslağı oluyor, getirmeyince taslağınız yok oluyor. Dolayısı ile bu işini içinde kesinlikle iyi niyet yok.

Ak Parti’nin gücü CHP’de  olsaydı ;CHP Ak Parti ile ilgili söylediği şeyleri kendisi için söyler miydi?

Kesinlikle söylemezdi. Şu anda bizim gücümüz 367 milletvekiline yetmiyor. Tepeden tırnağa yeni bir anayasa yapılmasına yetmiyor. Ama Türkiye’nin ayak bağı olan, Türkiye için adeta takoz mahiyetinde olan bazı sıkıntılar var. Hiç olmazsa bunları kaldıralım. Yani bir şey büsbütün elde edilmezse, büsbütün de terk edilmez. Hiç olmazsa bunu küçük bir paket halinde getirelim, daha sonraki seçimde, yani 2011 dönemindeki seçimden sonra Türkiye’nin artık göğsünü gere gere; “Bu benim anayasamdır” diyebileceği Anayasa değişikliği yapılsın. Ve hakikaten halkın iftihar ederek gösterebileceği bir anayasayı ümit ediyoruz ki, TBMM tarafından hazırlanır. 

“ŞU KOMŞUNUN EVİ YANSA DA BEN OMLETİMİ PİŞİRSEM” ZİHNİYETİ

Anayasa değişikliği paketlerinin devamı olacak mı?

Anayasa değişikliğinin şu anda TBMM’de 367 oyla bunun geçmesi çok zor görülüyor. Çünkü CHP’nin, MHP’nin tavrı belli. Onlar bir kere “istemezük” diyorlar, başka bir şey söylemiyorlar. Onların tavrını da ben şeye benzetiyorum. Hani Temel ile Dursun birbirinin can düşmanı. Fakat ikisi de suç işleyip hapse düşmüş ve idama mahkum olmuşlar. İdam mahkumlarına son arzuları sorulur ya ikisini de huzura çağırmışlar. Önce Temel’e; “Ne istiyorsun” diye sormuşlar. Temel; “Anamı görmek istiyorum” demiş. Dursun’a; “Senin son arzun nedir” diye sormuşlar. Dursun kin dolu gözlerle, Temel’in gözlerinin içine bakmış. “Temel anasını görmesin” demiş. Şimdi CHP ve MHP’nin bizimle ilgili tavrı bu “Temel anasını görmesin” politikasıdır. Onlar şunu diyorlar; Ak Parti bunu değiştirirse, Ak Parti milletin memleketin lehine bu değişimi yaparsa, halktan daha çok destek görür. Destek görmemesi lazım. Ben Sayın Baykal’ın muhalefet zihniyetini yıllardır takip ediyorum. Sayın Baykal’ın zihniyeti, “şu komşunun evi yansa da ben de şu omletimi pişirsem” zihniyetidir. Onun için büyük ihtimalle böyle bir şey referanduma gidecek. Pat küt, sabah akşam referandum yapılmaz. Dolayısı ile gelecek seçime kadar, bu paket geçtikten sonra, bir Anayasa değişikliği söz konusu olmaz.

YARGI, BAĞIMSIZ YARGIDAN ZİYADE BAKIMSIZ YARGIYDI

CHP Sözcüsü Mustafa Özyürek: “Bu Anayasa değişikliği tamamen HSYK’yı siyasetin emrine vermektir” diyor. Nasıl bir yargı sistemi oluşturmayı düşünüyorsunuz?

