Mustafa Çalık
0 0 0000
Rahat olun, 'İstanbul'un fethi' aslında yalandır!
Olmadık bir aksiliğe niyet kurduğumu anlar anlamaz, anneciğimin ilk ve değişmeyen ikazı şöyle gelirdi.
'Yine şeytan girmesin kaburganın altına!..'
Tarihî mefâhirimizin yıldönümleri geldikçe Türklük veyahut Müslümanlıkla içinden çıkılmaz problemler yaşayan 'mırık' takımının kaburgasının altına da aynen öyle şeytan girer.
Her sene yeni bir şey icat ederler. Meselâ her sene tuttururlar, Ulubatlı Hasan var mıydı yok muydu?
Yoktu canım, ne Ulubatlı Hasan vardı ne Boyabatlı Hasan ne de herhangi bir Hasan... Hasan da yoktu, Hüseyin de yoktu, Ahmet de Mehmet de... İstanbul'u fethedenler, Hanry, Agop, Yorgi, morgi ismindeki kişilerdi... Nereden çıktı Ulubatlı'lar, Tokatlı'lar, Bayburtlu'lar...
Tamam, haklısınız, 'yoktu!'
Pekiyi, başka ne yoktu, ne 'olmadı'?
İmparator Konstantin, kılıç yarasıyla mı düştü, yoksa kaçarken kıçına yediği bir yeniçeri tekmesiyle mi? Kahramanca savaşarak mı öldü, isimsiz bir yeniçeri tarafından 'oracıkta kârı tamam' mı edildi?
Bir fasıl da bu...
Olur mu efendim, koskoca Bizans İmparatoru kaçacak olsun, o ne lâkırdı? Muhakkak, yiğitçe ve çarpışarak ölmüştür. Eee, o zaman, hani adamın 'anıt-mezar'ı? Ayıp değil mi! Elinden hem koca İstanbul'u al, hem de bir anıt-mezar yaptırma. Bu kafayla mı gireceğiz AB'ye?!.
Bu da biter, Türk çocuklarının en çok övündüğü meşhur vak'a gelir, hani gemilerin karadan yürütülmesi... Kıyamet esas burada koparılır: Uydurulmuştur, olur mu öyle şey; yol yokuştu, çalılıktı, 'kasis'liydi, hava da yağışlıydı... Koskoca gemiler, öküzlerle çekilecek, Kasımpaşa'dan doğru Haliç'e indirilecek... Hepsi yalan...
Ne kaldı geriye?
Sadece İstanbul'un fethi... Canım, kim bilir, belki o da milliyetçi 'resmî tarih'in uydurmasıdır.
Gönüllerinden geçen bu da ellerinden gelmiyor, gelse bunu bile söyleyecekler.
Kimdir, bu ipe sapa gelmez, bir kısmı doğrunun biraz yakınından geçen, bir kısmı uzağından bile geçmeyen lâfların sahipleri?
Bunlar, ekseriya, son yıllarda medyada, 'Siz
kimliğinizi ne olarak tanımlıyorsunuz?' diye sorulunca, ilk önce, 'Türk olarak tanımlamıyorum' şeklinde cevap veren 'rahatsız' takımıdır.
Lâfa bakın: 'Türk olarak tanımlamıyorum.' Pekiyi, ne olarak tanımlıyorsun güzel kardeşim?
' - Türkiyeli bir aydın, sanatçı veya 'çevreye duyarlı', 'özgür birey'...
Görüyor musunuz, tam bir 'dünyalı'!.. Temel fıkrasındaki gibi, Türk olmayışı da 'fazladan'...
Problem şurada: Kendisini Türk hissetmiyor ya, bu saatten sonra, İstanbul'u Türkler değil de Araplar, Farisîler, Çinliler fethetti demenin imkânı da yok ya, o zaman yapılması gereken ne? Bu 'Kutlu Gün'ü, mümkün mertebe 'küçültmek'. Öyle, yok çağ açıldı, çağ kapandı, tarihin seyri değişti vs. atıp tutmayalım, hiçbir şey değişmedi aslında... Meselâ, Konstantiniyye'nin adı bile değişmedi, sadece Fâtih, Ayasofya'yı câmi yaptı, o kadar. O da herhalde Akşemsettin ve Molla Gûranî'nin ivgasına kapılmış olsa gerek... Aksi takdirde, Bellini'yi çağırıp da resmini yaptıran adam böyle bir 'ayıp' işler miydi?!.
