En Sıcak Konular

Hiçliğin efendisine veda!

0 0 0000 00:00 tsi
Hiçliğin efendisine veda! Tanınmış Fransız düşünür Jean Baudrillard Paris'te hayatını kaybetti. Dünya da onunla birlikte pek çok şeyi... Peki, Baudrillard'ı diğerlerinden ayıran en önemli özellikleri neydi? Yazar Ekrem Berber iyibilgi okurları için yazdı.

Çağdaş insanı, sanat, siyaset ve medya’yı deşifre derinliğinde karekökleri ile okuyabilecek, ve hatta bu okuma için gerekli kavramları bizzat üretebilecek bir kaç kişiden biri olmasının yanı sıra, J.Baudrillard’ı asıl özgün kılan, onun, bütün bu olanlara, en keskin ve yetkin bir dille, ‘Niçin’ sorusunu sormasıdır. Baudrillard bu soruyu modernitenin suratına öylesine şiddetli çapar ki, surat yok olur, binlerce maske havada uçuşur...

Baudrillard’ı, onun sıra dışı düşünce prizmasının cazibesine kapılmadan saydam bir dikkatle izleyecek olursak, modern uygarlığın hormonlu kültür yağlarını döne döne sıyıran bir orkanın, okuduğumuz satırların ufkunda sürekli dolaştığını fark ederiz. ‘Hiçliğin’ iskeleti ortaya çıkana dek işlevini sürdüren bu orkan, izleyicilerini de bir şekilde etkileyerek, zaman zaman içlerini kemiren ‘Hiçlik’ duygusu ile yüzleşmeye teşvik eder. Baudrillard, okunduğu yerde baş döndürücü, anlaşıldığı yerde bağlayıcı, bağlandığınız yerde ise, ‘yok’ olan biridir: “Dünya kökten bir yanılsamadır,” diyen biriyle, nasıl ve nereye kadar gidebilir, “Âlemlerin aslı hayaldir,” diyen sufilerle, Baudrillard’ın farkını nasıl ayırt edebiliriz? Aşırı eğitilmiş ‘beyin’ ve aşırı duyarlı hale getirilmiş ‘kalbin’ organik yakınlığına karşın, fonksiyonel farklılığı mıdır söz konusu olan? Diğer bir deyişle, kalpte yok olma ustası, ‘fena’ ustası Doğulu pirlere karşın, Baudrillard’ı, ‘kafada’, ‘düşüncede’ yok olma ustası, Batı tarzı bir pir olarak mı algılamak gerekir?..

Bu tür kıyaslamaları bir tarafa bırakıp, Baudrillard’ı Batının düşünce ikliminde değerlendirecek olursak, onu, ‘hiçliğin’ son kıtasını keşfetmiş olan Nitsche’den bile önemli kılanın, ‘hiçliğin’ hiçliğini keşfetmiş olmasıdır diyebiliriz.”Baudrillar düşüncesinin,” Rönesans’tan beri örülen pozitivizimin çelik kozasını delip, hem Descartes Gogito’sunun, hem de Sartre’ın insan merkezli evreninin sınırlarını aşarak ulaştığı ufukları kitlesel olarak anlamamız, belkide 21. yy. ın  ortalarını bulacaktır

J.Baudrillard’ın eserleri arasında, özellikle ‘Siyah Anlar’, kendisine “pirimatlar”* arasında en geniş yeri açabilecek niteliktedir. Bu eserinde Baudrillard, yapay bilgeliğin gereği katıksız bir objektiflikle karşımıza çıkar: Pürüzsüz bir lazer işçiliği düşünce, estetik ve mizah kitap boyunca, insan beyni büyüklüğündeki bir elmastan süzülürcesine akıp gidiyor. En sıradan konular, bir kalaydeskoptan geçmişçesine ulaşabilecekleri en güzel şekli ve rengi bir anda alıveriyorlar. Hemen hemen her paragrafta, insan, yalnız şiirin değil, düşüncenin de bir ilham perisi olduğuna inanmaya zorlanıyor. Tetiksi kısalıkta, tetiksi gerilim ve gizem yüklü paragraflar, her dokunuşta insanı, Baudrillard’ın  muhteşem zihin galaksisinin derinliklerine fırlatıyor. Neler yok ki orada; gelecek yüzyıllara ışık saçacak bebek yıldızlar, çökmüş cüce yıldızlar, kangren medeniyetler, olayları ve nesneleri resim gibi içen, ‘hiçliğin’ gözleri karadelikler...