Ak Parti bugün var ama yarın olmayabilir. Anavatan Partisi vardı, ondan önce Doğru Yol Partisi, Adalet Partisi vardı. CHP hep var ama yok. Yani CHP hükmen milletin gönlünde yok. Biz HSYK için nasıl bir formül öngörüyoruz. Diyoruz ki; Türkiye’deki 8 bin birinci sınıf hakim kendi arasından HSYK’ya üye seçsin. Kötü bir şey mi bu? Hakimleri buna dahil ediyoruz. Cumhurbaşkanı üye seçsin, TBMM üye seçsin. Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi de üye seçsin. Peki milletin seçtiği temsilcilere, milletin meclisine itibar etmeyecek misiniz? TBMM’de sadece biz yokuz ki. Mecliste CHP ve MHP de var. RTÜK’e onların söylediği insanlardan da üye seçiliyor. Bize göre yargı sistemi oluşturma peşinde değiliz. Bugün 27 AB ülkesinin ortalaması neyse onu yapalım diyoruz ve neticede onu yapıyoruz. Bu tamamen bu işin önünü kesmeye yönelik bir gayrettir. Şimdi bütün hakimler karar verirken Türk milleti adına diye karar verirler. O zaman yargılamayı Türk milleti adına yapıyorlar değil mi? Peki biz Şili milleti adına mı yasama yapıyoruz? Biz de Türk milleti adına yapıyoruz. Peki bizi kim seçti? Kaldı ki halk bizi seçiyor, hakimleri seçmiyor. Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın kimseye hesap verdiği yok. Yargı başka türlü de politize olur. Şimdi Danıştay’ın politize olmadığını söyleyen kimse var mı?   Kat sayı meselesinde alınan karara bakın. Daha önce yapılan bütün itirazlara; “Bu YÖK’ün görevidir. YÖK yönetimi değişince de benim görevimdir” diyor. Peki kanunlar mı değişti? Politize olmak budur işte. Dolayısı ile Özyürek şunu demiş, bunu demiş geçin bunları.. Bugün bir yargı reformuna ihtiyaç var mı? Bakın bir ülkede cezaevindeki 100 kişiden 65’i tutuklu, 35’i hükümlü ise yani sadece 100 kişiden 35’i hakkında hüküm verilmişse, mahkum olmuşsa, 65’i daha adalet bekliyorsa o ülkede daha adaletten söz edebilir misiniz? Yıllarca davalar sürer. Geciken adalet, adalet değildir.

Peki iktidar olduğunuzdan beri siz neler yaptınız?

Bakın Nursel Hanım, biz iktidara geldiğimizde Yargı bağımsız yargıdan ziyade bakımsız yargıydı. Biz Edirne’den Kars’a kadar adalet sarayları yaptık. Saray gibi saraylar yaptık. Bilişim teknolojisinin son nimetleri ile bütün adalet sistemini döşedik. Hakimlerin savcıların maaşlarını yüzde 264 artırdık. Fiziki altyapıyı düzelttik. Teknolojik altyapıyı mükemmel hale getirdik. Özlük haklarını düzelttik. Şimdi fiziki şeyler düzeldiğine göre kimyasının düzenlenmesi gerekiyor. Adaletin kimyasında sıkıntı var. Eğer Ak Parti’ye göre bir adalet sistemi tasarlarsak Türkiye’ye en büyük kötülüğü yaparız. Tuzun kokmaması gerekiyor. Bugün tuz kokmaya başlamıştır.

KESİNLİKLE DARBECİLERİN YARGILANMASI GEREKİYOR

Son anayasa değişikliği paketinde de geçici 15’inci maddenin kaldırılması, Kenan Evren ve arkadaşlarına yargı yolunun açılması için yapıldı diyebilir miyiz?

Bunun için yapıldı diyemezsiniz. Bunun içinde olanlardan birisidir diyebilirsiniz.

Peki Kenan Evren ve arkadaşlarına yargı yolu açılacak mı?

Ben hukukçu değilim. Bu kalktıktan sonra zaman aşımı var mı yok mu? Bu tartışmalara girmek istemiyorum çünkü hukukçu değilim. Şunu biliyorum ki; darbe bir suçtur. Dikkat edin, 60 darbesini yapanlar ne yaptılar biliyor musunuz? Milli Birlik Komitesi üyeleri kendilerini ölünceye kadar tabi senatör yaptılar. Tabi senatör diye bir kavram biliyor musunuz?

