En Sıcak Konular

Ekrem Dumanlı


Ekrem Dumanlı
0 0 0000

CHP kendi ezberini bozmazsa



Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu gazete ve televizyon yöneticileriyle hafta içinde bir araya geldi.

Kameralar karşısında yapılan kısa konuşmanın ardından soru-cevap faslına geçildi. Yeni Akit Gazetesi hariç bütün gazeteler davet edilmişti toplantıya. "Keşke onları da dışarıda bırakmasaydınız." temennisi hepimizin ortak hissiyatı oldu. Buna rağmen medyanın büyük çoğunluğuyla karşı karşıya gelinmesi ve sorulara muhatap olunması önemliydi.

Birkaç hafta önce yapılan benzer bir toplantıda ev sahibi bu kez Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dı. O da hemen herkesi davet etmiş, her soruya cevap vermişti. Siyasî liderlerin her kesime açık olması, her düşünceden soru devşirmesi iletişim konusunda atılacak en sağlıklı hamledir. Bir siyasî liderin akreditasyon adı altında gazete ve televizyonları tasnif etmesinin pek çok yanlış sonucu var. En büyük yanlış ise siyasetin ruhuna aykırı bir şekilde toplumun her kesiminin kucaklanmamış olmasıdır. Erdoğan ve Kılıçdaroğlu'nun bu konuda attığı adımlar, umarım, başka siyasî partilere de örnek olur. Zira bazı siyasî parti liderleri bazı medya gruplarıyla ve o grupların bazı yazarlarıyla topluma mesaj vermeyi, medyanın tamamıyla bir araya gelmeye tercih ediyor. Hatta ne hazindir ki, kendi seçmen kitlesine yakın duran gazete ve televizyonlara 'akreditasyon' uygulayarak siyasetin mantığına aykırı (üstelik toplum vicdanına ters) bir yol izliyor.

Sadece siyasî partilerle ilgili değil mevzumuz. Devletin bazı kurum ve kuruluşları da kafalarına göre medyayı tasnif etmemeli. Aslında hiçbir hukukî ve makul gerekçe ortaya konmadan yapılan akreditasyon uygulaması o çalışmayı yapan kurumları sarsıyor. Bunun en çarpıcı örneği, maalesef, Türk Silahlı Kuvvetleri'dir (TSK). 28 Şubat dönemindeki anormal şartlar TSK yöneticilerini anlamsız ve hukuksuz bir akreditasyon uygulamasına sevk etti. Bugün aynı uygulamanın bazı gazete ve televizyonlara karşı sürdürülüyor olması ne ülkemizin geldiği noktaya yakışıyor, ne ordumuzun ulaştığı ufka. Üstelik bu yanlış uygulama yüzünden Mehmetçik'in imajı sarsılıyor...

Kılıçdaroğlu'nun toplantısına dönecek olursam, dikkatimi çeken birkaç tespitimi daha sizlerle paylaşmak isterim. Kemal Bey nazik ve uzlaşmacı bir profil çiziyor. Bu, CHP için büyük bir kazanım olabilir. Ne var ki partinin iç dengeleri Kemal Bey'in paçalarından tutmuş bir türlü bırakmıyor. Görünen o ki yeni lider, yeni bir sayfa açmak istiyor. Lakin her meseleye 'eksen kayması' vehmiyle bakanlar partinin de aynı akıbete maruz kalmasından korkuyor. Böyle bir ortamda şu soru gündeme geliyor: İyi de bu parti nasıl değişim yaşayacak, nasıl gelişim sağlayacak?

Geceye mührünü vuran olay, hiç şüphesiz, 29 Ekim resepsiyonuna CHP'nin katılıp katılmayacağı üzerine devam eden tartışmaydı. CHP Grup Başkan vekili Muharrem İnce, Cumhurbaşkanı'nın davetine icabet etmeyeceklerini, bunun bir 'parti kararı' olduğunu söyledi; ancak Kılıçdaroğlu ile yapılan sohbet sırasında hiç kimse böyle bir intibaa kapılmadı. Sanırım beş kez soru soruldu bu konuda. CHP lideri, "Katılmayacağız..." demediği gibi, katılacaklarına dair kapıyı da hep açık tuttu.