Böyle abuk sabuk 'abdülmucit' teorileri, başka kimlerden çıkar?
Onu da rahmetli babacığımın 'teori'siyle izah edeyim, müsaadenizle...
Derdi ki, rahmetli: 'Oğlum, hayatta ve yaptığın işte, isterse çöpçülük olsun, sakın emsalinden geri kalma, emsalinden geri kalan adam, hem hayın olur, hem de itibarsız.'
Şimdi, ortalıkta gezen bu 'abdülmucit'lere iyi bakın. Ya doğru dürüst bir mektebi bitirememiş, ya kendi iş ve meslek muhitinde akranlarından geri kalmış ya da ancak Freudyan bir analizle açıklanabilecek biçimde, küçük yaşlarda yaşadığı bir 'travma'yı herhangi bir sosyal grup, müessese, düşünce, inanç ve ideoloji ile aynîleştirerek bütün ömrünü 'travma'nın 'rövanş'ına adamış olan 'kırık' tiplerdir.
Bakıyorsunuz, adam SBF'yi, Hukuk'u yarım bırakmış ama 'tarih'i 'tamam'layacak, bütün tarihî problemleri birkaç yazı veyahut kitapçıkta çözecek... Koçum, 'iktisat'ı bitirememiş fakat 'tarih'i bitirecek. Üstelik ne kadar tartışmalı konu varsa oradan giriyor, 'tabu'ları yıkacak ya...
Bu, 'tarihi tersten okuma' uzmanları, çok merak ediyorum, önlerine herhangi bir arşiv vesikası konulsa acaba, 'düz'ünden okuyabilirler mi, şöyle ucundan sökebilecek kadar paleografya bilgileri var mıdır?
İçlerinde, ara sıra Koçi Bey'den, Müneccimbaşı'dan filan bahsedenler de yok değil, haklarını yemeyelim... Yemeyelim de, sormadan da olmaz, bu eserlerin hangisini orijinalinden okumuşlukları vardır? Doğrusunu söyleyin bakalım, 'Ey Herodot oğulları!', ara sıra zikrettiğiniz bu kaynakları, yoksa hep Kültür Bakanlığı, Tercüman Yayınları veya '1001 Temel Eser' serisinden mi okudunuz hem de en az sizin kadar câhil ve sorumsuz birtakım okuma-yazması eksik 'araştırmacı'ların 'sadeleştirdiği' metinlerden?
Bunların tek işi, İstanbul'un Fethi hakkındaki 'yanlış' bilgileri düzeltmek değil tabiî... Çanakkale Savaşları ve Millî Mücadele'yi de fırsat buldukça 'düzeltirler': Efendim, Mustafa Kemal'in Çanakkale'deki rolü, 'şişirildiği' kadar 'önemli' değildir. Millî Mücadele'ye gelince, topu topu, 12-13 bin zâyiatla kapanmış, 'orta halli bir Türk-Yunan Savaşı'ndan ibaret, ehemmiyetsiz bir askerî hâdisedir...
Bana kalırsa bütün bu 'gayrı resmî', abuk-sabuklukların esası da kahir ekseriyeti, millet olamamış, yaslanabileceği 'millî' bir 'tarih'in psikolojik güveninden mahrum 'etni'lere mensup 'kabileci'lerin ve 'şahsiyet' olamamış hasarlı 'birey'lerin, 'Biz bir şey olamadık ama zaten kimse de bir şey olmuş değil' avuntusu uğruna kendilerini pârelemesidir.
Bu yazı 1,014 defa okundu.
Diğer köşe yazıları
Tüm Yazılar
-
31 Mayıs 2006
Rahat olun, 'İstanbul'un fethi' aslında yalandır!
Yorumlar
+ Yorum Ekle