Yok bilmiyorum…

Tabi senatör diye bir şey vardır. Bir seçilen senatörler var. Cumhurbaşkanı’nın atadığı kontenjan senatörleri var. Bir de Milli Birlik Komitesi üyeleri tabi senatördü. Onlar anadan doğma senatördü. Tabi senatör bu demek. Milli Birlik Komitesini, 27 Mayıs’ı yargılamak yasaktı. Eğer darbeciler başarısız olurlarsa hain olurlar ve Talat Aydemir gibi asılırlar. Ama eğer darbeyi gerçekleştirirlerse kahraman olurlar. Her tarafa resimleri asılır. İşte Kenan Evren ve arkadaşları gibi. Dolayısı ile ben yaptım yanıma kar kaldı olmaması gerekiyor. Bundan sonra Türkiye’de, Türkiye’nin sözlüğünden darbenin çıkması için kesinlikle darbecilerin yargılanması lazım. Nerede darbe oluyor? Mesela İngiltere’de, Amerika’da, Fransa’da, Hollanda’da, Almanya’da, Belçika’da darbe duydunuz mu?

Hayır…

 Gana, Gine, Uganda, Somali, Sierra Cumhuriyeti’nde sabah çavuş darbe yapıyor, öğleden sonra onbaşı darbe yapıyor. Darbe tipik bir geri kalmışlık göstergesidir. Bakın İngilizler sözlüklerinde darbe karşılığı bir kelime olmaması ile övünürler. Biliyorsunuz İngilizcede darbeye “coup” derler. “Coup”  Fransızcadır. Kısaca “Co” derler. İngilizcede başka karşılığı olan bir kelime yoktur. Bir de askeri müdahale anlamında “military intervention” diyorlar. O da bir kelime değil, bir izah yoludur. Kavramlaştırma yoludur. Dolayısı ile bu tipik bir geri kalmışlık göstergesi olan darbenin Türkiye’nin gündeminden ve sözlüğünden çıkartılması lazım. Bizim temennimiz budur.

HER DARBE SONRASI DARBECİLERİN İSTEMEDİĞİ PARTİ İKTİDAR OLDU

AK Parti’yi kapatma davası açılır mı sizce?

Bu açılır mı açılmaz mı ben varsayımlar üzerinden konuşmak istemiyorum. Tabi Türkiye’de biz bunlara alışığız. Yıllar yılı siyaset dizayn edilmeye çalışılmıştır. 60’da darbe yapanlar, İsmet Paşa’nın başbakan olması için ellerinden ne geldiyse yaptılar. Fakat millet; “Kusura bakma” dedi. Adalet Partisi’ni birinci parti yaptı. Yeni Türkiye Partisi ile Adalet Partisi’nin toplam oyu yüzde 55’in üzerindeydi. Ama darbeciler zorla İsmet Paşa’yı başbakan yaptılar. Yürümedi ve 63’e kadar gitti. En son millet 65’te sandıkta 50’de yaptığı gibi bir ihtilal yaptı. Sonra 69’da Adalet Partisi tek başına geldi. Adalet Partisi’ni Süleyman Demirel’in şahsında düşünmeyin. Adalet Partisi bir şemsiyeydi. Türkiye’de sağduyuyu, genel iradeyi temsil ediyordu. 50’de sandıkta Demokrat Parti, 65’de Adalet Partisi bu ihtilali yaptı. 83’de darbeyi yapanlar millete; “Sizin aklınız hangi partinin iyi olduğuna ermez” dediler. Kucağımıza nur topu gibi bir Milliyetçi Demokrasi Partisi koydular. Horoz partisi. Başkanı da Emekli bir orgeneraldi. Fakat bir grup kurayım diye zorla Kenan Paşa’dan izin koparan Turgut Özal’ı halk tek başına iktidara getirdi. Bakın, her darbeden sonra mutlaka darbecilerin istemediği bir parti iktidar olmuş. 60’da darbe yapmışlar Adalet Partisi iktidara gelmiş. 80’de darbe yapmışlar ANAP İktidara gelmiş. 28 Şubat’ta darbe yapmışlar, bir geçiş döneminden sonra Ak Parti iktidara gelmiş. Dolayısı ile toplum mühendisliği beyhude bir çabadır. Demokrasilerde siyasi partiler millet adına devlet nezdinde siyaset yapar. Fakat totaliter yapılarda, bürokratik cumhuriyetlerde, demokratik olmayan cumhuriyetlerde siyasi partiler devlet adına millet üzerinde siyaset yaparlar. Devletin doğrularını halka dayatmakla mükelleftir siyasi partiler. “Siyasi partilerin varlık sebebi halkı adam etmektir.” Şimdi biz diyoruz ki, biz devlet adına millet üzerinde siyaset yapmayacağız. Biz millet adına devlet nezdinde siyaset yapacağız. Fakat böyle yaptığınız zaman da statüko sizi akredite etmiyor. Ya kapatma davası ile sizi cezalandırıyor, ya şöyle ediyor ya da böyle ediyor. Ama ne olursa olsun biz millet adına devlet nezdinde siyaset yapmaya devam edeceğiz. Şimdi bize bir kapatma davası açılsa ne olur? Bu türkü burada yine bitmez. Bu iş devam eder.