Doğru olan, demokratik olan, yeni CHP'ye yakışan da Cumhurbaşkanı'nın davetine katılmasıdır. Çünkü yeni CHP kendine yeni bir imaj edinmek zorunda. Yeni CHP kavgacı, hırçın, uzlaşmasız, sorun çıkaran imajından sıyrılmak istiyorsa mutlaka eski ezberinden vazgeçmek durumunda. Hem, "Türbanı ben çözerim!" diyeceksin, hem de bu sorun yüzünden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, Cumhuriyet'in kuruluş yıldönümü sebebiyle verdiği resepsiyona katılmayacaksın. Kamu vicdanına anlatılamayacak bir çelişki bu.

Maalesef CHP'nin içi çok da duru gözükmüyor. Partinin yeni vizyonunu hazmedemeyen kişi ve klikler, yeni lideri bir hayli hırpalıyor. Genel Sekreter Önder Sav, toplantıya katılmadı; ama gazetelere aksettiğine göre resepsiyon krizinin mimarı Sayın Sav'mış. Keşke o da basınla sohbet toplantısında orada olsaydı. Gelseydi, en azından, Yeni Akit'in Sav'a karşı toplantıdan hemen önce kazandığı davayı da sorardık. Hani 'No' tuşuna basmayı unutup da, "Beni, partimi dinliyorlar." diye feryat edip ülkeyi ayağa kaldırdığı dava var ya... İşte o davada mahkeme kararını verdi. Karara göre gazete haklıydı ve Genel Sekreter telefonu kapatmayı unutmuştu. Yani kızılca kıyamet boşuna koparılmıştı. Şimdi de ferdî hatalar ve tutumlar yüzünden CHP'nin yeni yüzü eskitiliyor muydu acaba? Yoktu ki soralım...

Gazetecilik duvara toslayınca!

Gerçekten de ibretlik bir hadisedir yaşanan. Bir köşe yazarı (Mustafa Mutlu), bir e-mail alıyor ve olayın aslını araştırmadan kamuoyuyla paylaşıveriyor. Anlatılanlar çok vahim. Güya annesi ambulansta olan bir kişi, trafik kesildiği için hastaneye yetiştirilemiyor ve hayatını kaybediyor. Yazıda yer alan iddiaya göre o saatlerde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve konvoyu oradan geçiyor. Bu acıklı haber bomba gibi gündeme oturdu. Ancak, meselenin üzerine gidildikçe görüldü ki medya tarihimizin en büyük yalanı pazarlanmıştı. Çünkü o saatte Cumhurbaşkanı Gül, Huber Köşkü'ndeydi ve öyle bir konvoy ortada yoktu.

Daha da feci bir durum çıktı ortaya. Öyle bir hasta da yoktu, öyle bir olay da yaşanmamıştı. İşte alelacele yapılan haberlerin, kaleme alınan yazıların vardığı son cinnet noktası bu. Daha doğrusu gazeteciliğin bitiş çizgisinin başladığı nokta da tam burası!

E-mail yoluyla gelen feci bir bilgiye dayanarak yol açtığın felaketi, "İnanmıştım..." diyerek başından savabilir misin? Maalesef köşe yazarının olay öncesi tavrı da vahim bir hata, olay sonrası soğukkanlı açıklamalar yapıyor gibi görünüp "Amacına ulaştı!" tarzında yaklaşımı da. Özür diliyor gibi yapıp insanlara hâlâ nasihat etmeye çalışmak, en kibar tabiriyle, gazetecilik mesleğini hafife almak ya da işi pişkinliğe vurmaktır.

Dünyanın gelişmiş bir ülkesinde böyle bir olay, ya istifa sebebi olur ya da işten çıkarma vesilesi. İkisi de olsun istemem; ancak bu vahim hatadan dolayı samimi bir irkilme, sarsılma ve kendine gelme yaşanmalı ki bu korkunç hatanın kefareti ortaya konmuş olsun.

Daha açıkçası; alelacele yapılan gazeteciliğin nasıl vahim sonuçlar doğurabileceğine dair yaşanan bu olay, Türk medyası için bir milat sayılmalı. E-maille, mektupla, telefonla gelen bilgileri köşesine anında taşıyan gazeteciler, haberciler var bu ülkede. Araştırmadan, soruşturmadan, çapraz kontrollere başvurmadan yapılan gazetecilik duvara çarptı; ne tampon kaldı, ne motor. Olacağı buydu. Umarız bu feci kaza herkese ders olur...