Baudrillard’ı bir stetoskop yakınlığı ile izlemek gibi yorucu zihinsel bir serüvenin sonunda, insan nasıl oluyor da ferahlıyor? Bilgi-sezgi kavşağında, Baudrillard’ı anlamakla ulaşılan bu ferahlık, tâ  ilkokul çağlarında elimize tutuşturulmuş olan hayat pusulasının hileli olduğunu fark etmekten mi kaynaklanıyordu acaba? Okullarda, Pavlov’ların mıncıkladığı beynimizi, zavallı bir Sisyphus’un sırtladığı gövdemizi, kıtalar arası dolaşan bir balinanın karnında, kapitalizm’in midesinde dışkılanmayı, dışlanmayı bekleyen ömrümüzü hiç değilse fark etmenin ferahlığı mıdır bu? Bizi bu kadar ferahlatan şey, J.Baudrillard’ın çoktan aşmış olduğu, ‘hiçliğin’ ferahlığıdır belki de! Oysa o, ‘gerçekliğin’ ferahlığının peşindedir!  ‘Gerçeğin’, ‘in vitro’* bir akla sığmayacağını bildiği için de, çaresizce yakınır; “..İmparatorluk kenti kalmadı... Delirmiş toplum kalmadı... Nereye gitmeli?..”  Miyop “zombilerin” aheste aheste yaşadıkları, ‘dışarıyı’ çoktan tüketmiştir o! Gideceği her yerde, her durakta, sarılacağı her ‘ötekinde’ kendisini hiçliğin beklediğini bilen insan ne yapabilir? Daha doğrusu nasıl yaşayabilir? ‘Bilmenin’, ‘farkında’ olmanın yetmediği an da, Baudrillard, anamorfozik* bir intiharı dener; kendini kendi içine, uçurumlar doğuran uçuruma, yürek parçalayan bir fısıltının eşliğinde bırakır; “Nerden? Nerden geliyor bize böylesi bir yalnızlık?” Baudrillard’da, bu tür kozmik düşüşler fazla uzun sürmez. Neyin ne olduğunu bildiği, ‘Hiçliğin’ efendisi olduğu için, bir sıçrayışta ayağa kalkar; “..son ve başlangıçla ilgili rüyamız ortadan kalktığı için, melankoli ve kinle doluyuz...”  Evet, başı ve sonu yırtık ‘harita’, ‘Hiçliğin’ haritası elimize geçer böylece: Baudrillarad’ın ana teması olan sanallık(Simulakr) tam burada ortaya çıkar; “sonun ve başın” kayıp rüyasının yerini dolduran bir protez olarak. Özü özürlü böylesine bir ‘Varoluş’ modelinin, er geç bütün bio ve tekno-sanallıklara, en mahrem kapılarını açması bir bakıma kaçınılmazdır. Çünkü; kozmik belirsizliğin tedirgin etindeki, “melankoli ve kin” arasına sıkışmış bir cinsellik, ‘kayıp rüyanın’ izini sürmek gibi masum bir sapmaya, her defası derin bir hayal kırıklığı olan bio-sanal bir reflekse dönüşmüştür artık. ‘Akıl dışını’ gövde olarak kullanan sanal tusunamilerin karşısındaki insan çaresizliğini anlamak için, insan aklının, ‘Akıl dışı’ okyanusun ortasında minik bir ada olduğunu fark etmek gerekecektir çünkü.

J.Baudrillard, gerçeğin olmadığı yerde yok olmayı göze almanın ancak, gerçeği hem mümkün kılacağını, hem de hak edeceğini imâ eder gibidir. Bu uyarıdan sonra, ‘gerçeğin’ yokluğunda varolmanın, Pavlov’un zillerine bağımlı bir kaç organın refleksi ile yaşamanın, “kitlelerin bağrında yok olmanın”, affedilir bir tarafı kalmaz. Çünkü, ”hayat bir alıntı” olsa bile, ölüm alıntı değildir; bir keredir, kesindir, ve, yutulan tüm sanallıkları kusturacak niteliktedir.

‘Siyah Anların’ daha ilk sayfalarında inilen derinliklerde, sürekli üç damar ile karşı karşıyayızdır; düşüncenin uranyum, şiirin elmas, ve simyanın anti-madde damarı... Bazen bu damarlar öylesine iç içedirler ki, onları tek bir damar zannetmemiz yanılgı sayılmaz: “Kar, doğaüstü bir yavaşlıkla yağarken, ölmek için yaşamaktan daha derin nedenler var gibi geliyor..” Hangi şâir, hangi düşünür, hangi simyacı, ölümü bu derece olağan ve mâsum kılabilmiş, hayat ve ölümü, bir kar tanesinin üstüne yerleştirebilme inceliğini, ve ustalığını gösterebilmiştir?