BU ANAYASA İLE GERÇEK MANADA DEMOKRATİK CUMHURİYET OLMAZ

Bir konuşmanızda Cumhuriyetin demokrasi olmadığını söylüyorsunuz. Nedir cumhuriyet?

Yeryüzünde iki yönetim şekli vardır. Biri monarşi, biri de cumhuriyettir. Monarşiler bir hanedan aile gerektirir. Devleti yönetenler seçimle gelmiyor. Bu işi verasetle üstleniyorlar. Ya babadan oğla geçiyor ya da aile fertleri arasında el değiştiriyor. Böyle bir şey varsa orada monarşi vardır. Bu monarşilerin adı kral, sultan, padişah, melik, emir olabilir. Ama onlar monarşidir. Eğer monarşi ile beraber bir de parlamento varsa yani o kralın yetkileri parlamento ile paylaşılıyorsa orada meşruti monarşi yani şarta bağlanmış bir monarşi var demektir. Mesela İngiltere, İspanya, Belçika, Hollanda, İsveç, Norveç öyledir. Oralarda krallıklar var ama cumhuriyet yok. Demokrasi var mı? Var. Eğer devlet başkanı halk tarafından seçiliyorsa veya halkın temsilcileri tarafından seçiliyorsa orada cumhuriyet var demektir. Yani halk bir hanedan tarafından idare edilmiyor. Yeryüzünde 5 çeşit cumhuriyet var. Totaliter cumhuriyetler, sosyalist cumhuriyetler, teokratik cumhuriyetler yani din esaslı cumhuriyetler, bürokratik cumhuriyetler bir de demokratik cumhuriyetler var. Şimdi Ak Parti’ye gelinceye kadar bizim görünümümüz bürokratik cumhuriyettir. Hala bürokratik cumhuriyet olmaktan çıkmamıştır.

Peki nasıl demokratik cumhuriyet olacaz?

