Murat Yetkin
0 0 0000
İsrail kazanmak zorunda mı?
İsrail'in önde gelen savunma yazarlarından Zeev Schiff dünkü Haartez gazetesinde, İsrail'in Lübnan'da kazanmak zorunda olduğunu yazdı. Bu tahlil, İsrail'in en deneyimli siyasetçilerinden Başbakan Yardımcısı Şimon Perez'in "Bugüne dek sayıca bizden üstün ordularla pek çok kez savaştık. Bir kez kaybetmedik. Zaten bir kez kaybetmemiz, yok olmamız demektir" tahliliyle örtüşüyor. Dolayısıyla halen Lübnan'da yaşanmakta olan felaketin boyutlarını ve gelecekte alabileceği şekli daha iyi algılayabilmemizi sağlıyor.
Hizbullah'ın iki İsrail sınır devriyesini kaçırmasıyla patlayan son saldırı aralarında Süleyman demirel'in de bulunduğu kanaat önderlerince 1967 savaşına benzetiliyor. Bazı yorumcular buradan hareket edip o günlerde üç Arap ordusunu (Mısır, Ürdün, Suriye) altıncı gün pes ettiren İsrail'in bu defa Hizbullah örgütüyle üçüncü haftasına girip, üstelik kayıplarını artırmasıyla karşılaştırıyorlar. Oysa İsrail ordusunun karşısında bu kez düzenli ordular yok. Hizbullah gerilla savaşı veriyor. Hizbullah'ın aynı zamanda Lübnan'da seçimlere katılması, şu an Fuad Sinyora başbakanlığındaki hükümete iki bakan vermesi ve Lübnan'da aynı zamanda siyasi-sosyal hareket kimliği taşıması ya da diğer yandan orta menzilli roketler türünden düzenli ordu silahları kullanıyor olması, onun kökünde bir gerilla hareketi olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Temel olarak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Çin, Vietnam, Küba gibi başarıya ulaşmış gerilla savaşlarının ve kontrgerilla mücadelesinin oluşturduğu düzensiz savaş literatüründe iki önerme sık sık hatırlanır: Birincisi, "Gerilla suda balık gibidir. Gerilla balık, halk da içinde yüzdüğü sudur" önermesi. Bu önerme, Hamas'ın Gazze'de, Hizbullah'ın Beyrut'tan Tire'ye kontrolü altındaki her mahalle, her köydeki her evi bir cephanelik, bir harekât merkezi, istihbarat merkezi haline getirmesini, oraları vuran İsrail ordusunun da sürekli olarak sivil halkı öldürüyor oluşunu açıklıyor. Olan, gerçek anlamda sivillere oluyor.
İkinci önerme, "Gerilla bütünüyle kaybetmemişse, kazanmış sayılır" önermesidir. İsrail bunun farkında görünüyor. Sözü tersine çevirerek, 'Kazanmazsak, kaybetmiş sayılırız' diye okuyor. Kaybedeceğinin ise bir savaş değil, bir ülke olduğuna inanıyor.
Roma'da 26 Temmuz'da toplanan Lübnan konferansının ABD'nin vetosuyla İsrail'i doğru dürüst kınamaktan ve ateşkes çağrısı yapmaktan dahi aciz kalışı, yazının başında aktarılan İsrail bakışıyla birleşince, İsrail'in harekâtına son vermesinin herhangi bir işareti görünmüyor. Dün görüştüğüm bir diplomat, 'En azından Hizbullah'ın elindeki bütün roketler tükenene ya da imha edilene dek durmazlar' tahmininde bulundu. Hizbullah, İran'la köprü kurulamazsa, roket ve silah takviyesi yapamaz diye düşünülüyor.
Aslında tanık olduğumuz Lübnan savaşıyla, İsrail'in belki yüz yüze değil, ama Hizbullah sıfatında siyaseten, ilke kez salt Araplarla değil, İran'la da savaşıyor oluşu gözden kaçıyor. İran, nükleer krizden sonra Lübnan kriziyle de Ortadoğu'da asli oyuncu olduğunu kanıtlamak istiyor.
İsrail'in tam da Roma konferansı öncesinde Lübnan'da görev yapan bir BM gözlem gücü binasını vurarak dört gözlemciyi öldürmesi dahi BM tarafından, yine ABD vetosuyla kınanamadı. Bu durum BM'ye güç gönderebilecek ülkeler üzerinde caydırıcı etki yapabilir. Öte yandan dört gözlemciden biri Çin askeriydi ve BM Güvenlik Konseyi'nin kendisi de veto hakkına sahip daimi üyelerinden Çin, dün bu duruma sert tepki gösterdi. Kapımızdaki savaş, küresel gerilimin tırmanmasına neden olmaya başladı. Ayrıca Lübnanlı Şiilerin lideri Şeyh Muhammed Fadlallah da, böyle bir gücün Lübnan topraklarına değil, israil topraklarına yerleşmesini istemiyor.
BM'nin bu koşullar altında bölgeye bir barış gücü gönderme ihtimali oldukça uzak.
Bütün dünyanın tek sorunun Türkiye olduğunu düşünen ve her gelişmenin mutlaka Türkiye'yi bir şeylerin içine çekmek, dışına atmak, bölmek, kırmak amaçlı olduğuna inanan bazı Türk münevver yazarları, bu ahval ve şerait içinde sorunu neredeyse bütünüyle henüz tahayyül evresindeki bir BM gücüne asker verip vermeme çekişmesine indirgemiş bulunuyorlar.
Bir BM barış gücü oluşursa ve o andaki koşullar asker göndermeyi ülke çıkarlarına uygun kılarsa gönderilir, kılmazsa gönderilmez. Şu anda durum ne o aşamada, ne de yalnızca bu tartışmaya indirgenebilecek basitlikte.
Bu yazı 1,152 defa okundu.
Diğer köşe yazıları
Tüm Yazılar
-
22 Mart 2012
İki önemli mesele
-
15 Mart 2012
Türkiye'nin yeni deniz stratejisi üzerine
-
23 Aralık 2010
Şahin'den çağrı: Siyasi partiler yasası değişmeli
-
11 Aralık 2010
Üniversitelerde ikinci 68 mi?
-
5 Aralık 2010
Ankara'dan Tel Aviv'e: Özür insani-siyasi diye ayrılamaz
-
21 Kasım 2010
'Diyarbakır'da 3. bir yol açabiliriz'
-
19 Kasım 2010
'Füze kalkanında mutabakata yakınız'
-
15 Kasım 2010
2010 model Ecevit çıkışı
-
7 Kasım 2010
Hem AK Parti hem de CHP'de merkeze açılım
-
23 Ekim 2010
Bedelli görüşülmedi ama söz siyasetin
-
18 Ekim 2010
Gül ve Demirel'le dinleme üzerine
-
3 Ekim 2010
Siyaset sahnesinde bu kez çok güzel hareketler var
-
30 Eylül 2010
ABD, Irak sınırında güvenlik şeridine destek verdi
-
26 Eylül 2010
Bilim dünyasına biraz daha ilgi
-
16 Eylül 2010
CHP'nin hatası ve faturası
-
11 Eylül 2010
Öcalan 'boykot' dedi, tansiyon yükseldi
-
30 Temmuz 2010
Kılıçdaroğlu: Geçmişteki yanlışları telafi ediyoruz
-
25 Temmuz 2010
Orduda değişim
-
22 Temmuz 2010
Başbakan hesaplaşacaksa madde 35 ve YÖK'ü kaldırsın
-
20 Temmuz 2010
AB elçisi: Yeni bir İran istemiyoruz
Yorumlar
+ Yorum Ekle