Avcı'nın mumu

Medya yöneticileriyle toplantı yapan CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'na Hanefi Avcı da soruldu. Kısa cevap vermekle yetinen Genel Başkan, Hanefi Bey'in ofisinde çıkan kasetlerin sonradan oraya konduğunu, 'boşaltılmış bir ofis'te o kasetlerin bulunmasının mantıksız olduğunu söyleyiverdi. Demek ki, 'Avcı'nın gazeteci dostları'ndan etkilenmişti Genel Başkan. Bu kadar net konuştuğuna göre...

Normal sayılabilecek bir durum; çünkü bazı gazeteler ısrarla şöyle diyordu: "Odasını 28 gün önce boşaltmış ve hayatını istihbaratçılıkla geçirmiş bir polis şefi, 15 yıl önceki ses kayıtlarını hiç ofisinde bırakır mı?" Kulağa mantıklı bir savunma gibi geliyor bu cümle.

Ne var ki gerçek, hafta sonunda bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. Nasıl mı? Devletin yaptığı arama tutanakları, cumartesi günü Star Gazetesi'nde manşet olunca Hanefi Bey ve dostlarının kamuoyunu yanılttıkları belgelenmiş oldu. Çünkü, "İşyeri arama - el koyma - muhafaza altına alma tutanağı" adı verilen resmî belgeye göre Avcı eşyalarını toplamamıştı. 85 parçadan oluşan ve tek tek listelenerek dökümü yapılan eşyalar arasında (10. maddede) siyah bir çanta içinden 24 adet teyp kaseti çıktığı yazıyordu. Üstelik resmî arama işlemi kamera kayıtları gözetiminde yapılmıştı.

Eskişehir Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yapılan aramanın resmî tutanağı ortaya çıktığına göre, ofisin boş olduğuna dair propagandanın asılsız olduğu da anlaşıldı. Demek ki hukukî bir süreç devam ederken propagandalara kapılıp keskin laflar sarf etmemek gerekiyor. Kılıçdaroğlu, büyük ihtimalle, bazı gazeteleri okuduğu için bu hatayı yaptı. Peki, bu yanlışı temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp televizyon ekranlarında aşçılığa soyunan meslektaşlarımız niçin böyle davranıyor? Bir istihbaratçının psikolojik harp taktiklerine teslim olarak yürütülen gazeteciliğin varacağı nokta budur. Hanefi Bey'in hilafı vaki beyanlarına inanarak akıl yürütmelerin de kapasitesi ancak bu kadardır. Bakalım daha neler göreceğiz. Şimdiden anlaşılan o ki gerçekten bu mum, yatsıyı görmeyecek...

zaman



Bu yazı 1,062 defa okundu.






Yorumlar

 + Yorum Ekle 
    kapat

    Değerli okuyucumuz,
    Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
    Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
    · Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
    · Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
    · Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
    · Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
    · Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
    · Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
    · Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
    Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.





    Diğer köşe yazıları

     Tüm Yazılar 
    • 24 Eylül 2012 Ne gereği vardı?
    • 11 Haziran 2012 Cuntalarla nasıl mücadele edilecek?
    • 30 Nisan 2012 Şiddet!
    • 16 Nisan 2012 '28 Şubat'çılardan panik atak hamleleri
    • 10 Nisan 2012 Çin'den bakınca Türkiye'nin gücü
    • 9 Nisan 2012 Darbede tanıdığım dört subay
    • 2 Nisan 2012 Suriye İran... İşte çetin imtihan!
    • 26 Mart 2012 Terlik
    • 13 Şubat 2012 Aman dikkat!
    • 6 Şubat 2012 Bu yüzden mi susuyorsunuz?
    • 23 Ocak 2012 Hem Hrantçı hem Ergenekoncu olunabilir mi?
    • 16 Ocak 2012 Kaç kafatası bir manşet eder?
    • 9 Ocak 2012 Hesap vermek
    • 26 Aralık 2011 Çanlar Avrupa için çalarken
    • 19 Aralık 2011 Militan
    • 12 Aralık 2011 Maazallah!
    • 5 Aralık 2011 Global Ergenekon
    • 28 Kasım 2011 Dersim'den alnımızın akıyla çıkmak
    • 23 Kasım 2011 İngiltere'yi yeniden keşfetmek
    • 21 Kasım 2011 Dersim'in şifreleri

    En Çok Okunan Haberler


    Haber Sistemi altyapısı ile çalışmaktadır.
    5,475 µs