 Bu Anayasa ile gerçek manada demokratik cumhuriyet olmaz. Biz bürokratik cumhuriyet olma çabasındayız. Bugünlerde kopan gürültünün sebebi de Türkiye’nin bürokratik cumhuriyetten demokratik cumhuriyete geçerken yaşadığı sıkıntı ve sancıdır aslında. Bir doğum sancısıdır. Ülkenin kim tarafından idare edileceği sorusuna cumhuriyet cevap verir ama nasıl idare edileceği sorusuna cevap vermez. Nasılı, o cumhuriyetin başına getirilecek sıfatla belirlenir. Bu cumhuriyet totaliter mi, sosyalist mi, teokratik mi, bürokratik mi, demokratik mi? Ona karar vermemiz gerekiyor. Biz Anayasamızda demişiz ki; “Biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz. Peki kağıt üzerinde yazılınca oluyor mu? Kağıt üzerinde yazdığınız şey o hayatın kendisi değil. Eski hukukta bir kaide var. Diyor ki; “Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez”. Yani isim değiştirmekle gerçek değiştirmez. Namık Kemal ona çok güzel bir örnek veriyor. Diyor ki; “Simsiyah bir zenci hanımına Gülbeyaz adını takmakla beyazlatamazsınız”. Şimdi bir adamın dünyası kaymışsa, hayatı alt üst olmuşsa, onun ismini ister mesut koyun, ister bahtiyar. Fakir fukara bir adamın adını gani (zengin)yaptığınız zaman zengin olmuyor. Veya bakıyorsunuz adamın adı Zeki ama suratından aptallık akıyor. Siz adınızı cumhuriyet koymuşsunuz, demokratik cumhuriyet koymuşsunuz ama antidemokratik bir cumhuriyetten farkı yoksa orada problem var demektir. Benim söylediğim bu.

BAŞBAKAN, SÖZÜNÜN MAKSADI AŞAN BİR SÖZ OLARAK ALGILANDIĞINI ANLADI

Başbakan köşe yazarlarını sürekli eleştiriyor. Başbakan’ın köşe yazarlarından istediği nedir? Bu kavga neden?

Köşe yazarları Başbakan’ı 364 gün eleştiriyor. Başbakan da bir gün köşe yazarlarını eleştirmiş. Başbakan da orada sözünün maksadı aşan bir söz olarak algılandığını anladı. Sayın Başbakan’ın tespit ettiği olgu ile algı çok farklı oldu. Sayın Başbakan bunu anladı ertesi gün tashih etti. Yani ne söylemek istediğini anlattı. Köşe yazarlarının da ülkeyi gerecek bir tutum içerisinde olmamaları gerektiğini ve buna meydan verilmemesi gerektiğini kastettiğini ifade etti. Dolayısı ile ben tekrar altını çizmek istiyorum. Bir yazarın nasıl yazıp yazmayacağına elbette Başbakan veya bir başka siyasi parti lideri karar vermez ama yazarın da bir sorumluluğu var. Sayın Başbakan bu sorumluluğu hatırlatmak için söyledi ama maksadını aşan bir ifade kullandığını kendisi de söyledi. Ertesi gün onu düzeltti.

İktidarınızla ilgili kadrolaşma iddialarına ne diyorsunuz?

Doğru söylüyorlar. Biz şimdi atadığımız bürokratların önemli bir kısmını Merih’ten, bir kısmını Jüpiter’den, bir kısmını da Venüs Gezegen’inden getirip atadığımız için kadrolaşma yapıyoruz. Allah aşkına komedi bu ya! Şimdi ben öğretmen atadım. Bakın şu anda, bizim 700 bine yakın öğretmenimiz var. Her üç öğretmenden birini bizim iktidarımız atamış. Biz nasıl öğretmen ataması yapıyoruz. Okulu bitiriyor. Onların diplomasını biz mi veriyoruz? Hayır. Üniversiteler veriyor. KPSS sınavına giriyor. Bunun puan sıralamasını yapıyoruz ve öğretmen atıyoruz. Bunun neresi kadrolaşma? Ben milli eğitim müdürü tayin ederken netice itibari ile Hüseyin Çelik olarak inisiyatif kullanıyorum. Bizden önceki iktidarlar da kullanıyorlardı. Mesela özel kalemim, basın müşavirimi, ilköğretim genel müdürünü tayin ederken benimle uyum içerisinde çalışacak insanları tercih ediyorum. Benim gösterdiğim bir eğitim hedefi var. Burada koşturacak bir insanı tespit ediyorum ve atıyorum. Bu atadığım adam devlet memurlarını kanunlarının gerektirdiği bazı özelliklere sahip olacak. Biz yapınca kadrolaşma oluyor ama geçmiş iktidarlar yapınca olmuyor. Bana Nurettin Sözen TBMM’de dedi ki; “Kadrolaştınız, müsteşarı, genel müdürü, müsteşar yardımcılarını değiştirdiniz”. Ben dedim ki; “Sayın Sözen günün birinde CHP iktidar olsa, böyle bir şey olmaz da farz-ı muhal olarak. Ona da çok bozuldular. CHP iktidar olsa sizin zat-ı alinizi de milli eğitim bakanı yapsalar benim atadığım müsteşar, müsteşar yardımcıları ve genel müdür ile çalışacak mısınız? “Tabi ki çalışmam” dedi. “Benim yaptığım da ondan ibaret” dedim.