“Eskiden ruh neyse beden o oldu,” demekle, Baudrillard, Rimbaud’un, “Gelecek materyalist olacak,” kehânetinin son aşamasını vurgulamış oluyordu. Her şey büyük bir hızla maddileştiği için, madde, ‘hiç’ olmak üzeredir. Bu yüzden, maddenin ve  bedenlerin can havli ile sanallaşması, serum şişesi, ‘ekranlara’ saatlerce bağlanması kaçınılmazdır. Artık ruh bedene tâbidir ve beden bir görüntü kadar hafif ve ölümsüzdür. Ölümsüzlüğün klonlanması başarılmış ve hayat aşılmıştır artık! Özellikle ‘Kusursuz Cinayet’ adlı eserinde Baudrillard, ”Katil ve kurbanın birbirine karışarak”,  insanın ölümsüzlük isteğinin nasıl tuzağa düşürüldüğünü, ‘kusursuz’ bir dedektif gibi ele alır. Kavramsal olarak mümkün olan bütün ip uçlarının sıralandığı bir otopsi raporuna dönüşen bu kitap, ‘Gerçeğin’ kopyalanışını ve bizzat kopyası tarafından nasıl yok edildiğini, sanalla kefenlenmiş olanın ‘Gerçeklik’ değil, ‘Hiçlik’ olduğunu kesinkes belgeleyerek, ‘Hiçliğin’ EKG sini dürer.

Sartre’ın, tıkalı damarları birbirine bağlayarak kısa bir süre sağladığı dolaşım, beyin yorgunu, bitkisel hasta Batı felsefesinin baş ucunda bir hayli heyecan yaratmış olsa da, “Kilisenin” mundar ettiği kalbi, Rönesans’la söküp atmış olan gövde, birkaç kez kımıldamaktan öteye geçememişti. Sartre’ın asıl önemi, kendinden sonraki bir çok cins düşünürün göz dikip, boş yere yol kat edeceği Batı kafasındaki son çıkmaz sokağı aydınlatmış olmasıdır. Ne Foucault, ne de Baudrillard, onca kapasitelerine rağmen, yeni bir kurtuluş reçetesi ellerinde, “buldum!.. buldum!..” diye bağırmıyorlarsa, bunu sebebi hiç şüphesiz Sartre’dır; Sartre’ın, “bulunamayacağını” bulduğu şeydir! Batı, hayatın, ancak inanan bir kalbin taşıyabileceği özel bir tasarım olduğunu anlayana dek, ters dönmüş bir böcek gibi, ayakları boşlukta, “hiçlikte”, çırpınmaya devam edeceğe benzemektedir.

Baudrillard, soydaşı Sartre’ın, çağın dağılmış aklını, “Bunaltı” ile yoğurup yeni bir akıl gibi sunmasından öylesine tiksinmiştir ki, ayaklarını, “hiçliğin” zemine basar da, “aklın” zeminine basmaz artık.

“Ölmek bir şey değil, yok olmayı bilmek gerek!”: Bu sözü, bizi, Baudrillard’ın kafasında pimi çekik bir bomba taşıdığı, ve, ‘Hiçliğini’ bilerek ‘Hiçlikte’ yaşamayı mümkün kılan ego-enerjiyi, bu yüksek gerilimden aldığı düşüncesine sevk ediyor. Hayatın içinde şaka olabileceğini, ama hayatın bir şaka olmadığını, Baudrillard’ın herhangi bir fotoğrafına baktığımızda derhal anlarız; çöl sessizliği, çöl derinliği ve renginde o koskoca ablak yüzde, hayal kırıklığına uğramış bir çift bakıştan başka hiç bir şey yoktur!.. Yeryüzünde, her şey varmış gibi yaşayanlarla, kalbinin aradığı şeyi bulamamış olanların, bir arada yaşamasından daha büyük bir dram var mıdır?

İster misiniz, sonunda, hem ‘Doğunun’  hem ‘Batının’ pirleri haklı çıksın; var bildiklerimiz yok, yok bildiklerimiz var çıksın?!..

* in vitro: Laboratuvar koşullarında üretilmiş
* Anamorfoz: Bir görüntünün boyutlarının optik bir yöntemle çarpıtılarak tanınmayacak   
   bir biçimde dönüştürülmesi
* Primat: Bütün maymun türlerini, kimi bilginlerin sınıflamasına göre, insanları da içine 
  alan memeliler takımı. (J.Baudrillard, ”Siyah An’lar” kitabında kendisini primat olarak  nitelemekte.)

Bu yazıyı edebiyatçı-yazar Ekrem Berber iyibilgi.com için yazdı.



Bu haber 469 defa okundu.


Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.




    En Çok Okunan Haberler

    3,935 µs