TÜRKİYE’DE BU ÖLÜMLERDEN DOLAYI BİR GENETİK DÜŞMANLIK BÜYÜYOR

Demokratik Açılım süreciyle ilgili sizin bir sözünüz var. “Ya biz bu meseleyi çözeriz, ya bu mesele bizi çözer” diyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz?

Bunu ben Ak Parti ile ilgili olarak söylemedim, ülke olarak söyledim. Bir vücutta kangren olan bir uzuv varsa, parmak kangren olduysa ve siz onu tedavi etmezseniz el kangren olur. Eli tedavi etmezseniz kol kangren olur. Eğer kesmeniz gerekiyorsa da keseceksiniz. Ben bu parmağıma acıyorum derseniz eliniz gider. Elinize acırsanız kolunuz gider. Sonra ölürsünüz. Bakın Türkiye’nin 300 milyar dolarını heba eden ve 40 bin küsur insanın ölümüne yol açan, enerjimizi adete tüketen bir mesele ile karşı karşıyayız. Bugüne kadar bu böyle geldi. PKK Türkiye’de bir Türk – Kürt kavgası çıkartmak istiyor aslında. Etnik çatışma yaratmak istiyor. Türkiye’de artık bu ölümlerden dolayı bir genetik düşmanlık büyüyor. Nedir o genetik düşmanlık? Şimdi diyelim ki Denizli’nin Tavas ilçesinin bir köyünde Fatma Teyze’min oğlu şehit oluyor. Resmini duvara asıyor. Onun torunları büyüyor. “Bu kim?” diyorlar. “O senin, amcan, dayın ağabeyin, senin baban” diyorlar. Ne oldu? Öldürüldü. Kim öldürdü? Kürtler öldürdü. Siz herhangi bir insana Kürt ve Kürtçünün farkını anlatamazsınız. O çocuk o kinle büyüyor. Öte taraftan PKK’lı öldürülüyor. Onun anası, babası, kardeşi resmini duvara asıyor. Büyüyen kardeşi, yeğeni kim olduğunu soruyor. Ağabeyi, amcası, dayısı…. Ne oldu? Öldürüldü? Kim öldürdü? Asker öldürdü? Hangi asker? Türk askeri öldürdü. Bugün taş atan o çocukların çoğu bu atmosferde büyüyen çocuklardır. Bu önemli bir şey Nursel Hanım. Bugün Türkiye’de yaşayan Kürtler belli bir bölgeye sıkışmış değildir. En çok Kürt İstanbul’da yaşıyor. Şu anda Van, Mersin’den daha güvenli bir şehirdir. Türkiye eğer bu meseleyi çözmezse, kendi içinde demokratik bir çözüm bulmazsa Allah korusun bu çok daha kötü noktalara gider. Söylemeye çalıştığım budur. Ya biz bunu çözeriz, ya bu bizi çözer.

BİZ HER MESELEDE ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİĞE MAHKÛM EDİLDİ

Bir tıkanıklık söz konusu mu?

O dağdan gelmeler, mahmur kampından gelmelerle ilgili olarak, Habur görüntüleri maalesef bir yol kazasıdır. Çok kötü oldu. Orada DTP maalesef süreci iyi idare edemedi. İçişleri Bakanımıza verdikleri taahhütlere rağmen idare edemediler. Bu kötü bir yol kazasıydı ama başkalarının yanlışlarından dolayı ülkemiz adına yaptığımız doğrulardan vazgeçmemeliyiz. Aklın gereği neyse onu yapmalıyız. Biz aklımızı, duygularımızın önüne geçirirsek bu işi çözeriz. Duygularımız aklımızın önüne geçerse bu iş çözülmez. Bu çözülmez diyenler de kendi problemleri ile ilgili olarak bir öğrenilmiş çaresizliğe mahkum edilmiş. Nedir öğrenilmiş çaresizlik? Psikolojide öğrenilmiş çaresizlikle ilgili bazı örnekler verilir. Bilim adamları bir kutunun içine birkaç çekirge koyuyorlar. İçerisine de cam bir kapak kapatıyorlar. Çekirgeler camı boşluk zannettikleri için sıçrayıp çıkmaya çalışıyorlar. Her sıçradıklarında cam çarpıp geri düşüyorlar. Bir, iki üç ve 100 kere yapıyorlar. Çekirge sıçrayarak oradan çıkılamayacağına şartlanıyor. Orada kalmayı bir kader olarak benimsiyor. Sonra bilim adamları o cam kapağı kaldırıyorlar. Orası boşluk olduğu halde çekirge artık ölünceye kadar sıçramıyorlar. Bunun adı öğretilmiş çaresizliktir. Ayı nasıl oynatılır biliyor musunuz? Ayının ayağının altına ısıtılmış kızgın bir saç bırakılır. Ayı üzerine çıkartılır. Ayakları yandığı için hayvan oynamaya başlar. O oynadıkça onlar o arada def çalıyorlar. Bunu 3-5 kere tekrarlıyorlar. Sonra saç maç yok ortada. Ayı her def çalındığında ayağının yanacağını zannederek oynuyor. Şartlanıyor buna Biz her meselede öğrenilmiş çaresizliğe mahkûm edildik. Yüksek enflasyon, yüksek faiz. AB, bizim öğrenilmiş çaresizliğimizdi. Komşularımızla problemlerimizi çözülmez demek öğrenilmiş çaresizlik. Bize küçükken Türkiye’nin üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrilidir diye öğretirlerdi. Güneydoğu meselesi, Kıbrıs meselesi öğrenilmiş çaresizlik. İlk defa Ak Parti, bir siyasi parti çıkıp dedi ki; “Çaresizlik hayvanlara yakışır ama insanlara yakışmaz. Siyaset, irade demektir. İktidar olmak biraz daha irade demektir. Arkadaş beni hiç kimse hiçbir konuda öğrenilmiş çaresizliğe mahkûm edemez .”. Ne kadar hasıraltı edilen mesel varsa ortaya çıkartıp çözmeye çalıştı. Bizim farkımız bu.

ŞEFKAT VE MERHAMETTE GÜNEŞ GİBİ OLMAMIZ LAZIM

Demokratik Açılım, Alevi Açılımı ve en ilginç olanı da roman açılımıydı. Roman açılımı nereden çıktı?
Bakın, onlar bu ülkede yaşayan bizim vatandaşımız mı?

Elbette…

Yaşama felsefesi itibariyle birisi bir tarafa gider. Konar - göçerleri vardır. İnsanlar bunlara farklı muamele eder. Okula gider horlanır. Çarşıda pazarda hali vakti yerinde olanlara bile renginden dolayı farklı bakılır. Biz diyoruz ki,bu ülkede renginden, mezhebinden dolayı hiçbir vatandaş kendisini öteki hissetmemeli. Gayrimüslim de hissetmemeli. Roman da, alevi de, diğer etnik unsurlar da etmemeli. Bugüne kadar Çingene diye küçümsenen, horlanan insanlara devlet; “Arkadaş ben sana birinci sınıf vatandaş gözüyle bakıyorum. Sen de çocuğunu okula gönder. Hayatta arzu ettiğin bir statüye kavuşsun.  TOKİ’ye sana ev yaptırayım. Daha kolay ödeme şartların olsun” dedi.Mevlana şefkat ve merhamette güneş gibi ol diyor ya devlet de merhamette güneş gibi olmalı. Çünkü güneş, ben şu ağaca ışık ve ısı vereceğim ama diğerine vermeyeceğim diyor mu? Onun için şefkat ve merhamette güneş gibi olmamız lazım. Bizim öğretimiz budur. 

Roman meselesi biraz Sulukule meselesi gibi gözüküyor ama onların kendilerine has bir kültürleri bir yaşamları var. O apartmanlarda bunu muhafaza edemeyeceklerini düşünüyorlar…

Onlar bu ülkenin farklı renkleridir aslında. Apartmana gidince Romanlık biter diye bir şey yok ki. Apartmanın altına genişçe bir yer yaparsın onu orada icra etsinler. İlla sokakta, çarşıda mı yapacak? Biz bütün kültürleri aynileştirmenin çabası içerisinde değiliz. Biz renkleri korumak için çabalıyoruz. Gökkuşağındaki renklerden birinin diğerine dönüşmesi gerekmiyor. Mavinin sarıya, sarının kırmızıya dönüşmesi gerekmiyor. O renklerin hepsi kendisi olarak ama aynı zamanda armonik olarak bir arada olsun. O armoniyi sağlamamız lazım.

BİZE DÜŞEN NEYSE ELİMİZİ TAŞIN ALTINA KOYMAYA HAZIRIZ

Demokratik açılımla ilgili olarak sanatçılarla yaptığınız kahvaltılı toplantılar var. Bu toplantılardan verim alıyor musunuz?

Ben mesela şahsen ses sanatçıları, sinema, sahne sanatçıları, yapımcılar ve yönetmenler ile yaptığımız toplantılardan çok keyif aldım. Zaman baskısı altında olmadan kendi problemlerini dile getirdiler. Devlet şemsiyesi, devletin kucaklayıcılığı dediğimiz şey budur. İlk defa devlet kendi sanatçısını, şarkıcısını, türkücüsünü, bestekarını ciddiye alıyor. Bir Başbakan düzeyinde ona muhatap oluyor. Bu önemli. Geldiler ve görüşlerini söylediler. Çok da iyi oldu. Gayet de mutlu ayrıldılar. “Bize düşen neyse elimizi taşın altına koymaya hazırız” dediler. Nitekim çıkınca açıklamaları oldu. İlerleyen günlerde fikir ve edebiyat dünyamızın ileri gelen yazarlarını toplayacağız. Sonra spor erbabını toplayacağız. Katılımcı demokrasi bu değil mi?

Peki isimleri nasıl belirliyorsunuz?

Buna sağcısı, solcusu, falancası diye bakmıyoruz. 50 tane sinema sanatçısı, yönetmen yazın dediğiniz zaman ortalaması neyse onu çağırıyoruz. Bu isimleri ben belirliyorum. Ama kendi kafama göre değil bilen insanlara danışarak belirliyorum.

Davet ettikleriniz içinde gelmeyen oldu mu? Tepkili olanlar da var mıydı?

Mesela Tarık Akan bu Tekel işçilerini ziyaret edişinde, “Ben gelmeyeceğim” demiş. Ben magazin basınına çok ehemmiyet vermediğim için buna rağmen Tarık Akan’ı aradım. “Böyle böyle dediğiniz söylendi. Ben ağzınızdan duymadım Buna rağmen sizi davet ediyorum” dedim. Teşekkür etti ve katılamayacağını söyledi. “Ben de eyvallah” dedim. Mesela Müjdat Gezen’i de aradım. Sağlık sebebi ile katılamayanlar var. Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik, Türkan Şoray bunlar bizim değer verdiğimiz, herkesin beğeni ile izlediği sanatçılardır. Ama hasta olduklarını, tedavilerinin sürdüklerini beyan ettiler. Gelemediler. Bunun dışında 100 kişiyi aradıysam 90’ı memnuniyetle geleceğini, katılacağını söyledi. Ben gelebilirim diyenlere davet gönderdim.

(Haber 7)

 



Bu haber 962 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,942 µs